Ana SayfaGÜNÜN YAZILARINükleer şemsiye

Nükleer şemsiye

Fransa Cumhurbaşkanı Macron Fransız nükleer şemsiyesinin Avrupa ülkelerini de kapsayabileceğini ancak kontrolun Fransa’da kalacağını açıkladı. Bu açıklamayı yetersiz bulduğu anlaşılan Polonya Başbakanı Tusk ABD veya Fransız nükleer silahlarının ülkesinde konuşlandırılmasını istediğini söyledi. Ancak Putin değil Doğu Avrupa’daki NATO ülkelerine nükleer silahların konuşlandırılmasını kabul etmek, hepsindeki NATO askerlerinin geri çekilmesini istemekte ısrar ediyor.

Donald Trump’un iki ay önce Beyaz Saray’a ikinci gelişinden sonra nerede ise ilk hedefinde uluslararası hukuk kurallarına dayalı ilişkiler sistemi oldu.  İlk bariz kurban hukuka ve kurallara dayalı ve ABD’nin kurucusu olduğu uluslararası ticaret sistemi oldu. Trump bu kuralların her zaman ABD çıkarlarına uymadığı noktasından hareketle sistemi alt üst etti ve sadece güçlülerin hakimiyetine dayalı şeni bir ilişki modeli ortaya çıkardı.  Tabii birçok başka alanda olduğu gibi dünya ticaretinde de ABD tartışmasız en büyük güç olduğu için amaçlarına tüm tarafların yararına sonuçlanacak bir müzakere süreciyle tehditler ve tek taraflı tedbirlerle ulaştığını görüyoruz.  Nerede ise 80 yıl boyunca kademeli olarak ve büyük ölçüde ABD’nin önderliğinde oluşturulan bu sistem birkaç hafta içinde berhava edildi. Kurulduğundan bu yana Dünya Ticaret Örgütünde (DTÖ) ve selefi Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşmasında (GATT) Genel Müdür Yardımcılarından biri ABD’nin ağırlığının kanıtı olarak hep o ülke vatandaşı olmuştur.  Trump’un bu örgüte indirdiği ölümcül darbelerin sonucunda şimdiki ABD uyruklu Genel Müdür Yardımcısının görevinden ayrılmayı düşünüp düşünmediğini önümüzdeki dönemde göreceğiz.

Trump’un uluslararası sisteme indirdiği tek darbe bundan ibaret olmuş olsaydı, uyguladığı veya uygulama kadar zararlı olan tek taraflı tarife tedbir tehditlerinin yarattığı sarsıntıları geçirdikten sonra dünya ekonomisi daha düşük bir düzeyde olsa bile kendini toparlama imkanını bulacaktı.

Ancak Trump bununla yetinmeyip İkinci Dünya Savaşının bittiği 1945 yılından bu yana dünyayı ayakta tutan dengeyi de alt üst ederek barışı tehdit edecek şeyler yapmaya başladı.

Hatırlanacağı üzere ABD Ağustos 1945’te Hiroşima ve Nagasaki’ye birer atom bombası atarak konvansiyonel silahlarla devam etmiş olsaydı birkaç yüz bin daha ABD ve Japon askerin ölümüyle sonuçlanacak ve belki 1-2 yıl daha sürecek savaşı bir haftada bitirdi.  Bugün Japonlar dahi korkunç bir silah olan atom bombasının ülkelerine atılmasını bu nedenle anlayışla karşılar durumdalar.

Ancak atom bombasının sadece ABD’nin elinde olmasının ona ölçüsüz bir güç vereceğini düşünen ABD’deki araştırma ekibinde yer alan bir İngiliz casus, bombanın sırlarını SSCB’ye verince o da 1949 yılında bomba sahibi oldu. Nitekim, Kore savaşında işlerin çok iyi gitmediğini düşünen ve daha önce ABD’nin Japonya’ya karşı zaferinin mimarı olan General Douglas McArthur Kuzey Kore-Çin hududuna beş adet atom bombası atmayı tasarlamıştı. Bu planı öğrenir öğrenmez Başkan Truman, McArthur’u durdurmakla kalmayıp ABD kamuoyundaki şöhretini dikkate almaksızın azletmişti.  O tarihten sonra atom bombasının kullanılmasının bir daha ciddi bir şekilde gündeme geldiğine ben rastlamadım.

Sonraki yıllarda Çin, Birleşik Krallık ve Fransa da nükleer silah sahibi oldular.  Birleşik Krallığın nükleer silahlarının geliştirilmesinde ABD’nin rolü büyük oldu. Bugün bile Birleşik Krallık nükleer başlıkları ABD füzelerine bağımlıdır.  Trump ABD’sinin Birleşik Krallığın bu silahları kullanmasını engelleme imkânı olması İngilizleri bugün kara kara düşündürmektedir.   Fransa kendi imkanlarıyla nükleer silah sahibi oldu.  Çin ise SSCB yardımından yararlandı.

Ancak uzun yıllar boyunca ABD ve SSCB nükleer silah stokları diğer nükleer silah sahiplerinden çok daha büyük oldu.  Bugün bile Fransa ile Birleşik Krallığın elinde bulunan nükleer başlık sayısı Rusya’nınkilerin ancak 1/10’a tekabül ediyor.  Bu farkın ne ölçüde önemli olduğu tartışılabilir zira her iki taraftaki başlık sayısı karşı tarafı birkaç defa imha etmeye yeterli.  Bu nedenledir ki bu dogmaya Mutually Assured Destruction (MAD veya Karşılıklı Garantilenmiş İmha) dendi.  Bu konseptin kısaltılmış halinin aynı zamanda İngilizce deli anlamına gelmesinin bir tesadüf olup olmadığından emin değilim.  Ancak bu silahlara başvurmanın çılgınlık olacağı bütün Soğuk Savaş döneminde kabul edilmiş bir gerçekti.

Soğuk Savaş ve sonrasında iki blok kendi mensuplarını koruyan birer nükleer şemsiye oluşturdular.  SSCB’nin kurduğu Varşova Paktı çözüldükten sonra bütün mensupları NATO’ya üye olmak suretiyle öbür şemsiyenin altına girdiler.  Birleşik Krallık ve Fransa ABD’nin korumasından yararlandıkları için kendi stoklarını geliştirme gereğini duymadılar.  Zaten başlıkların sayısının azaltılması için yapılan anlaşmalar bunu engelliyordu.

Resmen nükleer silah sahibi olan ülkelerin aynı zamanda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin beş daimî üyesi olması aslında tesadüf çünkü bu ülkeler o sıfatı İkinci Dünya Savaşının galip ülkeleri olmak sayesinde kazanmışlardı.  Bu beş ülkeye ilaveten Hindistan, Pakistan, İsrail ve Kuzey Kore ve bu gidişle İran da nükleer silah sahibi oldular veya olmak yolundalar. Ancak hiçbirinin elindeki stoklar ABD ve Rusya’nın elindekilerle mukayese edilecek miktarda değil. Kaldı ki bu ülkelerin nükleer silah kullanmak için gerekli taşıyıcı kapasitesine ne ölçüde sahip oldukları da çok açık değil.  Çin ise başlık sayısını azaltmaya yönelik ABD ile Rusya arasında akdedilen ancak Rusya’nın da askıya aldığı  START’a (Strategic Arms Reduction Treaty-Stratejik Silahları Azaltma  Antlaşması) taraf olmadığı için kendi başlık sayısını çok geriden gelmekle beraber arttırma yoluna gidiyor.

Soğuk Savaş boyunca başta ABD ile SSCB’nin anlaşabildikleri nadir konulardan birisi nükleer silahların yayılmasının önlenmesi ve denemelerin yasaklanmasıydı.  Bu amaçla çeşitli uluslararası anlaşmalar imzalandı.  İran ve Kuzey Kore gibi nükleer silah peşinde koştuklarını gizlemeyen ülkelere halen devam eden yaptırımlar uygulandı.

Bu durum bugünlere kadar devam etti.  Ülkemiz dahil NATO’nun Avrupa’lı üyeleri ABD nükleer şemsiyesi altında huzurlu bir dönem geçirdiler.  ABD’nin Avrupa’da Belçika, Hollanda, Almanya, İtalya ve ülkemizde nükleer silah konuşlandırdığı biliniyor. Bu silahların NATO’ya sonradan giren Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yerleştirilmediği de dikkate değer bir nokta. ABD’nin NATO yükümlülüklerine bağlı olduğu sürece ülkemiz dahil -Birleşik Krallık ve Fransa hariç- hiçbir Avrupalı NATO üyesi nükleer silah geliştirme yoluna gitmedi. Hatta teknolojiye sahip olan Almanya ve İtalya dahi bu yola başvurmadı.  Zaten ülkemiz dahil hepsinin taraf olduğu 1982 tarihli Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT-NonProliferation Treaty)   bunu engellemektedir.

Üç yıldır devam eden ve Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile başlayan savaş dengeyi bozmadı.  Rus tarafından zaman zaman kısa menzilli nükleer silah kullanılabileceğine dair sesler çıkmasına rağmen, son zamanlarda bunlar da kesildi.  Rusya bir defa nükleer silah eşiğini aşarsa arkasının geleceğinin farkındadır muhtemelen.

Ancak Trump’un ve yardakçıları Başkan Yardımcısı JD Vance ile akıl hocası Elon Musk’un ABD’nin en azından bu yönetim altında NATO yükümlülüklerine bağlılığı konusunda şüphe uyandıran ifadeleri tüm Avrupa ülkelerinin midesini bulandırdı. Trump bir değil birkaç defa kendi savunmasına yeterli kaynak ayırmayan NATO ülkelerini savunma ihtiyacını duymadığını söyledi. Vance de buna benzer ifadelerde bulundu. Baltık ülkelerine Rus saldırısı olduğu takdirde onların yardımına koşup koşmayacağına yönelik bir soruya cevaben Polonya’yı çok sevdiğini söyledi. Bilgisizliği ile ün salmış Trump’un Baltık ülkelerinin kim ve nerede olduklarını bilmemesi mümkün.  Ancak bu tür laflar NATO tekerlerine bir çubuk atmak anlamına gelmektedir.  Musk ise ABD’nin hem NATO’dan hem Birleşmiş Milletlerden çıkması gerektiğini söyledi.  Bu ifadelerin ABD görüşlerini yansıtmadığına ilişkin bir açıklamaya rastlamadım.  Tersine ABD’nin Almanya’da konuşlanmış 30.000 kadar askerini geri çekebileceğine ilişkin ihtimallerden bahsediliyor.

Trump’un hem Rusya’ya yanaşması hem de NATO’ya bağlılık derecesine şüphe düşüren ifadelerini Avrupa’da yarattığı panik malum.  Geçen haftaki yazımda değindim.  Avrupa konvansiyonel silahlanmasına hız veriyor.  Polonya ordusunu hızla büyütüyor.  Bu gidişle NATO’nun ikinci ordusu sıfatını elimizden alabilecektir.

İşin nükleer boyutu ilk başta pek gündeme gelmedi.  Fransa Cumhurbaşkanı Macron Fransız nükleer şemsiyesinin Avrupa ülkelerini de kapsayabileceğini ancak kontrolun Fransa’da kalacağını açıkladı.  Bu açıklamayı yetersiz bulduğu anlaşılan Polonya Başbakanı Tusk ABD veya Fransız nükleer silahlarının ülkesinde konuşlandırılmasını istediğini söyledi. Ancak Putin değil Doğu Avrupa’daki NATO ülkelerine nükleer silahların konuşlandırılmasını kabul etmek, hepsindeki NATO askerlerinin geri çekilmesini istemekte ısrar ediyor.  

Nükleer şemsiye tartışması ileride ne şekilde gelişecek bunu zaman gösterecektir.  Ancak Trump’un bozduğu güvenin yeniden tesisi çok kolay olmayacaktır.  Güven bir defa bozuldu mu yeniden kurulması kolay değildir.  Hele ABD Trump’un ve ekibinin salladığı tehditleri gerçekleştirip silahları ve askerleriyle birlikte Avrupa’dan çekilirse biz dahil tüm kıta Rus nükleer silahlarının etki alanında savunmasız kalacaktır.  Rusya bu silahlara başvurmasa bile onları bir tehdit unsuru olarak kullanabilir.  ABD nükleer şemsiyesini kaybetmiş Avrupa da bu baskıya karşılık vermekte zorlanacaktır.  Böyle bir durum nükleer silahlanma yarışına yol açar, Soğuk Savaş döneminin Antlaşmaları çöpe atılır ve Avrupa ile bölge Trump öncesi tahayyül dahi edilemeyecek karanlık ve tehlikeli bir döneme doğru yol alır.  

- Advertisment -