Hiç inanmıyorum (1) ister Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ister mevhum bir devletin (yani askerî-bürokratik vesayetten artakalmış bir öznenin), gelinen noktadan memnun ve müsterih olduğuna. (2) Ayrıca, aralarında “yeni ekonomik model” konusunda tam bir uyum ve görüş birliği teessüs ettiğine. (3 Bunun da 1912’den beri her nasılsa kesintisiz devam eden bir İttihatçılık anlayışından kaynaklandığına. (4) Bu bağlamda, söz konusu devlet ruhunun, dış dünya ile ilişki konusunda İttihatçılıktan oldukça farklı (çok daha Batıcı) bir çizgiyi temsil eden Atatürkçülüğün yetmiş yıllık mirasını bir çırpıda, bu kadar kolay silip attığına. (5) Ve bütün bunların, vizyonsuz bir muhalefeti, cevaplanması çok zor, üstesinden gelemeyecekleri sorularla karşı karşıya bıraktığına.
Buraya gelen yoldaki zigzaglar tam tersine işaret ediyor. En başta, Berat Albayrak’ın bakanlığı bu “yeni ekonomik model” açısından düşünülüp tasarlanmış bir şey değildi. Resmen ve alenen, damadın kendi ihtirası ile ailenin iç dayanışmasının, damat kayırmacılığının sonucuydu. Dolar kurunun daha o dönem tıtmanışa geçmesi keza planlanan bir şey değildi; düşük faiz politikası ile Türkiye’nin kurumsal güvenilirliğinin aşınmasından kaynaklanıyordu. Üstelik iktidar TL’nin değer kaybetmesini istemiyordu. Nitekim bu yüzden, Merkez Bankası üstü örtülü işlemlerle 128 milyar dolar satmaya zorlandı (son günlerde bir Reuters analizi teyid etti, bu bilginin doğruluğunu). Bu yüzden, döviz rezervleri eridi de eridi. Bu yüzden, malî bürokrasi isyan etti sonunda.
İyi de, malî bürokrasi devlet değil miydi? Yeni model konusunda devlet-AKP bloklaşmasının bütün kanatlarında tam bir görüş birliği vardıysa, Naci Ağbal neden (mecazî anlamda) koltuğunun altında dosyalar ve ekonominin gerçek durumuna ilişkin verilerle, doğrudan cumhurbaşkanına çıktı? Daha önemlisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan neden ve nasıl ikna oldu, yanıltıldığına ve dolayısıyla damadının yanlışlığına? Geriye baktığımızda, Albayrak’ın aslında tamamen şimdi yeni model diye kutsanan çizgide hareket ettiği görülüyor. Öyleyse internet üzerinden tantanalı istifası, gecikmeli olarak “görevden affı” ve sonra ortadan yokolması, hangi komple uyumun yansımasıydı?
Yerine gelen ekip kısmî de olsa bir başarı sağladı mı? Sağladı. Hem kişilikleri ve haklarında bilinenler, hem de politika faizinin peşpeşe birkaç defa arttırılması sayesinde, TL’in değer kaybı ve döviz rezervlerinin erimesi bir nebze durdurulabildi mi? Durdurulabildi. O sıralarda (kronik karamsarlar dahil) hemen bütün bağımsız yorumcular bu gelişmeyi biraz olsun rasyonaliteye dönüş diye karşıladı mı? Karşıladı. Peki hemen akabinde, bakanlığa getirilen Lütfi Elvan ile merkez bankasının başına getirilen Naci Ağbal’a karşı, faiz karşıtı kesimden başlatılan medyatik saldırılar neyin nesiydi? Yeni modele ilişkin transandantal bir bilinçten mi, yoksa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faiz-enflasyon teorisinin yanlışlığının ispatlanmasına, dolayısıyla karizmayı çizdirmiş gözükmesine tepkiden mi, ya da belki sırf Erdoğan’ın kendisine mahsus inatçılığından mı kaynaklanıyordu?
Devamında, sarsıntılar ve sert virajlar eksik olmadı. Naci Ağbal’ın yerine Şahap Kavcıoğlu geldi; yetmedi, önemli bir Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısı arifesinde, faiz düşürmeye karşı olduğu söylenen üç Merkez Bankası yetkilisi birden görevden alındı. Ama Lütfi Elvan yerinde kaldı. Erdoğan konuşmaya devam etti ve her seferinde, rasyonelliğin geri gelebileceğine dair umutların biraz daha çökmesi sonucu, piyasalarda yeni depremler patlak verdi. Bu koşullarda, son haftalarda birkaç kere Lütfi Elvan’ın istifa ettiği-edeceği söylentileri dolaştı. Muhtemelen etti ama kabul edilmedi. Çünkü o günlerde bakanın istifası bir itiraz ve muhalefet çıkışı olarak yorumlanacaktı. Oysa cumhurbaşkanının böyle sinyallere hiç tahammülü yok, bilindiği gibi. Ancak Erdoğan, bayır aşağı yuvarlanıp içine düşülen çukuru “başarı” ve “yeni model” diye sunmaya karar verdikten sonradır ki, yani söylem değişikliğinden sonradır ki, düşük faiz politikasına karşı olduğu bilinen (ve dolayısıyla “mandacı iktisatçılar” kategorisine girmesi gereken) ama Naci Ağbal ile birlikte, iç-dış kamuoyuna bir istikrar ve rasyonellik güvencesi olarak bakanlığa getirilen Lütfi Elvan’ı orada tutmanın bir nedeni kalmadı. Önceki gece görevden alınmasının anlamı (a) ben yolladım; (b) çünkü bu yeni çizgide sana ihtiyacım yok… oldu.
İyi de, bütün bunlar çelişkisiz, problemsiz bir birliği mi yansıtıyor? Öyle olsaydı, doların 12’ye ve sonra 14’e fırlaması karşısında, Merkez Bankası’nın döviz kuruna doğrudan müdahale etmemesi gerekmez miydi, yeni model doğrultusunda? Veya şöyle sorayım: madem devlet-AKP blokunda yeni model konusunda mutlak bir uyum söz konusu, Devlet Bahçeli neden (AYM’nin bağımsızlığının kaldırılıp hizaya getirilmesi gibi) TCMB’nin de özerkliğinin tamamen kaldırılıp yüzde yüz hizaya getirilmesi çağrılarında bulunuyor?
Öte yandan, hükümet dışındaki devlet kurumlarının (meselâ MGK’nın) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son konuşmasına ve yeni model fikrine destek veren (bana göre hayli üstünkörü) demeçleri, acaba o mevhum devlet kavramının bu projenin bilinçli, hattâ major ortağı olduğunu mu ispatlıyor? Yoksa bir emir kulu tavrı ve konumunu mu? Erdoğan konuşuyor; TRT sokak röportajları yapıp vatandaşın yüzde 90’dan fazlasının yeni modeli desteklediğini ilân ediveriyor. Herkes hizaya geliyor, sokuluyor bir şekilde. MGK neden bunun dışında? MGK’nın demeci, başka herhangi bir kanıtın yokluğunda, neden bir kabulleniş değil de başat bir insiyatif sahipliği olarak yorumlanıyor? Fazla kolay ve zorlama kaçmıyor mu? Galiba mantık şu: Çünkü devlet Erdoğan’a tâbi olamaz; Erdoğan’ın devlete tâbi oluyor olması gerekir. Mi acaba? Hayli özcü, aprioristik bir yaklaşım olmuyor mu?
Şu kadarı doğru: var bir içe kapanma hevesi. Normal. Bütün otoriter rejimler, diktatörleşme eğilimindeki iktidarlar, dış dünyadan mümkün olduğu kadar kopmaya, kendi içine kapanmaya çalışır. Demokrasi de hatırlatılmasın isterler, özgürlükler de, insan hakları da. “Bağımsızlık” adına olabildiğince denetimsiz kalmak isterler. İkide bir “dış korkusu”nu köpürtmeye başvururlar. Milliyetçilik abartılır. Putin de böyle, Lukaşenko da, Şi Cinping de, Myanmar generalleri de, Viktor Orban da.
Bu sa evet, yeni bir resmî ideolojiyi beraberinde getiriyor. Ama bir, sonsuz ve sınırsız olamaz, “beka” teması ertafındaki bu varyasyonlar. Evet, şuna da katılırım; iktidar bir bakıma hayal satmaya çalışıyor, realite karşısında. Ama satabiliyor mu? Bakın, bundan birkaç yıl önce yapabildikleri dolar satma çağrılarını bugün tekrarlıyorlar mı? Kimse aldırıyor mu? Sürekli “vatanperver feragat” propagandasına herkes fazlasıyla doymuş gibi gözükmüyor mu acaba?
İki, Türkiye özelinde bu son ekonomik krize ve doların başını alıp gitmesine nasıl, nereden, hangi yoldan geldik? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni ekonomik model konuşması, iktidar blokunun bütün taraflarınca üzerinde anlaşılıp kararlaştırılmış bir dizaynın mı, 1912’den bugüne uzanan ideolojik bir determinizmin mi, yoksa yenik ama kuyruğu dik tutmaya çalışan defansif bir tavrın mı ifadesi?
Hayal? Hangi hayal? Hangi rakipsiz, alternatifsiz hayal? Öyle yaratıcı, ikna gücü yüksek, dolayısıyla muhalefete eyvah, şimdi ne ysapacağız dedirtecek bir kurgu mu var karşımızda? Önümüzdeki iki yılda geniş halk kitleleri günlük hayatının acılarına mı bakacak, Karagöz perdesindeki bu hayal oyunlarına mı?
“Neye niyet, neye kısmet? Misafir umduğunu değil bulduğunu yer. Evdeki hesap çarşıya uymadı.”
“Zaten inecektim”den sonra, bence iktidarın halini bir de bu geleneksel özdeyişler çok daha iyi yansıtıyor.