İsmet Özel’in bugünlerde – neden bilmiyorum – sıkça karşıma çıkan bir sözü var: Nöbet başında uyuyan askerin kurşuna dizildiği bir Türkiye hayal ediyorum. Aslında sözün aslı böyle değilmiş. Özel, 2010 yılında Nokta dergisine verdiği röportajda açıklık getiriyor:
Asker kelimesi asla dilimden dökülmemiştir. “Kendisine tebliğ edilen nöbet sırasında şekerleme yapan herkesin öldürüldüğü bir Türkiye’de yaşamak istiyorum” diyorum. Yani nöbet derken, bir insan bakan olurken ne olmuş oluyor? Ona, buraya bak, diyorlar; nöbete dikiyorlar adamı. Eğer o, kendisine verilen nöbet sırasında şekerleme yapıyorsa, onu öldürmek lazım. Öyle askerlikle alakalı değil bu! Adam polis, öğretmen, bu kişiler maaşlarının dışındaki gelirle geçinmek mecburiyetinde olduklarını söyleyebilirler. Ama asıl o işe girerken, maaşlarına değil de maaşlarının dışındaki gelire dikkat sarf ederek hayatlarını düzenlemişlerse, onların da öldürülmeleri lazım.
Özel, asker sözcüğünü kullanmadığını vurgulamasına rağmen bu ifadenin askerli yanlış versiyonu İnternet’te dolaşıyor. Hatta parodisi bile var.
Cuma Mektupları’nın 8. cildinin 2002 baskısında bu söz “tuttuğu nöbet sırasında şekerleme yapanların kurşuna dizildiği bir türkiye’de yaşamak istiyorum” diye geçiyormuş. İsmet Özel muhtemelen okurundan mutlak bir nöbet uyanıklığı bekliyor, cümlesinin tam anlaşılmasını, seçtiği sözcüklere dikkat edilmesini istiyor. Ama ne çare… Nöbet ve uyumak (ya da şekerleme) sözcükleri bir araya geldiğinde bilgiç beynimiz oraya uykucu bir Şvayk dikiyor.
Ah, bizim edebiyatımız Şvayk’ı anlasa…
Zaten asker sözcüğünü çıkarsak bile ifade kendiliğinden askeri bir disiplini çağrıştırıyor. İsmet Özel’in militarist olduğunu söylemek zor, bununla birlikte düşüncesi ister istemez savaş fikrine kayıyor. Örneğin “Kafirle çatışmayı göze alan müslümana Türk denir” demesi belki de bundan… Bu tanımın çeşitlemeleri yakın zamanda 80. yaş gününü geride bırakan şairin Türk kimliğine çizdiği rolü belirliyor. Özel’e göre “herkes müslüman ama Türk olmak başka bir şey” Türklüğün ayırıcı vasfı “Kelimetullah uğruna kılıç çekmek”…
Bu fırtınalı retorik genç okurlarda – azalsa da – hala heyecan yaratıyor. Tabi okuyanların çoğu askerliği mümkünse bedelli geçiştiriyor, hatta belki imkan olsa kışlaya hiç uğramamayı tercih edeceklerdir. Zamanında Yeniçeriler için talim zorunluluğu getirildiğinde İstanbul’da çarşıyı haraca kesen bu tipler karşı çıkmış, sefer olursa gideriz, talime gerek yok diye kazan kaldırmışlar. Sefer olunca gitmemişler. Nereden mi biliyoruz? Gitselerdi muhtemelen Yunanistan diye bir ülke olmayacaktı. Militarizm hep bu ikiyüzlülük içinde işler.
Özel’in kafatasçı olduğunu öne sürmek abes olur. Türk tanımı içinde yarattığı mücahit imgesinin bir indirgeme olduğunu, bu indirgemenin de bir şey olmaktan çok bir şey olmamak fikrine dayandığını görmekse zor değil. Kafir – neyse artık – ile çatışmaya girmekle Türk oluyor insan, yani “kafir” diye bir şey olmasa Türk de olmayacak. Kafir üstüne kafa yoran, kafir arayan, kafir tarif eden bir ideoloji. Sanki Türk’ten çok kafire kafa yoruyor. Mesele “savaş” olduğuna göre bu normal, üstüne düşünmeye değer tek şey düşman çünkü.
Aslında İsmet Özel’in külliyatında militarizme hayranlık duyduğunu gösteren bir iz yok. Ama şunu desem yanlış olur mu? İslamın askeri olmak, kafirle çatışmayı göze almak Özel’in gözünde müslüman bireyin varabileceği üstün bir kişilik. Yaşadığımız dünyayı kafirle müslüman arasında çatışma alanı olarak görüyor, kişiyi bu çatışma alanındaki tarafına göre değerlendiriyor. Ya kafir ya da değil.
Taraf olmayı, çatışmayı hatta savaşı en yüksek değer sayanlar arasında İsmet Özel tek değil… Nihat Atsız da – tamamıyla farklı ideolojik çıkış noktalarından hareketle – savaşı insanın varoluşundaki büyük amaç, neredeyse tek yüksek değer olarak işliyor. Ruh Adam romanının Selim Pusat’ı tutkuyla bağlı olduğu subaylık mesleğinden edilmiş, kenara atılmış, milliyetçi, uzlaşmaz bir adam… Ona göre hayatın bütün anlamı savaş meydanında, çatışma alanında yatıyor. Bütün toplum büyük savaşlara kaynaklık etmek üzere asker yetiştirmeye odaklanmalı. Millet olmak bile Selim Pusat’a göre ordular kurmak ve çatışmak için gerekli:
Milletler olmayınca birbiriyle çarpışacak orduları nasıl kuracaksın? Bir tarafta insanlar, bir tarafta da otlar veya madenler mi bulunacak?
Milliyetsizlik Selim Pusat’a göre sadece hayvanlara mahsus bir özellik, yani eşref-i mahlukat sayılmak için “milliyet” sahibi olmak gerekiyor. Milliyet sahibi olmanın amacı da taraf olmak, ordular kurmak, savaş etmek. Hayatın içinde başka hiçbir değer bulamıyor.
Nihal Atsız’ı yüzeysel okuyanlar ırkçılık dışında bir vasfının olmadığını düşünmeye eğilimli. Ancak Atsız, Türkçe’nin bir çıktısı sayamayacağımız aruz şiirine düşkündü. Atsız açısından Türklük soy bağıyla ediniliyordu, evet, ama çevresindeki bütün Türkleri bu soy kumaşına layık görüp görmediği soru işaretidir.
Aslında iki portrede de bulundukları toplumun halinden mutsuz, büyük ülkülere adanması gereken hayatlarını kıymetsiz, süfli, günlük çıkar ve maişetini ilgilendiren meselelere harcayan dejenere insanlarla çevrili olduğunu düşünen aydını buluyoruz. İnsan şunu düşünmeden edemiyor: Sıklıkla işbirlikçilikçe suçlanan Tanzimat aydını da yaşadığı toplumdan şikayetçiydi, farkları nerede? Şurada: Özel de Atsız da bir zamanlar doğrusunu yaşamış atalar olduğuna inanıyor. Atsız bu masalı bulmak için “Mete” zamanına kadar gidiyor. İsmet Özel için hemen hemen ay yıldızın Türklüğün sembolu olduğu çağlara dönmek yetiyor.
Atsız, belki de romancı olduğu için yalnızlığının sefil yanını betimlemekte daha cesur davranıyor: Selim Pusat, kendini alkole veren, kadınlarla ilişkisinde kafa karışıklıkları yaşayan bir karakter. Direndiği için köşeye atılmış. İsmet Özel’in masalındaki Yusuf ise toplumun ördüğü bayağılık kalıbından çıkmak için canını feda etmeye razı trajik bir aşık…
Japon yazar Yukio Mishima da modernleşen Japonya’dan tiksintisini samuraylar döneminin değerlerini savunarak bastırıyordu. Acıklı bir intiharla tarih sahnesinden çekildi.
İsmet Özel “savaş bitmiş ben nöbette unutulmuşum” diyor. Nihal Atsız için saltanatın (temkinli davranıp romanda krallık diyor) kalkması askerlik sanatı açısından büyük bir felaket… Cumhuriyetle birlikte büyük komutanların yetişmesi, destansı savaşların yaşanması imkanı ortadan kalkmış. Özel’in de demokrasiyle arası pek iyi değil.
İkisinin de hayatında mizaha – düşmanlarını iğnelemek dışında – pek yer yok. Ama şu biten savaş sonrasında nöbette unutulma hikayesi… İster istemez Cem Yılmaz’ın Ali Baba ve 7 Cüceler filminde Zafer Algöz’ün canlandırdığı Memedov tiplemesini hatırlatmıyor mu?
Savaş fikrinin verdiği büyük bir heyecan, doyum sağlayan bir ciddiyet olmalı. Savaşılsın. Kafirle ya da başka milletle. Yeter ki savaşılsın. Savaşılmıyorsa da insanlar savaşsızlık için suçluluk duysun. Nihal Atsız, subayların baskın olduğu bir aileden geliyordu. Askeri Tıbbiyeye girdi. Savaş coşkusuyla yanıp tutuşan bir subay adayı için ilginç bir seçim, piyade ya da deniz subayı olmayı neden düşünmedi? Bu okuldan da üçüncü sınıfta “Arap” bir askere selam vermeyi reddettiği için atıldı. İsmet Özel’in askerliğiyle ilgili bildiğimiz Yıkılma Sakın şiirini yazabilecek zamanı bulmak için revire gidip sağlam dişini çektirdiği.
Modern edebiyatımızda bir savaşa katıldığını bildiğimiz çok şair sayamayız. Sanırım anmaya değer bir tek Ahmet Haşim var. İhtiyat zabiti olarak Çanakkale cephesinde bilfiil savaşmıştır. Bu meseleyle ne konuşmayı ne de yazmayı severmiş.
Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!