‘Gerçek din’in bugüne kadar anlatılamadığı, ama kendisinin anlatacağı iddiasıyla yola çıkanların ekserisi, dünden bugüne intikal etmiş hemen herşeyi red refleksi üzerine ilerleyerek tepkisel, asabi, soğuk ve didaktik din anlatımı içerisinde mesel ve menkıbeleri küçümser, hatta onları ‘gerçek din’ için en büyük tehdit olarak görür. ‘Menkıbe dini,’ bu bağlamda çokça kullanılan bir ifadedir.
Hayalde olanı hakikatte olanla karıştıran, kurgu ile gerçeği ayırt edemeyen, en güzelini anlatacağım derken aslında hakikatin dengesini bozan ve insanları uçlara, aşırılıklara savuran bir menkıbecilik elbette yanlıştır ve eleştirilmelidir.
Ama bu yanlışla mücadele edeyim derken menkıbelerin büsbütün bir problem, hatta tehdit olarak görülmesi, günün sonunda kanserli hücreyi temizleyeyim derken sağlam dokuya da zarar veren bir ‘malpraktis’ örneği olarak karşımıza çıkıyor.
Çünkü mesel ve menkıbelerin, hatta daha da genelleştirirsek bugün hikâye, roman, senaryo, piyes, film gibi bin farklı surette karşımıza çıkan kurguların bir meseleyi akla yaklaştırmak, bir hakikati zihinde somutlaştırmak gibi bir işlevi var. Bir dönemin serencamını, iyi bir roman koca bir tarih kitabından daha güçlü bir şekilde ortaya koyabiliyor. Bir hakikatin akla yerleşmesini, bir temsil soyut bir anlatımdan daha ustalıklı bir şekilde mümkün hale getirebiliyor.
Zaten o yüzdendir ki, Kur’ân bini aşkın âyetiyle peygamber kıssaları gibi gerçekten yaşanmış hayatlarla hakikat dersi verdiği gibi, bahçe sahipleri yahut şehre gelen üç elçi gibi mesellerle de bize hakikati anlatıyor. Hadis külliyatlarından ise, Hz. Peygamberin sahabilerine zaman zaman meseller üzerinden hakikat, ahlâk ve âdâb dersi verdiğini anlıyoruz.
Yine bu sebepledir ki, meseller İslâm klasiklerin içerisinde seçkin bir yere sahip. Başta Mevlânâ’nın Mesnevî’si ile Şeyh Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı olmak üzere, bu klasikler mesel, menkıbe ve temsiller üzerinden verdikleri hakikat ve ahlâk dersiyle ihtimal ki yetkin bir fıkıh ve kelam kitabından daha etkili surette bin küsur senedir hayatlara nüfuz ediyorlar.
Sözün kısası, mesel ve menkıbeler, ister gerçekten yaşanmış ister kurgulanmış olsun, hakikat ile insan aklı arasında bir köprü işlevi görüyor ve hakikati avâm havas herkesin istifadesine açık hale getiriyor. Şahsen, bu işlevi sebebiyle, menkıbeleri daima önemli bulurum ve hakikate hizmet etmesi, hakikatin muvazenesini bozmaması şartıyla onlara hüsnüzanla yaklaşılmasının daha uygun olduğunu düşünürüm.
Çünkü en başta kendi çocukluk günlerime baktığımda, güzel ahlâk ve salih amel namına birçok dersin hayatıma menkıbeler yoluyla girdiğini görebiliyorum.
Mesela, çocukluğumuzun geçtiği mahallede, insana en yakın ve dolayısıyla insan tarafından zarar görmesi en muhtemel hayvan olarak kediler hiçbir çocuk ve hiçbir yetişkinden bir eziyet görmeden yaşayabilmişse, bu, gerçekliği kuşkulu bir menkıbe sayesindedir. Bize söylenmiştir ki, bir gün Hz. Peygamber namazda iken secdeye eğildiğinde bir yılanın ona saldırması tehlikesini, atlayıp onu etkisiz hale getiren bir kedi bertaraf etmiştir. Hatta bu sebeple, namazını bitirdikten sonra Resûlullah bu kedinin başını okşayıp sırtını sıvazlamıştır. Öyle ki tekir kedilerin baş ve sırtındaki izler işte o günün mirasıdır!
Hayatımın ilerleyen safhasında, kendi okumalarım içerisinde Hz. Peygamberin hayatına dair güvenilir hiçbir kaynakta böyle bir rivayete rastlamış değilim. Belki vardır, bilemem; ben rastlamadım. Ama bu menkıbe sayesinde kedilerin muhitimizde insanların şerrinden emin bir hayat yaşadıklarını biliyorum. Kediye eziyet, hele ki öldürmeye teşebbüs, ‘Peygambere yardım eden bir mahluka kötülük’ olarak görülürdü çünkü.
Kedilerle ilgili bu menkıbeye siyere dair kaynaklarda rastlanmasa bile, kaynaklarda açıkça anlatılan bir diğer olay sebebiyle güvercin ve örümceklerin de insanların şerrinden kurtulduğunu biliyorum. Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında Resûlullah ve yol arkadaşı Ebu Bekir’in gizlendiği mağaranın önüne yuva yapan güvercin ve ağ ören örümcek hatırasına hürmeten, güvercinlere de dokunulmaz, örümceği ise öldürmek yerine evin içinden uzaklaştırmak tercih edilirdi.
Çocukluğumun en sevdiğim sahnelerinden biri, yaşlı kadınların menkıbeler anlattığı sohbet ortamlarıydı. Mesela bir derviş teyzenin anlattığı Firavun ile Hz. Musa’ya dair menkıbeye sahih hiçbir kaynakta rastlamadım. Buna karşılık o menkıbe, ‘Allah’ın sevgili kulu’ olmanın görevini ve sorumluluğunu ihmal anlamına gelmediği dersiyle, henüz yedi yaşında iken tevekkülü doğru şekilde anlamamı sağlamıştır. Yine o çocukluk günlerinde duyduğum menkıbelerden bir diğeri, insanî ve vicdanî sorumluluğumuz olan hiçbir meseleyi iman gibi en yüksek bir değer için bile pazarlık konusu yapmama ölçüsünü hayatıma taşımıştır.
Rivayet o ki, yerli yabancı ayırmadan herkesin gelip karnını doyurduğu dillere destan ‘Halil İbrahim sofrası’na bir gün saçı sakalına karışmış hayli yaşlı bir yabancı misafir olur. Yabancı çok acıkmış haldedir ve İbrahim aleyhisselamın sofrası da herkese açıktır. Fakat o sofradan nasiplenmek için bir şartı vardır: Bismillah’la başlamak. Yabancı ise Allah’a inanan biri olmadığı için bu şarta itiraz eder. Bunun üzerine de Hz. İbrahim adamı sofradan uzaklaştırır. Ancak Allah katından kendisine bir uyarı gelir. Âlemlerin Rabbi bunca senedir kendisine inanmadığı, bir kere bile ‘Bismillah’ demediği halde o yaşlı adamı hep doyurmuşken, peygamberi ne hakla onu bu sebeple sofrasından kovabilir? Neticede Hz. İbrahim adamın peşinden koşup onu sofrasına davet eder, adam da hadisenin bütün detayını öğrendiğinde ‘kendisine inanmayan bir kulunun bile hukukunu gözeten’ Yaratıcıya karşı yumuşayan kalbiyle imana gelir.
Çocuk yaşımda defalarca duyduğum bu menkıbe, kişinin inanıp inanmamasının onun ile Yaratıcısı arasında bir mesele olduğu; bizim ise, kim olursa olsun muhtaç haldeki birine karşı vicdanen yapmamız gerekeni yapmakla yükümlü olduğumuz dersini taşımıştır zihnime ve kalbime. İmanı ve ibadeti bir pazarlık konusu yapmama dersini de taşımıştır.
Çocukluk yıllarımda çok duymama karşılık, bu menkıbeyi sonraki hayatım boyu gerçekleşen okumalarda peygamberlerin hayatına dair güvenilir kaynakların hiçbirinde okumuş değilim. Belki vardır da, ben görmüş değilim. Ama bu rivayetin yaşanmış bir olayı mı yoksa bir kurmacayı mı dile getirdiği sorusu, menkıbenin verdiği ahlâk dersini ortadan kaldırmıyor. Bilakis, menkıbe bu ahlâk dersini zihne ve kalbe yerleştirmeyi amaçlıyor.
Ama öte yandan—gerçek veya kurgu—bu menkıbede öğretilen ilkenin Kur’ân âyetleri ve Hz. Peygamberin hayatından sahih hadislerle teyid edildiğini biliyoruz. Nedense bu ülkenin dindarlarının varlığından ve yüklediği ödevden pek haberdar olmadığı bir âyet var mesela. Mümtehine sûresinin sekizinci âyeti ki, iman etmeyen her kişinin düşmanımız olmadığını, düşman tanımının ‘din konusunda mü’minlere savaş açan ve onları yurtlarından çıkarmaya çalışan’ kimselerle sınırlı olduğunu öğreterek, bize kötülük yapmayana bizim kötülük yapamayacağımızı, bilakis onlara karşı iyilik ve adaletle sorumlu olduğumuzu bildiriyor. Mü’minlere adaleti emreden bir diğer âyetin, “Sakın bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sevketmesin” buyururken, düşmana karşı dahi bizi adaletle, haddi aşmamakla yükümlü kıldığını biliyoruz. Diğer taraftan, Beled sûresi âyetleri yetimi ve yoksulu doyurmayı ‘sarp yokuşu aşma’nın bir göstergesi olarak belirlerken, ‘birbirine sabrı ve merhameti tavsiye’yi de aynı göstergeler arasında zikrediyor.
Kaldı ki, Kur’ân ‘adalet’i mü’minlerin olmazsa olmazı olarak belirlerken, onları adaletten de öte, ‘fazilet’e davet ediyor. Gereğinde bağışlayabilmek, hak ettiği kadarını değil fazlasını verebilmek ve yapabilmek Kur’ân’da teşvik edilen davranışlar arasında.
Nitekim, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın yaşadığı dönemden bir hatıra, mü’minlerin olmazsa olmazı olan adaletten de öte ‘fazilet’in destansı bir örneği niteliğinde. Medine günleridir. Akrabası olan Kureyş müşriklerinin bedevî kabileler ve Hayber Yahudileri ile birleşip Medine’ye saldırmasının üzerinden çok fazla bir zaman geçmemiş haldedir. Yaygın bir kıtlığın ortaya çıktığı o tarihte, Kureyş’in tuzu kuru zenginleri bir şekilde hayatlarını sürdürürken, fakirler ziyadesiyle zora düşmüş vaziyettedir. O şartlarda Resûlullah Amr b. Ümeyye ile Kureyş’in darda kalmış fakirleri için geçimlik gönderir. Kaynaklarda, onun bu tutumunun Ebu Süfyan b. Harb başta olmak üzere Kureyş’in içinden birçok kişiyi etkilediği bildirilmektedir.
Sözün özü, Kur’ân’ın mü’minlere daveti de açık, Resûlullah’ın bu davete nasıl mukabele ettiği de… Adalet mü’minlerin vazgeçilmezi. Üstüne üstlük, mü’minlerin ‘fazilet’i gözeterek, daha da fazlasını yapması teşvik ediliyor.
Sözünü ettiğim menkıbe de, kendi gerçekliği vâki olsun olmasın, işte bu hakikat ve ahlâk dersini içeriyor. Ege’nin orta büyüklükte bir ilçesinin bir kenar mahallesinde doğup büyümüş bir çocuğun küçük yaşta bu dersi almış olması ise, bu dersin ancak ilahiyat fakültelerinde veya medrese köşelerinde az sayıda insana öğretilen soyut bir hakikat olarak kalmadığını gösteriyor.
Durum buyken, çocuk yaşta öğrendiğim bu dersin hilafına, müessif bir konuşmaya şahit oldum geçen hafta. Sadece ben değil, hepimiz şahit olduk. Sonrasında tevil edilmeye de kalkışılsa, depremde en ağır kaybı yaşamış bir beldede söylenen o sözün siyak ve sibakıyla ne demeye geldiği elbette gayet açıktı. Dahası o sözler, icraatle maalesef zaten doğrulanan bir durumu teyid, ikrar ve itiraf ediyordu. Nitekim, yapımı tamamlanan deprem konutlarının dağılım tablosu da beldelerin kime oy verdiğine göre gerçekleşen bu ayırma ve kayırmayı ayan beyan gösteriyordu.
Kendisine emanet edilen yetkiyi ve imkânları, yeminini ettiği ‘adalet’ ilkesini gözeterek değil, ‘bizden-öteki’ tasnifleri içinde kime ne kadar oy verdiği hesabıyla kullanmak, her mü’minden tecvitle okunmaktan öte ciddiyetle uygulanmayı bekleyen adalet âyetleriyle elbette kesin bir surette çelişiyor. Bizatihi Kur’ân’ın tarifiyle takvaya yakın olan ve yakışan adalet olsa bile, siyasetçi geçmişte ve bugün bu gerçeği ıskalayabiliyor. Bediüzzaman Said Nursî’ye, “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” dedirten bir sebep de bu zaten. Siyaset ile takva arasında gerilim, çatışma, hatta zıtlık gördüğü için, istisnalar bir tarafa, genel durum olarak şu tesbitte bulunuyor Bediüzzaman: “Siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer.”
Bir örneğini geçen hafta gördük işte. Din adaleti emrederken, seçimde sonuç alabilmek uğruna ‘adaletsizliği’ vaad etmek gibi bir vahamete şahit oldu gözlerimiz ve kulaklarımız. Yetki ve sorumluluk mevkiinden adalet sözü çıkmadı da, kendisine verilen emaneti adaletle değil ayırma ve kayırma ile kullanacağı iması zuhur etti. Herkes bu ülkenin hukuk önünde eşit vatandaşı, herkes aynı vergi kanununa tâbi, herkesin eşit derecede hakkı ve hukuku var sözü verilmedi de; merkezden ne kadar hizmet alacağın yerelde kime oy verdiğine bakar iması zuhur etti.
Siyaset ile takva arasındaki gerilime binaen,‘tam müttaki dindar’lık beklemediğimiz siyasetçi böylesi bir tutumu dillendirir duruma gelmiş olsa bile, tam müttaki dindar olmaya talip, dahası itibarını buradan devşiren kanaat önderlerinden yüksek sesli bir itiraz ve uyarı duymalı değil miydik?
Adalet insanlar arası ilişkilerde Kur’ân’ın bize emrettiği en açık ve net ilke olduğu halde, bu gerçekleşmedi maalesef… Yedi-sekiz yaşında bir çocuğun vaktiyle bir menkıbeden almış olduğu dersi, sabah akşam dinden, imandan, takvadan bahseden insanlar hatırlatılması gereken kişiye söyleyemediler.
Kitapta yazılan ile hayatta yaşanan hiç birbirine benzemiyor maalesef.
Davet edildiğimiz ilke ve yaşadığımız gerçeklik arasındaki mesafe büyük…
O kadar büyük ki, insan o meşhur repliği hatırlamadan edemiyor: Nereden nereye?