Ana SayfaGÜNÜN YAZILARINikea Konsili'nin yıldönümünün düşündürdükleri

Nikea Konsili’nin yıldönümünün düşündürdükleri

Nikea Konsili’nin 1700’üncü yıldönümü münasebetiyle dünyanın çeşitli ülkelerinde düzenlenen kutlama faaliyetlerini içeren gördüğüm bir listede İstanbul’da Ekim ayında düzenlenecek bir tek konferansa rastladım. İnsan hakları ve demokrasi karnemizin bir hayli bozuk olduğu bugünkü ortamda iktidar Patrikhane’yi Papa Leo’nun da katılımıyla yıl içinde bir toplantı düzenlemesi için teşvik etmesi ve bu amaçla gereken tüm desteğin verileceğini açıklaması kötü mü olur?  Bence karnemizin düzelmesini tek başına sağlamaz ama Hristiyan dünya kamuoyuna pozitif bir mesaj verir.   

M.S. 325 yılında İznik’in o zamanki adıyla Nikea’da toplanan Konsilin 1700’üncü yıldönümü bu yıl kutlanıyor.  Müteveffa Papa Francis’in bu kutlamalara katılmak için geçtiğimiz Mayıs ayında ülkemize bir ziyaret yapmak istediği bir hayli önceden duyulmaya başlamıştı.  Ölümle sonuçlanan ilerleyen rahatsızlığı bu ziyaretin gerçekleşmesini engellemişti.  Halefine bu ziyaretin yapılmasını vasiyet ettiği, hatta yeni Papa XIV. Leo’nun bu ziyareti Kasım ayında gerçekleştireceği duyurulmuşsa da böyle bir arzusu olduğu henüz teyit edilmemiştir.  Bir gazetecinin sorusuna cevaben ülkemize ziyareti için bazı hazırlıkların yapıldığını tek cümleyle ifade etmiş, ancak herhangi bir tarih ve ayrıntı telaffuz etmemiştir.  Konsilin yıldönümü münasebetiyle Vatikan’da düzenlenen sempozyumda yaptığı konuşmada bu ziyaret arzusundan bahsetmediği dikkatimi çekti.  Törenle ilgili yayınlanan fotoğraflarda katılan dini liderler arasında Patrik Bartholomeos’u göremedim.  Haliyle herhangi bir kanıtım olmamasına rağmen belki de yeni Papa’nın de bu yıldönümüne selefi kadar önem vermediği de sorusu aklıma gelmediği değil.  Yıl içinde bu sorunun cevabı gelecektir muhakkak.

Papa Francis’in yıldönümü münasebetiyle ülkemizi ziyaret etme fikrinin Ankara’nın da çok hoşuna gitmediği yönünde duyumlar alınmıştı. Papalar bizim protokol anlayışımızda dünyanın en küçük devleti Vatikan’ın başkanı olarak görülmektedir. Ülkemizi ziyaret ettiklerinde ilk önce Cumhurbaşkanlarıyla görüşmeleri, dini faaliyetlerini de ancak bundan sonra yapmaları ülkemizi 1967 yılında ilk ziyaret eden VI. Paul’den bu yana alışkanlık olarak gerçekleşmişti.  Francis de VI. Paul sonrası tüm selefleri gibi ülkemizi ziyaret ettiğinde Cumhurbaşkanı ile görüşmüştü. Hatta yeni Cumhurbaşkanlığı Sarayı tamamlandıktan sonra orada ilk ağırlanan devlet başkanı olduğu zamanında duyurulmuştu.  Mütevaziliği ve lüksün her türlüsüne duyduğu antipatiyle şöhret yapmış olan Francis’in yeni sarayın ihtişamı karşısında ne düşündüğünü tabiatıyla bilmiyoruz.  Konsilin yıldönümü için tekrar gelmiş olsaydı sarayı tekrar ziyaret etmek isteyip istemediğini bilmiyoruz.  Ancak bu hususun bir baş ağrısı konusu olabileceği de akla gelmektedir.  Hatta bu yıl boyunca birçok Avrupa ülkesinde cereyan eden kutlama faaliyetlerinin Ankara’nın isteksizliği karşısında Ekim ayında Mısır’da bir zirve ile taçlandırılması ihtimali de gündemdedir.    

Bu arada, Vatikan Büyükelçiliğimizin de son Büyükelçinin geçtiğimiz kış aylarında başka göreve atanmasından sonra boş olduğunu bu yazıyı hazırlarken biraz da hayretle fark ettim.  Umarım bu sadece geçici bir ihmalden ibarettir. Ancak makamın boş tutulması uzun süre devam ederse, İslamcı bir iktidarın Katolik alemin merkeziyle ilişkileri gevşetmeyi hedeflediği şüpheleri dile getirilecektir.

Peki Nikea Konsili’nin 1700’üncü yıldönümü neden bu kadar önemliydi?  Aslında değerli meslektaşım Hakan Okçal T24 sütunlarında Konsilin Hristiyanlık alemi için önemini ayrıntılı bir şekilde irdeledi.  Ben yazdıklarını tekrar etmeyeceğim.    İmparator Konstantin tarafından 200 kadar piskoposun katılımıyla Mayıs-Temmuz 325 arasında İznik’te düzenlenen Konsil Hristiyanlık doktrininin bazı temel unsurlarını tespit etmiş, Paskalya yortusunun tarihinin nasıl belirleneceğini kararlaştırmış ve kilise hukuk sisteminin temel taşlarını saptamıştır. Konsilin başlıca önemi Hristiyanlığın dördüncü yüzyılında bu tür bir kodifikasyon çalışmasını yapacak bir piskoposlar toplantısının ilk defa gerçekleşmiş olmasındadır.  Kutlama faaliyetleri de yüzyıllardan bu yana bölünmüş olan Hristiyan kiliselerinin hepsini bir araya getirmesi açısından büyük önem taşımaktadır.

Konsilin 1700’üncü yıldönümü faaliyetlerine ülkemizde en hafif tabiriyle mesafeli bakılması İslam dışı dinlere karşı ülkemizde Cumhuriyet döneminde takip edilen geleneksel tutumun yeni bir göstergesidir diyebiliriz.

Bilindiği gibi Lozan Antlaşması müzakereleri sırasında İsmet Paşa o zamanki şartlarda belki de anlaşılır nedenlerle Patrikhane’nin ülke dışına çıkartılmasını istemiş ancak diğer devletlerin karşı çıkması nedeniyle bu istekten vazgeçmek zorunda kalmıştır.  Bence Patrikhane’nin ülkemizde kalması iyi olmuştur.  Kullanmasını bilsek ülkemiz için bir kültürel zenginlik kaynağı teşkil edebilecektir.  Ne yazık ki bu imkânı heba etmeyi ülkemizi sırayla yöneten tüm iktidarlar tercih etmiştir. 

Birçok yorumcu ve yazarın iddiasının aksine, Lozan Antlaşması’nda Patrikhane’nin statüsü hakkında bir tek madde, bir tek satır bulunmamaktadır. Patrikhane’nin statüsünün İstanbul’daki Rum azınlığa dini hizmet vermekle sınırlı olacağına ilişkin Lozan’da varılmış sözlü bir mutabakattan bahsedilmektedir.  Lozan’ın birçok hükmünün ihlal edildiği bir ortamda sözlü mutabakatın ne gibi bir bağlayıcılığı olduğu tartışılmaya dahi değmez. Örneğin Doğu Ege’deki dört adanın silahsızlanması ile ilgili hükümlerin Yunanistan tarafından ihlal edildiği sık sık tarafımızdan gündeme getirilmekte, ancak Lozan’ın 14’üncü maddesine göre Yunanistan tarafından iade edilen Bozcaada ile Gökçeada’nın otonom bir yönetime sahip olmasının ve güvenliğinin yerel halktan oluşan bir polis gücü tarafından sağlanmasının gerektiğini kim hatırlıyor acaba?

Kendi açımızdan Patrikhane’yi İstanbul’daki Rum azınlığın dini ihtiyaçlarını karşılayacak bir kurum olarak görmekte ısrar etmekteyiz.  Hatta mübadele ile Anadolu’daki Rumların sınır dışı edileceği henüz belirlenmeden önce ve mübadeleden sonra Anadolu’da Rum kalmadığı için de işlevini kaybettiği için bir aile şirketine dönüşen Türk Ortodoks Kilisesi Ankara’nın isteği üzerine daha Kurtuluş Savaşı devam ederken 1921 yılında kurdurulmuştur.  Neticede Patrikhane hala Osmanlı Padişahı Abdülaziz zamanında kabul edilmiş bir nizamname ve İstanbul Valiliği tarafından Lozan’dan sonra yayınlanmış bir genelge ile çerçevesinde faaliyet göstermektedir.

Ancak dünyanın gözünde Patrikhane dünyadaki 300 milyon kadar Ortodoks Hristiyan’ın dini lideri, Katolik kilisesinin lideri papa ile eşit statüde bir kişi olarak görülmektedir.  Yurt dışı görevlerimde Patrik Bartholomeos’un gittiği ülkelerde devlet başkanları ile görüştüğüne bizzat şahit oldum.  Uzun yıllardır kapıları iktidarımıza bir türlü açılmayan Beyaz Saray’a Patrik düzenli bir şekilde gidebilmektedir.  Büyük şansımız mevcut patriğin doğduğu ve askerlik yaptığı ülkemize bağlılığını kamuya açık toplantılarda her fırsatta dile getirmesidir.

Ülkemizde geniş sayılabilecek bir topluluğun patrikhane söz konusu olduğunda paranoyaya düştüğü hepimizin malumudur.  Ne yazık ki bu yeni bir şey değildir.  Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında başlayan ve azınlıkların hak ve imkanlarının Lozan dahi dikkate alınmaksızın sınırlandırılması ve göçe teşvik, hatta zorlanması politikasından Patrikhane de nasibini almıştır.  Uzun yıllar boyunca Fener’deki binalarının bakımına dahi izin verilmemiş, bu anlamsız politika ancak Turgut Özal döneminde sona ermiştir.  Bazıları Fener’in bir Vatikan’a dönüştürülmesi için zengin Yunanlıların civarda toprak satın aldıklarını iddia etmeye kadar gitmişlerdir. Oysa Ortodoks kiliselerinin tarihini biraz incelemiş olanlar Vatikan tipi bir devlet olma geleneğine hiçbir zaman sahip olmadıklarını, kilisenin her zaman bulunduğu ülke yönetimine bağlı olduğunu bilirler.  Bugün bile Rus Ortodoks Kilisesi Patriği Kiril, Putin’e sorgusuz bağımlılığı ile ağır eleştirilere muhatap olabiliyor.

Kaldı ki İstanbul’umuzda kalan Rum sayısı Cumhuriyet kurulduğunda 150.000 iken bugün en hafif tabiriyle caydırma olarak adlandırabileceğimiz politikaların etkisiyle 2000’e kadar indi. Kocaman şehrimizde bir damladan ibaret kaldı. Bunların ülkemiz ve şehrimiz için bir tehlike oluşturabileceğine inanmak için gerçekten paranoyak olmak lazım. Ne yazık ki bu tür görüşlere sahip olanların sayısı hiç de az değil ve seslerini çok etkili bir şekilde duyurabiliyorlar.

Nikea Konsili’nin 1700’üncü yıldönümü münasebetiyle dünyanın çeşitli ülkelerinde düzenlenen kutlama faaliyetlerini içeren gördüğüm bir listede İstanbul’da Ekim ayında düzenlenecek bir tek konferansa rastladım.  Görebildiğim kadar da bu konferans da bir kilise tarafından düzenlenmekten ziyade, akademik nitelikli bir toplantıya benziyor.

Oysa bu anma faaliyetleri bizim için bir fırsat teşkil ediyor.  İnsan hakları ve demokrasi karnemizin bir hayli bozuk olduğu bugünkü ortamda iktidar Patrikhane’yi Papa Leo’nun da katılımıyla yıl içinde bir toplantı düzenlemesi için teşvik etmesi ve bu amaçla gereken tüm desteğin verileceğini açıklaması kötü mü olur?  Bence karnemizin düzelmesini tek başına sağlamaz ama Hristiyan dünya kamuoyuna pozitif bir mesaj verir.   Daha vakit varken gerekli adımlar atılmalı ama bunun yapılacağına ilişkin fazla bir ümidim olduğunu söyleyemeyeceğim.

- Advertisment -