Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIO halde bu neyin anması ve neyin kutlaması?

O halde bu neyin anması ve neyin kutlaması?

15 Temmuz 2016 gibi… Bu girişimi yapanlar Truva atına gizlenen Aka askerlerinden farklı değildi. TSK’nın içine de aynen böyle sızmışlardı. Merak ettiğim husus şu: Truvalılar, Aka askerlerinin yaptığı bu sinsi plana rağmen şehri savunarak bu saldırıyı püskürtmüş olsalardı bunu bir kutlama törenine çevirecekler miydi? Sanmıyorum… O halde bu neyin anması ve neyin kutlaması? Bunu sadece dış güçlere bağlamak topu taca atmaktır. Bataklığınızı kurutmadıkça sinek üreten çok olur. Devletin başat kurumlarını bir takım grup, cemaatlere ve tarikatlara teslim ettikçe olacağı budur. Utanarak ve de sıkılarak ders almamız gereken bir süreçtir bu. Özellikle bazı yöneticilerimizin yurt dışı gezilerinde, yani dünya kamuoyu önünde bunu bir kahramanlık gösterisine çevirmesini gerçekten anlayabilmek mümkün değil.

‘Truva Savaşı’ Yunan mitolojisinin en önemli kısmını oluşturur.

 Bilgimizi tazelemek bağlamında gelin kısa bir özet geçelim.

Akalar ile Truvalılar arasındaki on yılı aşkın süren savaşta, askerler yorgun ve bitkin düşmüştür.

Bu durumu aşmak için pratik bir çözüm yolu bulurlar.

Akalar pes edip savaştan çekilir gibi gözüküp arkalarında tahtadan devasa bir at bırakırlar.

Oysa bu tahtadan yapılmış at askerlerle doludur.

Akalar planı uygular ve savaştan çekilir gibi yaparlar; ancak Odysseus’un kuzeni olan Sinon’u atın yanında bırakırlar.

Truvalılar merakla atın yanına giderler.

Ajan Sinon onlara tüm Yunanlardan nefret ettiğini, tahta atın Athena’ya adanmış bir sunu olduğunu; eğer onu surlardan içeri alırlarsa Tanrıça Athena’nın onları koruyacağını söyler.

Askerin bu sözlerine güvenen ‘saftirik’ Truvalılar tahta atı içeri alırlar.

Sonra da vur patlasın çal oynasın…

Sözde savaş bitti diye sabaha kadar eğlenip sarhoşluktan yorgun düşerler.

Tahtadan atın içine gizlenmiş Aka askerleri, düşmanın rehavetinden faydalanarak kaleyi kuşatırlar.

Ardından pusuda bekleyen Aka ordusu kente girerek Truva’yı ele geçirir.

Bütün bu olanlardan sonra Sparta Kralı Menelaos Helen’i alarak Yunanistan’a doğru yola çıkar.

Bu konuyu gündeme getirmekteki amacım Aka askerlerinin yaptığı cin gibi planı övmek veya irdelemek değil.

Merak ettiğim husus şu:

Truvalılar, Aka askerlerinin yaptığı bu sinsi plana rağmen şehri savunarak bu saldırıyı püskürtmüş olsalardı bunu bir kutlama törenine çevirecekler miydi?

Sanmıyorum…

Hiç kimse kendi ihmalinden, gevşekliğinden, rehavetinden ve hatta liyakatsizliğinden kaynaklanan bir olayı kutlama şölenine çevirmez!

Bunu bir de el âleme ifşa edip kahramanlık gösterisine dönüştürmek ise herhalde yakışık almaz.

Musibetlerden mümkün olduğunca ders çıkarmak evrensel bir temayüldür.

İstenmeyen bir olayın sürekli canlı tutulması, kendi acziyetinin ve zafiyetinin de sürekli tescili anlamına gelir.

Geçmişteki böyle bir olayı sürekli semboller, eylemler ve söylemler yolu ile hatırlatırsanız onu yaşatmaya devam etmiş olursunuz.

Mesela söz konusu olayın her yere isminin verilmesi veya her yıldönümünde kutlamalar, anmalar yapılarak sürekli afişe edilmesi gibi…

Merhum Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil “Haziranda Ölmek Zor” isimli şiirinde şöyle der:

“işten çıktım / sokaktayım / elim yüzüm üstüm başım gazete / sokakta tank paleti / sokakta düdük sesi / sokakta tomson / sokağa çıkmak yasak / sokaktayım / gece leylak ve tomurcuk kokuyor / yaralı bir şahin olmuş yüreğim / uy anam anam / haziranda ölmek zor!”

Sadece “Haziranda ölmek mi zor?”

Sonu ölüm olunca saati, günü, ayı ve yılı fark etmez.

Ancak bazı anlar vardır ki yok yere gitmenin sancısı derin izler bırakır.

15 Temmuz 2016 gibi…

Evet, Temmuz ayındayız ve konumuz 15 Temmuz 2016 kanlı darbe girişiminin yedinci seneidevriyesi…

Maalesef bu girişim neticesinde 251 vatandaşımızı kaybettik, 2 bin 734 vatandaşımız ise fiziken veya ruhen yaralı olarak hayatta kaldı.

Bu yazıda, darbe girişiminin nedenleri ve gelişiminin ilgi alanımızın dışında olduğunu not düşelim.

Konumuz daha çok, bu kanlı girişim sonrası neredeyse bir şölene dönüştürülen yönetsel ve toplumsal reaksiyon süreci.

Aradan geçen yedi yıla rağmen bu girişimi hala canlı tutan izleri her yerde görmek mümkün.

15 Temmuz Şehitler Köprüsü, 15 Temmuz Anıtı, hemen hemen her il ve ilçede mutlaka bulunan 15 Temmuz ormanları, ismi verilen sokak ve caddeler…

Birçok kamu kurum ve kuruluşu ile askeri birlik nizamiyelerini hala kâğıttan bir kale edasıyla koruyan beton blokları da unutmamak gerekir.

Estetik açıdan yoksun söz konusu devasa beton bloklar stratejik açıdan da gülünç durmaktadır.

Amaç dışarıya tank, ZPT gibi zırhlı araç çıkışını engellemekse böyle bir fiziki önlem hiçbir işe yaramaz.

Tank gibi savaş araçlarının asfalttan yürüme mecburiyeti yok ya!  Vurur, yandaki tel örgüleri yıkar geçer.

Girişimin ilk ayları askeri birliklerin önünü mesken tutan çöp kamyonlarını düşünün!

Bu türden alınan sözde önlemler, tamamen az gelişmişliğin görsel bir anlatımıydı.

Böyle bir tedbir, tankın egzozunu atletiyle tıkayarak durdurduğunu iddia edenle yarışır bir stratejiydi.

Kısacası, bu tür girişimler fiziksel önlemlerle değil zihinsel çabalarla halledilir.

Bunun pratiği ise, adam gibi gerçek bir demokrasi ve hukuk devletinden geçer.

Oysa bu girişimi yapanlar Truva atına gizlenen Aka askerlerinden farklı değildi.

TSK’nın içine de aynen böyle sızmışlardı.

Devleti yöneten erk ise yıllardır bunları sorumsuz Truvalılar gibi içimize almıştı.

Hem de can evimize!..

Bunu sadece mevcut iktidarla sınırlı tutmamak gerekir.

Akalar’ın bir ‘Sinon’ una karşılık bizde sayısız ‘Sinon’ vardı.

Bizdeki ‘Sinonlar’ askeri vesayeti yok etme bahanesiyle TSK’yı ‘Balyoz’ ve benzeri kumpas davalarıyla darmadağın etmiş, yerine kendi askerlerini yerleştirmişti. 

Ayrıca Truvalılar’ın hakkını yemeyelim; o gece onlara hiç kimse atın içerisinde asker olabileceğini ima yoluyla bile söylememişti.

Bizde ise o gece darbe olacağı bilgisi en üst düzeydeki iki kuruma önceden sızdırılmıştı.

Haber MİT Başkanı ile Genelkurmay Başkanına saatler öncesinde ulaşmıştı.

Emekli Korgeneral Zekai Aksakallı’nın tanık olarak verdiği ifadeyi hatırlayalım:

TSK’da kriz ve olağanüstü durumlarda, ilk haber alınır alınmaz ‘personel kışlayı terk etmesin’ emri verilir. Birlik komutanları kışlalarında, mesaiye devam edilir. Her zaman uygulanan bu temel ve basit kural 15 Temmuz 2016’da ilk haber alındığı zaman uygulanmamıştır. Uygulansaydı darbe girişimi baştan açığa çıkardı.”

Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış misali, Aksakallı bu sözleri üzerine muhataplarınca onuncu köye yollandı.

En azından ‘Balyoz Davası’ mağdurlarından Emekli Kurmay Albay Mustafa Önsel’in yazmış olduğu  ‘Ağacın Kurdu’ isimli kitap birileri tarafından okunmuş ve bir nebze ciddiye alınmış olsaydı, TSK’daki ‘Sinonlar’ın yaklaşan ayak sesleri yine duyulurdu.

O halde bu neyin anması ve neyin kutlaması?

Bunu sadece dış güçlere bağlamak topu taca atmaktır.

Bataklığınızı kurutmadıkça sinek üreten çok olur.

Devletin başat kurumlarını bir takım grup, cemaatlere ve tarikatlara teslim ettikçe olacağı budur.

Utanarak ve de sıkılarak ders almamız gereken bir süreçtir bu.

Özellikle bazı yöneticilerimizin yurt dışı gezilerinde, yani dünya kamuoyu önünde bunu bir kahramanlık gösterisine çevirmesini gerçekten anlayabilmek mümkün değil.

Şunu da unutmamak gerekir ki, dünyada başarısız darbe girişimlerinin sayısı başarılı olanlardan daha fazladır.

Mesela Arjantin bu açıdan adeta bir darbe cennetidir. İlk başarısız girişim 1951 yılında Devlet Başkanı Juan Domingo Perón’a karşı yapılır. Ardından 1987’de bir başka başarısız girişim daha meydana gelir.

Filipinler de Gregorio Honasan liderliğinde bir darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlanınca, Gregorio Honasan bir teşebbüste daha bulunur ve yine başarılı olamaz.

Darbe girişimlerinden Nazi lideri Adolf Hitler de, biri 1923 diğeri 1944’de olmak üzere iki kez nasiplenmiştir.

Hitler’in yara almadan kurtulduğu 1944’deki darbe girişimi sonucunda beş bin kişi yargılanmış ve bunlardan bazıları da idam edilmiştir.

1934’de Avusturya’da, 1935-1975’te Yunanistan’da, 1936’da Japonya’da, 1940’da Norveç’te, 1956’da Küba’da, 1958’de Fransa’da, 1959’da Brezilya’da, 1964’de İtalya’da, 1973’de Şili’de, 1991’de Sovyetler Birliği’nde, 2000’de Fildişi Sahili’nde, 2003’de Moritanya’da, 2004’de iki kez olmak üzere Kongo’da, 2006’da Çad’da, 2006’da Tayland’da, 2009’da Madagaskar’da vuku bulan darbe girişimlerinin hepsi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Başarısız darbe girişimlerine maruz kalan bu ülkelerin bunu bir anma merasimine çevirdiklerini pek duymadık.

Aksine, son olarak Wagner paralı asker grubunun kısa süren isyanının Putin’in karizmasını bir anda yerle bir edişine tanık olduk.

Putin’in kendi yarattığı canavar Yevgeni Prigojin’i zor bela durdurması onun için nasıl bir zafer olabilir?

1960 cuntası ve uzantıları bile, 1962 yılında kendilerine karşı darbe girişiminde bulunan Kurmay Albay Talat Aydemir’i ilkinde affedip ikincisinde idam ettiklerinde, bunu asla bir merasime çevirmediler.

Zira kendi açtıkları yoldan yürüyen biriydi Talat Aydemir.

Kendi gevşekliğimiz veya hatamızdan kaynaklanan bir olayı zor bela püskürtmek övünülecek bir durum mu ki?

Bu bir Malazgirt, Çanakkale veya Kurtuluş savaşı değil ki analım, yâd edelim!

Bu, bizatihi bedenimizle beslediğimiz asalaklarla aramızda geçen bir mücadeledir.

Kanımızı emip bizi bitab düşürene kadar seyrettiğimiz bu asalaklardan kurtuluşumuz nasıl bir gurur kaynağı olabilir?

Yapacağımız tek şey, şimdilik bu asalaklardan kurtulduğumuza şükretmek.

Bu yetmezmiş gibi, bir de her yeri bu haşeratı hatırlatan simge ve isimlerle doldurduk.

Oysa bir yere bir isim vermek kolaydır. Önemli olan onun kalıcılığıdır.

12 Eylül sonrası cadde, sokak ve okullara verilen kaç tane “Kenan Evren” ismi kaldı?

27 Mayıs 1960 darbesinin yıl dönümü on yedi yıl boyunca bayram olarak kutlandı ve yine bir darbe ile bu kutlamalara son verildi.

Milli Güvenlik Konseyi Üyesi Orgeneral Sedat Celasun’un teklifi doğrultusunda, 17 Mart 1981’deki oturumda “Hürriyet ve Anayasa Bayramı”, bir günde yine darbeciler tarafından takvimden çıkartıldı.

Böyle bir girişimi sürekli canlı tutmaya yönelik söylem ve eylemler, şimdilik bunu bir gösteriye çevirenin kendi kusurlarını gizlemeye yarar.

Hele ki Ömer Halisdemir gibi gerçek kahramanlar toprak altında susarken, onlar adına konuşup kendine bir takım sıfatlar yakıştıranlar gerçekten ayıp ediyorlar.

Yine, Erol Olçok ve hayatının baharındaki gencecik oğlu Abdullah gibiler köprüde mermilerle karşılaşmaktan zerre kadar çekinmezken, her şey süt liman olduktan sonra saklandıkları yerlerden çıkıp onların cesaretinden kendine pay biçenlere ne demeli?

Kısacası bizim derdimiz budur.

Yoksa 15 Temmuz’da giden veya yarım kalan canlar elbette ki üzüntümüzdür, kederimizdir.

Ki, Şair yaşamış olsaydı eminim söyle derdi:

Uy anam anam, 15 Temmuzda ölmek daha da zor!”

- Advertisment -