Ana SayfaGÜNÜN YAZILARINoterden tasdikli rabıta: Galiba Türkiye’de cemaatlerin devri kapanıyor

Noterden tasdikli rabıta: Galiba Türkiye’de cemaatlerin devri kapanıyor

Şu soruyu sormalıyız: Yıllardır kol kırılır yen içinde kalır anlayışıyla, gözden ırak konaklarda, merdiven altı kurslarda, dershanelerin ya da yurtların bu iş için ayrılmış misafir odalarında fısıltılar içinde yönetilen bu cemaatler ne oldu da böyle uluorta sere serpe medyaya döküldüler? İnternetsiz yıllarda rivayetlerle, aslında delil olmayan delillerle idare edilmesi mümkündü cemaatlerin… Ama artık bu müphemlik kültürüyle yürüyemiyoruz. Terliğin tabanları sıyrıldı, ateş kefeni sardı. Galiba Türkiye’de cemaatlerin devri kapanıyor.

Tarikatlarda neler oluyor? İsmailağa cemaatindeki çekişmenin arka planında ne var? Menzil bölündü mü?

Hayır, bu soruların hiçbirinin yanıtını bilmiyorum, merak etmiyor değilim, ama bence bu meselede odak noktamız “neler olduğu” olmamalı. Şu soruyu sormalıyız: Yıllardır kol kırılır yen içinde kalır anlayışıyla, gözden ırak konaklarda, merdiven altı kurslarda, dershanelerin ya da yurtların bu iş için ayrılmış misafir odalarında fısıltılar içinde yönetilen bu cemaatler ne oldu da böyle uluorta sere serpe medyaya döküldüler? Ne yaşandı da biz bu kendinden menkul “zat”ların iç çamaşırının rengine kadar her şeyi öğrenmeye başladık?

Mesela ben rabıtanın anlamını yanlış biliyormuşum. Kalbi temiz tutmak, bu niyetle bir mürşidin maneviyatına bağlanmak gibi bir şeyler sanıyordum. Meğer rabıta neredeyse noterde görülecek bir çeşit vesayet işlemiymiş. Kürsüye kim kurulacak, keseyi kim gezdirecek kavgasıymış.

Cübbeli Ahmet Hoca diye bir zat var. Aslında türün diğer örnekleri de cübbe giyiyor, ama nasılsa Ahmet Hoca cübbesiyle meşhur olmuş. Herhalde takipçileri cübbeyi ötekilere onun kadar yakıştırmamış.

Sosyal medyada bulabileceğimiz vaazları bir çeşit stand-up etkinliğini andırıyor. Müptelaları için tıka basa dolu bir gösteri.  Nefis esprileri var, Tahtalıköy dinlenme tesisleri, “kuşu öten” telefon zili, Fenerbahçe için dua etmesi… Biraz mizojinik, biraz heteronormatif tabi. Olacak o kadar.

Zamanında cehennem ısısına dayanıklı kefen, sırat köprüsünden geçiren terlik, peygamber sakalından süzülmüş su gibi ürünler yaratan bir pazarlama dehası. Steve Jobs halt etmiş. Fatih Altaylı’nın, Nişanyan’ın, Murat Bardakçı’nın çok sevdiği biri. Ne diyebiliriz? Ekran bazı insanları seviyor.

En çok o konuşuyor, en çok o şikayet ediyor.  Sayesinde çok şey öğreniyoruz. Tam bir gazeteci gibi çalışıyor. Medyanın her köşesine yetişiyor. TikTok’tan Instagram’a, Twitter’dan Youtube’a… Tabi kendi gayretiyle değil, sevenlerinin teveccühüyle olsa gerek.

Cemaatler mitolojiden  deliller getirerek ucu maddi çıkar ilişkilerine varacak bir iktidar savaşı veriyorlar. Biri rüyasını anlatıyor, öteki “peygamberle konuştum, delilleri var” diyor. İnsan bir kürsü uğruna, bir post sevdasına kendisinin ve kendisine güvenenlerin kutsiyetini bu derece ayağa düşürür mü?

***

Galiba Türkiye’de cemaatlerin devri kapanıyor. Galiba diyorum çünkü bunu bilmek mümkün değil. Adını bile işitmediğimiz bir yapı bir yerlerden filizlenebilir, biz ancak çeyrek yüzyıl sonra etkilerini öğreniriz.

Cemaatler son yıllarda çok yaygın biçimde görünmeye başladı. Hep vardılar, ama bu kadar görünmeleri yeni. Tiktok, vaazlerini çekip paylaşan genç hocalarla dolu, kimisi ballandıra ballandıra hurileri anlatıyor, kimisi kaslarıyla övünüyor, bir tanesi var, İngilizce sınavına girenler için dua etmem, Arapça öğrensinler diyor, kimi kaleci oluyor, kimi penaltı atıyor. Neymar gibi vuruyor mübarek! 

Bunların liyakati nedir, nereden geliyor? Bilmek zor. Halkı dini konularda yönlendiriyorlar ama bu iş için ne kadar eğitildikleri belirsiz. Bazılarının daha tüyü bitmemiş. Şalvarı çekip çenesinin ucunda iki tel sakal koyana bir haller oluyor.

Hemen her konuda bir şeyler söylüyorlar. Kıç silmeyi anlatan var, böyle bardak temizler gibi gırç gırç ses çıkana kadar ovacakmışız. Kıç silmeyi bilmeyen de var demek, öyleyse bu da bir hizmettir.

Ama ne yok? Maneviyat yok. Maneviyat, yani anlam dünyası. Yani insanların inanç dünyalarını zenginleştirecekleri, varlıkla derinden bağ kuracakları, tefekkür edecekleri hiçbir şey yok. İnsan olmak, kemale ulaşmaya çabalamakla ilgili bir dertleri yok. Bir sözleri hiç yok. Farzları yeniden icat etmekle, sünnetleri kendilerine uydurmakla meşguller. Marvel kahramanları gibi  kerametleri olan şeyhlerin akla zarar hikayelerini anlatmaya doyamıyorlar. “Tarikat” lafından anladıkları bir örgütü genişletmek, kaynakları artırmak, belki zamanı gelince darbe yapmak…

***

Önceki yazımda bu yapıların aslında aynı zamanda işçi sınıfı örgütlenmeleri olarak okunabileceklerini söylemiştim. İşçi sınıfı aleyhine oluşmuş zayıf bir ekonomide genişleyen bir topluluğun iç dayanışmasını kurmasında, manevi rolleri tartışılmaz.

Yani, soğuk savaş döneminde desteklendikleri de aşikar…

Ayrıca kültür dünyasının modern seçeneklerinden uzak kalmış ya da bu seçeneklere karşı yabancılık duyan insanlar için bir kapıydı bu cemaatler… İnsanlar atalarından devraldıkları inançtan kopmadan düşünmenin, tartışmanın, insanca dertleşmenin yerini buluyordu. “Bizim” dedikleri bir şeydi bu. Modernlik karşısında yaşadıkları dışlanmayı telafi ettikleri, “var” oldukları, varoluşlarını birlikleriyle perçinledikleri yerdeydiler.

Bu nedenle kendi adıma “Tarikatlar kapatılsın!” seviyesinde tepeden inme bir itirazım hiç olmadı. Bunlar tarihin de bir parçası. Müziğimizde, edebiyatımızda payları var. Ama bugünkülerin? Tartışılır. 

İstismar edilmeleri mümkündü ve defalarca istismar edildiler. Nihayetinde sınanabilir iddialar yerine rivayetlerin, rüya tabirlerinin, şahitsiz mucizelerin, kulaktan kulağa söylenenlerin hükmünün sürdüğü yerde başka ne beklenebilir? 

İnternetsiz yıllarda rivayetlerle, aslında delil olmayan delillerle idare edilmesi mümkündü cemaatlerin… Biri çıkıp da Jacques Cousteau’nun Cebelitarık boğazında denizlerin karışmadığı sınırı görerek ya da Neil Armstrong’un ayda ezan sesi duyarak müslüman olduğunu söylediğinde bunu sorgulayan olmuyordu, işin aslı ortaya çıkana kadar çember bir kat daha genişliyordu.

Müphemliğe geleneksel olarak yatkın olan halkımız samimi inançlarını bu yapılara kolayca emanet ediyordu. Belki içlerinde duyarlı, bilgili, sezgisi yüksek ve iyi niyetli hocalar da oldu, bilemiyoruz, ama belli ki çoğunluk değildiler.

Ha, bu müphemlik kültüründen yararlanan sadece cemaatler değildir. Devrimci olma iddiasıyla fukara mahallelerden gencecik insanları devşiren örgütler de bunun ekmeğini bolca yemiştir. Mitler, şehitler, yücelik hikayeleri üreterek…

Halbuki İslam, bilimsel olmaya yakın bir metodoloji üstüne inşa edilmiştir. Fıkıh, Hadis incelikli sınama teknikleriyle başka din kültürlerindeki ilahiyat yöntemlerinden ayrılır. Ama okumak, araştırmak, öğrenmek, denemek ve tartışmak bu cemaatlerin sevdiği, önerdiği şeyler değil… Tam tersine susturduğu, tehlikeli gördüğü alışkanlıklar.

Artık bu müphemlik kültürüyle yürüyemiyoruz. Terliğin tabanları sıyrıldı, ateş kefeni sardı.

Ve tel tel dökülüyor…

- Advertisment -