Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sisi ile çift elle musafaha yaptığı fotoğraftan bahsediyoruz.
O fotoğrafa nasıl gelindiği hakkında herkesin kendi meşrebine göre bir açıklaması oldu.
Atatürk’ün Venizelos ile barışını örnek gösteren de, Müslüman Kardeşler’i neredeyse terör örgütü ilan etmeye kalkan da, suçu Davutoğlu’na yıkarak işin içinden çıkmaya çalışan da, “içimiz yanıyor ama ne yaparsın el mecbur” diye drama yapan da, 40 yıllık monşere dönüp diplomasi sanatı üzerine tiradlar geçenler de oldu.
Peki esas musafahanın iki tarafı nasıl açıkladı bu fotoğrafı?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, ayağının tozuyla Katar dönüşü uçakta konuştu, barış mesajlarına devam etti:
“Çünkü olaya ben şöyle bakıyorum, Türkiye-Mısır arası, bir liderler buluşması değildir, Türk milleti ile Mısır halkının geçmişteki birlikteliği bizim için çok önemlidir. Yeniden niye olmasın, yeniden niye başlamasın?”
Peki ya Sisi bu buluşma için ne dedi?
Hiçbir şey.
Sadece Mısır Cumhurbaşkanlığı’ndan Reuters’de yayınlanan bir açıklama var:
“Sisi ve Erdoğan arasında Katar’daki tokalaşma, iki taraf arasındaki ilişkilerin gelişiminin başlangıcıdır.”
Soğuk, mesafeli ve daha yolun başındayız diyen bir açıklama bu.
Zaten iki yıldır Türkiye’den bizzat Cumhurbaşkanı’nın ağzından verilen barış mesajlarına da Sisi bir karşılık vermemişti.
Sadece Mısır Dışişleri Bakanı, birkaç kez şartlar ileri sürmüştü.
Şu anda yüklenmekte olan bir sonraki tarihi fotoğraf karesinde de durum benzer.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Esad’la görüşme konusunda da aylardır olumlu sinyaller veriyor.
En son Esad’la görüşüp görüşmeyeceği sorusuna, sanki Esad AK Parti’den istifa etmiş eski bir bakanmış gibi, “Siyasette küslük, dargınlık olmaz” dedi.
Peki ısrarla uzatılan bu barış eline Esad ne dedi?
Yine hiçbir şey.
Meşrulaştırılmaya, açıklanmaya çalışılan bu “barış” adımları için bundan daha fazla bir şey söylemeye gerek yok.
Bir taraf sürekli jestler yaparken, adımlar atarken, iyi niyet mesajları verirken karşı tarafta sadece derin bir sessizlik var.
Doğru, eşitsiz bir iletişim bu.
Bir tarafta soru sorulabilen, demokratik yollarla seçilmiş bir cumhurbaşkanı var, karşısında ise ne yaptığının hesabını kimseye vermek zorunda olmayan diktatörler…
Zaten insanı içini burkan da tam olarak bu: Kendi şehirlerini jetlerle bombalamış, kendi vatandaşlarının üzerine askerini ateş açtırmış diktatörlere doğru adım atmak, jest yapmak zorunda kalmak.
Peki bunca yaşanan olaydan, söylenen sözlerden sonra, neden muhafazakâr kamuoyunda Sisi ve Esad’a doğru atılan bu ısrarlı adımlara, verilen samimi fotoğrafa beklendiği kadar bir tepki olmadı?
2013 ‘den beri AK Parti’nin resmi el işaretine dönen Rabia, Erdoğan’a TV’de gözyaşları döktüren, Dünya Beşten Büyüktür sloganını resmi dış politikası mottosu yapan, az kalsın Haccın tarihte ilk kez boykot edilmesine neden olacak Mısır darbesine karşı bütün o hassasiyet, darbeden beş sene sonraki yerel seçimlerde bile meydanlarda “Sisi’ye mi Binali Yıldırım’a mı oy vereceksiniz” dedirten dava arkadaşlığı nasıl bu kadar kolay unutulabildi?
Ümmetin gür sesi, İslam aleminin önderi Türkiye’nin değerli yalnızlığına övgüler, nasıl oldu da jet bir hızla “devletlerin dostları değil, çıkarları vardır” realist dış politikasına övgülere evrildi?
Müslüman Kardeşlere İhvan-ı Müslimin diyen dava adamlarının içinden nasıl bir anda soğukkanlı Kissingerlar çıkıverdi?
Sadece lider kültü, pragmatizm deyip geçilmeyecek daha derin cevapları hak eden sorular bunlar.
Muhalif çevrelere göre dinle biraz ilgili nefes alan her canlı siyasal İslamcı.
AK Partililer zaten eşittir siyasal İslamcılar.
“Siyasal İslamcı” denince gözler kararıyor, bu tespiti hakaretler, totolojik, ırkçı analizler izliyor.
Peki ya muhaliflerin zannettiği kadar siyasal İslamcı yoksa?
Bir süredir dinden uzaklaşarak deist olan gençlerdeki artış, başını açan başörtülü kızlar yakından izleniyor, muhafazakar kesimde sekürleşenlerin AK Parti’den uzaklaştıkları düşünülüyor.
Ama bu analizlerde eksik bir parça var: Hâlâ AK Parti seçmeni olan, kendisini dindar ve muhafazakar olarak gören kitlede de hızlı bir sekülerleşme ve dünyevileşme var.
Sekülerleşme deyince ilk akla gelen dinden uzaklaşma ya da “Deist” olmak.
Ama burada bahsedilen sekülerleşme, kelimenin tam olarak Latince anlamındaki gibi dünyevileşmek.
Son 20 yılda şehirleşme, zenginleşme, eğitim imkanlarına ulaşmayla doğal ve evrimsel bir yavaşlıkta giden bu sekülerleşme veya dünyevileşme eğilimi, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin çarpan etkisiyle büyük bir ivme kazandı.
Bu sekülerleşme ve dünyevileşme baş açarak, dinden çıkarak değil milliyetçileşerek, devletçileşerek yaşanıyor.
İslamcı, ümmet gibi kavramlar yerine “yerli ve milli” kavramlarıyla kendisini tanımlayanlar artıyor.
Yerli ve milli deyince içinde Türklüğün, devletin, geleneklerin ve dinin olduğu bir paketten bahsediyoruz.
İslami referansların yerini yerli ve milli olmaya bırakması da bir dünyevileşme ve sekülerleşmeyi gösteriyor.
80’ler ve 90’larda çok taraftarı olan, Türkiye Cumhuriyeti’ni Cuma namazlarını düşüren bir darülharp ülkesi olarak görmek, artık gülümsenerek hatırlanan bir gençlik hatırası.
Müslümanlar artık Necip Fazıl’ın meşhur dizelerindeki gibi kendilerini “öz vatanında garip ve parya” hissetmiyor.
Yıllardır beklenen o büyük hayal gerçek oldu ve devlet dinle barıştı; artık cenaze namazlarında kenarda bekleyen subaylar değil, vakit namazlarında saf tutan komutanlar, başörtülü polisler, dualarla açılan araba fabrikaları ülkesiyiz.
Uzaktan bakanlara bütün bunlar İslamileşme, laiklikten uzaklaşma gibi gelebilir.
Ama aslında devlet-din kucaklaşmasında kazanan din değil devlet oldu.
Devlet çıkarlarını ve politikalarını İslama uydurmadı. Din ve dindarlar artık Müslümaların olan devlete tabi oldu.
Devletin çıkarı otomatikman ümmetin çıkarı ve İslamın helali oluverdi.
Nasıl olsa devleti yönetenlerin imanından ve niyetinden şüphe edilmiyor, o halde onların her yaptıkları da İslami, helal ve meşru hale geldi.
Açıklanamaz noktalarda zaruret, maslahat gibi yerlere sığınılıyor ve artık din devletle çatışmıyor.
İslamcıların devletçileşerek ve milliyetçileşerek sekülerleşmesi aslında hayal kırıklıklarının da sonucu.
İslamcı dünya tasavvuru, hayalleri Arap Baharı’yla büyük bir heyecan yaşadı. Ama günün sonunda yaşanan yenilgiler ve yıkım büyük bir hayal kırıklığına neden oldu.
Bu küresel bir hayal kırıklığı.
Türkiye’de bu hayal kırıklığı çifte kavrulmuş yaşandı.
Ümmetin aslında bizi o kadar sevmediği ve beklemediği ortaya çıktı, emperyal hayaller suya düştü, Mısır darbesi ve Suriye’de İslam dünyasının bölünmesi, bazı Arap ülkelerinde artan Türkiye karşıtlığı, ümmet diye uzaktan sevilen Müslüman kardeşlerle Suriyeli mülteciler olarak birlikte yaşamak zorunda kalmanın yarattığı travmalar ve tabii 15 Temmuz darbe girişimi, darbeden sonra cemaat ve tarikat kavramlarının tehlikeli hale gelmesi ile moraller bozuldu, hayal kırıklarıyla içe doğru bir kapanma yaşandı.
Tarihin bu altüst oluşu içinde MHP’den uzanan el ve kurulan ittifak da milliyetçiliğin tutunacak bir dal olarak görülmesine yardımcı oldu.
Böylece Türkiye’deki dindarlar gözlerini ümmetten Türklüğe doğru çevirdiler.
Artık Dağlık Karabağ in, Gazze out. Aliyev in, Gannuşi out.
Devletle, tankla, tüfekle, jetle barışan dindarlar bu devletin resmi dindarları haline geldi.
Peki bu sırada sivil dine ve dindarlığa ne oldu?
Dinin modern dünyayla diyaloğa kapalı sert bir versiyonu ortaya çıkıyor.
Tebliğ yerini “din bu, ister inan ister inanma” özgüvenine bırakıyor.
Tavizsiz, masaya yumruğunu vuran hocalar popüler oluyor.
Yani bir taraftan dini yorum radikalleşirken aslında diğer taraftan marjinalleşerek hayattan kopuyor, dünyaya söz söylemekten uzaklaşıyor, yani dünyadan çekiliyor böylece sekülerleşmeye ve dünyevileşmeye yardımcı oluyor.
Cübbeli Ahmet, dünyadan kopuk, tam olarak uygulanması imkansız bu dinin sembolü.
Dünyayla işi olmayan böyle bir dinin kimseye de bir zararı yok; o yüzden Cübbeli Ahmet ana akımda, laik çevrelerde seviliyor, en tuhaf hurafeleri savunması dert edilmiyor, bir damla idrar yüzünden cehenneme adam gönderebilecek fıkhi bir radikallik, devletin icraatlarında İslama aykırı tek bir kelime bulmuyor, okunmuş kefen satan, Kemalist softa karikatürüne en yakın hoca, devletçiliğin ve milliyetçiliğin en hararetli savunucusu olabiliyor.
Günlük hayattan, modern dünyadan vazgeçmiş bir dinin peşinden gidenlerin azalması da herhalde çok tuhaf değil.
Pek çoğu için uzun süredir en İslamcı amel Erdoğan’ı desteklemek.
Her ne olursa olsun, her ne yaparsa yapsın ümmetin maslahatını gözeterek ve bir mümin hassasiyetle yaptığına inanılan Erdoğan’ı her koşulda ve iç ve dış düşmanlara karşı desteklemek, sıradan bir AK Partilinin bu dünyadaki en büyük cihadı.
Zaten artık devlet ile din kucaklaşınca İslamcılar için de en büyük düşman da Kemalistler ve laikler değil.
İslamın son kalesi olan Türkiye’ye göz dikmiş küreselciler, onların ülkemizdeki beşinci kolları, din adına elde kalmış son kale olan ailelerimize göz dikmiş LGBT lobileri.
Yani muhaliflerin zannettiği gibi karşımızda artık siyasal İslamcılar yok.
Yerli ve milli olan, devletinin yanında duran, dünya nimetlerini elde etmek, elde olanları korumak, artırmak ve dünyadan keyif almak isteyen insanlar var.
Bu insanların esas derdi dünya ile, ahiretle değil.
Yani sekülerleşmek zannedildiği gibi AK Parti’nin oylarını azaltmıyor. AK Partililer de kendi durdukları yerde kalarak sekülerleşiyor.
Böyle bir toplumsal, kültürel dönüşüm içinde, devletin ali çıkarları için, dindarlığından şüphe edilmeyen ülkenin liderinin Sisi’nin elini sıkması kimin umurunda olsun?