Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIÖmer Seyfettin liberal olabilir mi?

Ömer Seyfettin liberal olabilir mi?

Bugün koyu milliyetçi olarak andığımız Ömer Seyfettin bir zamanların -hadi liberal demeyelim!- önde gelen özgürlükçülerindendir. Olgunluk döneminde Serbest Fikir’de yazar. Her türlü baskıya karşı düşünce özgürlüğünü ve serbestliği savunur. Denebilir ki millilik ancak ve sadece özgürlükle ve serbestlikle kendini bulabilir, o nedenle her türlü baskının, sınırlamanın ve sansürün kendisi bizatihi gayri-millidir, toplumun gerçek anlamda kendini bulabilmesinin, kendini sevebilmesinin ve kendine gelebilmesinin önündeki en büyük engel, baskı ve otoriterliktir.

Yapı Kredi Yayınları, yakın zamanda önemli bir iş yaparak Ömer Seyfettin’in yıllarca kayıp olan, bir tür hatırat ya da günlük denebilecek notlarını, Kayıp Günlük ve Fon Sadriştayn’ın Karısı başlığıyla yayımladı. Kitap, adından da anlaşılacağı gibi iki bölümden oluşuyor. İkinci bölümde, onun en ilginç ve pek bilinmeyen, “tartışmalı” denebilecek bir hikâyesi yer alıyor: Fon Sadriştayn’ın Karısı. Birinci bölüm ise Ömer Seyfettin’in, tutkuyla bağlı olduğu yazılarını yazamadığında yaşadığı iç sıkıntısının kâğıda dökülmüş notlarını…

Bu küçük kitapçık, tıpkı onun kısa ama etkisi hayli uzun hikâyeleri gibi hem yazarlığına, kişiliğine ve görüşlerine hem de kendimize, ülkemize dair oldukça keskin gerçekler barındırıyor. “Yarım okka ekmek otuz kuruşa satılırken kim edebiyatla uğraşabilir. Ama ben uğraştım.” (s.33) diyor bir yerde. Ne çok insan, tutkuyla okuyup yazarken, “önemsenmeyen” bir sessizlikte ömrünü hiç de revaçta olmayan konulara vakfederken, hayatın geçim yükü altında bunalırken bu soruyu sorarken bulur kendini ve çok azı bu denli kısa, öz ve bütün iradi gücünü içinde hapseden şu cümleyi büyük bir emniyetle kurabilir: Ama ben uğraştım.

Yazıya bu denli tutkuyla bağlı insanların, yazamadıkları zamanlarda ne yaptıkları oldukça önemlidir. Bu insanların, bir türlü o içsel, canlı ve güçlü enerjiyi bulamadıklarında, bedbin, yılgın ya da ümitsiz olduklarında, insanlardan güç ve inanç devşiremediklerinde buradan nasıl çıktıkları, işte bu yaptıklarında gizlidir; bu tür zamanlar içinde pek çok ipucu, şifre ve yol gösterici emare saklar. Ömer Seyfettin’in Kayıp Günlük’ü ya da defteri de işte bu sorunun cevabıdır. Diğer bir ifadeyle, Ömer Seyfettin hiçbir şey yapamadığında bunu yapar, defterine içinden geçenleri döker; yazamadığı için yazar. Bu, zihinsel bir egzersiz, sonraki eserlerin oluşma devresidir. “Sulhtan sonra bütün kuvvetimle yazı hayatına atılacağım. Pek yaklaştı sanılan bu sulha kadar da boş durmayacağım. Eser hazırlayacağım. Bazen bugünkü gibi yazı yazmak istemezsem, Emil Zola gibi kağıtları karalamakla itiyadımı bozmamağa çalışacağım. Ama can sıkıntısı içinde aklıma gelenleri, düşündüklerimi şu deftere geçireceğim.” (s.35).

Buradan, Ömer Seyfettin’in az yazdığı ya da yazma zorluğu çektiği gibi bir sonuç çıkarılmamalı elbette. Tam aksine, oldukça kısa süren yaşamında son derece üretkendir. Daha çok hikâyeleri bilinse de özellikle dil ve ülke meselelerine dair fikir yazıları da fazlasıyla önemlidir. Başka dillerden kelime almanın sanıldığı kadar bir sorun olmadığını, esas sorunun başka bir dilin kaidesini, kurallarını almak olduğunu söyler örneğin, epeyce erken bir dönemde. Eğer ki alınan yabancı kelime kendi kaidelerimize uyarak kullanılırsa bozucu bir etki yapamamaktadır!

Ömer Seyfettin’in kısa hayatı, savaşlar, kayıplar ve buhranlar arasında geçer. Bütün bu ateşin ortasında bir gün esenlik içerisinde, içinde sürekli taşıdığı eserlerini yazıya dökmenin hayalini kurar. “Şu buhran da geçsin de…” der sık sık. Bir keresinde dönemin önemli ismi Ziya Gökalp ona: “Türkiye’de buhran bitmez. Biri biterken biri başlar. Eğer yazmak için hayali bir devri bekliyorsan.. O başka.” (s.35) der. Bu çok iyi gelir Ömer Seyfettin’e, çünkü asla hayali bir devir beklememektedir. Bütün eserleri gerçekliğin kalbinde şekillenmektedir ve beklemek, gelmeyecek olan hayalin boşluğuna düşmektir. “Düşündüm, bu hükmü doğru buldum. Faaliyetim o günden başladı. Bir sene içinde on beş sene içinde yazdığımdan daha çok eser vücuda getirdim.” der (s.35).

Ömer Seyfettin’in notlarına günlük demek eksik kalır çünkü günlükler genellikle bir iç dökmesi ve yazanın kafasında muhtemel bir okuyucu olmaksızın yazılmış, başına buyruk ve genellikle dağınık sözlerdir. İçinde gündelik, sıradan ve adiyattan pek çok unsur barındırır. Günlükte, yazılanlardan çok yazan kişiyi okumaya çalışırız ve bu da kimi zaman gereksiz pek çok ayrıntıyla dolu olduğundan oldukça yorucudur. Ömer Seyfettin’in notları öyle değil. Kafasında kurduğu ve savaş meydanlarında ya da esir alındığında oluşturduğu eserleri gibi tıpkı, bir şeylerin hazırlıklarını anlatmakta, gereksiz tek cümleye yer vermemek için bir kısa hikâyeci hassasiyetiyle kalem oynatmakta. Günlük olanı değil, gelecekte olacak olanı içermekte. Bu açıdan farklı. Kafasında potansiyel bir okuru olduğu belli. Kendine değil birilerine yazıyor gibi. Oysa günlükler, kendine notlardır. Ömer Seyfettin’inki ise, pekâlâ yazılmamış bir roman kahramanının ağzından dökülen parçalara benzer. Açılış cümleleri buna iyi bir örnektir: “Dünden beri yağan kar her tarafı bembeyaz yaptı. O kadar soğuk ki.. Küçücük odamı ısıtamıyorum. Ellerim üşüyor. Yazı yazmak canım istemiyor. Koltuğumda, ayaklarım gürüldeyen sobaya dayalı, dalga geçmek…Bundan da sıkılıyorum. İşte bir hafta var ki biraz fazla sinirliyim. İçimde on beş senedir çırpınan bir ümit, bir hırs yine canlanıyor! Ben, otuz dört yaşında, tepesi dökülmüş, saçları ağarmış, vakitsiz ihtiyar…Tıpkı hayalperver bir mektepli gibi, kalbimin hızlı hızlı çarptığını, damarlarımda kanların hızla dolaştığını duyuyorum.”(s.31).

Yine notlardan anladığımıza göre Ömer Seyfettin’in ilk hikâyesi bugün çok bilinenlerden biri değil. Adı, “İhtiyarın Tenezzühü”dür. 1902 yılında Sabah gazetesinde basılacaktır fakat dönem II. Abdulhamit dönemi olduğundan, ağır bir sansür ve baskı her şeyin içine “incelikli” biçimde sızmış durumdadır. O nedenle gazete hikâyenin erkek olan kahramanını kadın yapar ve padişaha yorulabilir ihtimaline karşı da başlıktaki ihtiyar kelimesini atar. (Ziya Gökalp’in ne denli ileri görüşlü olduğu bu örnekten de anlaşılabilir!) Geriye Tenezzüh kalır!

Ömer Seyfettin, içindeki ışığı gören her yazar gibi gösterişsiz ama emin ve güçlü bir duruşa sahiptir. Sayısız muarızı ve tenkitçisiyle mücadele halindedir ve bunların neredeyse tamamı dönemin en etkili isimlerindendir. Edebiyatın ancak eski, terkipli dille yapılabileceğini savunanlara karşı yeni lisandan yana en net ve güçlü bir tavrı onda görürüz. Bu yolda hatta, acımasızdır. Sanki, ülkenin bütün sorunları lisan sorununun içinde mündemiç bir halde bulunmaktadır ve bu hallolduğunda emin adımlarla diğer bütün sorunların üstesinden kolaylıkla gelinebilecektir.

Ömer Seyfettin için dil, bütün bir ülkenin doğal hikâyesidir. Kim ne derse desin, yolundan fazlasıyla emindir. “Matbuatta…itirazlara cevap vermeğe kalkmayacağım. Zira başa çıkmaz!…herkes benim lisanımı pek çıplak buluyor. Çünkü ben tabii lisanı kendime örnek yapıyorum. Tabii lisan, konuşulan lisandır. Eski nesrin Arapça, Acemce terkiplerden, tasarruf edilmemiş ecnebi kelimelerden aldığı lüzücet [yapışıp uzayan], tabii lisanda yoktur. Lisanımızın bünyesinde ‘med’ de yoktur. Hecelerimiz hemen umumiyetle kısadır, kuvvetlidir. Öyle uzun cümleleri Türk söyleyemez…Ben işte Halit Ziya’yla Cenab’ın alacalı, terkipli, cafcaflı nesrinden birdenbire bu ana kadar yazılmamış tabii lisana döndüğüm için herkesi şaşırttım. Yakup Kadri’yle Falih Rıfkı’da, eski terkipli nesrin bu lüzüceti hâlâ var. Onların lisanı bu lüzücet için beğeniliyor. Halbuki ben bunu bir kusur sayıyorum. Haklı mıyım, değil miyim? İleride belli olacak.” (s.39).

Dil üzerine ne çok düşünmüştür. Herkesin ve her şeyin diline dair düşünmüş, bu sayede kendi yolunun taşlarını döşerken asla tökezlemeden yol almasını sağlayacak bir zemin inşa edebilmiştir. Ömer Seyfettin, eserlerinden ve dilinden, yazacaklarından başka şey düşünmeyi bir tür ayıp sayar. Bir keresinde Ziya Gökalp, parasız kalmasına razı olmayarak, bir kitapçı açmasını ve kendisi ve çevresindeki insanların kitaplarını basmasını, sermayeyi de dert etmemesini söyler. Etrafındaki insanların önemli mevkilere kolaylıkla gelebildikleri, -yine mi demeli!- umumi bir yağmanın yaşandığı, yeni zenginlerin türediği bir devrededir. Bunun üzerine şöyle yazar defterine: “Ben paradan nefret etmem. Fakat onun için de hayatımı değil, hatta zevkimi bile feda etmem…Düşündüm. Kitapçı olmak…Yani tüccarlık! Benim ruhumda bu istidat yoktu. Şimdi tüccarlığa kalksam, ruhum bozulacaktı. Eski arkadaşlarım, yeni zenginlerin birçokları, her rast gelişte bana sermaye vermeyi vadediyorlar, ticarete girmemi istiyorlardı. Üç senedir bunlara karşı koydum. Umumi yağma içinde inadına ‘sıfrulyed’[mahrum] kaldım.” (s.48).

Şimdi asıl başlıktaki soruya gelirsek, belirtmek gerekir ki bugün koyu milliyetçi olarak andığımız Ömer Seyfettin bir zamanların -hadi liberal demeyelim!- önde gelen özgürlükçülerindendir. Olgunluk döneminde Serbest Fikir’de yazar. Her türlü baskıya karşı düşünce özgürlüğünü ve serbestliği savunur. Denebilir ki millilik ancak ve sadece özgürlükle ve serbestlikle kendini bulabilir, o nedenle her türlü baskının, sınırlamanın ve sansürün kendisi bizatihi gayri-millidir, toplumun gerçek anlamda kendini bulabilmesinin, kendini sevebilmesinin ve kendine gelebilmesinin önündeki en büyük engel, baskı ve otoriterliktir.

Ömer Seyfettin için dilin üzerindeki baskı neye yol açıyorsa toplumun özgürlükleri ve düşüncesi üzerindeki baskı ve otoriterlik de aynı şekilde doğal seyrini ve bir anlamda tarihsel gerçekliğini bozmaktadır.. Tam da bu nedenle tertemiz, özgür ve her türlü alaturkalıktan ve alafrangalıktan arınmış bir dil -ve toplumsal hayat-baskılara karşı koyucu büyük bir kurtarıcıdır. Ömer Seyfettin, şüphesiz milliyetçidir. Fakat ironiye bakın ki milliyetçi olmasının nedeni özgürlüğe ve liberal dünyaya duyduğu büyük özlem, ülkesini baskıdan ve otoriter bir rejimden kurtarıp kendi doğal akışında ilerlemesini sağlamak hayalidir. Ömer Seyfettin liberal olabilir mi? Hayır belki, fakat eğer liberal olmak mümkün olan en yüksek biçimiyle, baskısız ve sınırlamasız bir şekilde hayatın ve toplumun doğal eğilimlerine göre serbest bir siyasal dünya oluşturmak demekse, onunla aynı amaçlarda buluşabiliriz. Milliyetçiliğin içinde her zaman böylesi bir liberal yanın gizliden gizliye var olduğunu eklemek gerekir.

Bitirirken bir kez daha vurgulamak gerekir ki Ömer Seyfettin’in nesirleri de hikâyeleri kadar önemlidir. 1919 tarihli “Türk Milliyetperverleri” başlıklı yazısının son bölümünden bir alıntıyla bitirelim. Onun duruşunu ve milliyetçiliğini, istihzalı ve inatçı, yalnız kalmaktan korkmayan vakarlı duruşunu çok iyi anlatıyor zira: “İdealist bir insan için hürriyet kadar büyük bir nimet var mıdır? Kimsenin lütfuna olma talip, bedeli cevher-i hürriyettir. Ancak, cevherin kıymetini bilen hakiki Türkçü sayılabilir. Vakıa bu Büyükada alemlerinde, kulüp bahçelerinde Ziya Gökalp’in etrafında çöreklenmiş birçok ‘hilkaten cehele’ vardı. Fakat bunlar ‘Türkçü’ değildiler. Bunları Türkçilerle karıştırmamalı. Bunlara ‘Ada yaranı” derler ki kim olduğunu İstanbul’da bilmeyen pek azdır.” (s.769).

- Advertisment -