Başlıkta geçen “ordunun ibişleşmesi” tabirini ilk kullanan, emekli kurmay albay ve halen Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Tarih Bölüm başkanı Hasip Saygılı olmuştu (Ordunun İbişleşme Tehlikesi, Karar Gazetesi, 27 Eylül 2017).
Sonrasında da kullanan olmadı bildiğim kadarıyla.
Kara Harp Akademisi öğrencisi iken hocam olan Hasip Albay, 15 Temmuz 2016’dan sonra gerçekleşen bazı olaylar üzerine kaleme aldığı o yazısında TSK’yı bekleyen bir tehlikeye bu kavramsallaştırma ile dikkat çekmişti.
Bence hem çektiği dikkat hem de kullandığı kavram isabetli, yerinde ve inceydi.
Bana kalırsa “ordunun ibişleşmesi” dünya sivil-asker ilişkileri literatürüne kazandırılması ve içine ve etrafına doğru belki biraz daha sondaj yapılarak derinleştirilmesi ve genişletilmesi gerekecek kadar ilginç ve önemli bir tabir.
Ben bu yazıda bu zekice kavramsallaştırmadan yararlanarak kavramın o yazıdan sonra bugüne uzanan izini sürmeye çalışacak ve kavramın Saygılı’nın dikkat çektiğinin dışında başka hangi katmanlar boyunca yol aldığını sorgulamaya çalışacağım.
Saygılı yazısında ibişleşme kavramının ne anlama geldiğine değinmiyor, anlamı biraz bizim anlayışımıza bırakıyor; sadece “böyle devam ederse bir ibişleşme tehlikesi var görünüyor” diyor.
Saygılı’nın bize bıraktığı bu yere biz bakalım: İbiş ve ibişleşme nedir ve ordu gibi gayet ciddi bir kurumla ve onun kurumsallğı ile ne alakası vardır?
Bilindiği gibi “İbiş” ortaoyununda aptal uşak rolünü oynayan komedyeni tanımlayan bir tiyatro terimi.
Aptal uşak…
İbiş’in yüzü ve davranışları komiktir, saf bir görüntüsü vardır. Türk tiyatrosunun ünlü tuluat (doğaçlama) ustası Naşit Özcan (Adile Naşit’in babası) İbiş tiplemesini en iyi canlandıran sanatçıların başında geliyor. “Abdülhamit’i bile güldüren adam” olarak anılan Naşit Özcan, Komik-i Şehir unvanını alacak kadar başarılı oluyor bu performansta.
Komik-i Şehir…
İbiş, gündelik/argo dilde ise “aptal, şapşal, şapşik” anlamlarında da kullanılıyor.
Peki ordu nasıl, hangi biçimde “aptal uşak rolünü oynayan bir komedyen”e benzetilsin veya “şapşal” olmakla ilintilendirilsin ki?
Saygılı’nın o yazıyı yazmasına neden olan olaylar şunlardı:
2017 yılının Kurban Bayramı sabahında iç güvenlik görevinde bir tepe üzerinde askerlerin bir tankın dibinde bayram namazı kılarken görüntülendiği bir fotoğrafa bir sosyal medya kullanıcısı “bu askerlerin yarısı cenabettir” gibi bir yorum yazmıştı. Daha saldırgan yorumlar yazan kişiler de vardı.
Bu olaydan birkaç gün önce de bir Balkan ülkesinde 30 Ağustos Zafer Bayramı resepsiyonuna ilişkin Büyükelçilik resmi Facebook hesabından yayınlanan görüntülerde, Büyükelçilik 18 fotoğraf paylaşmış, resepsiyona katılan diğer ülke subaylarını bile sayfasına koyarken, davete katılan 60’a yakın Türk subay ve astsubayın yer aldığı hiçbir fotoğrafa yer vermemişti.
Ondan birkaç ay önce de İzmit şehir merkezinde çarşı iznine çıkan bir grup er, sivil halk tarafından topluca darp edilmişti.
Saygılı, bu olaylara dayanarak yapmıştı ibişleşme tehlikesi tespitini ve hem siyasetçileri hem de askerleri önlem almaları ve dikkatli olmaları konusunda uyarmıştı. Ordu itibarsızlaştırılıyordu.
Ne var ki tehlike devam etti. Hem de Saygılı’nın yazısında yer verdiği olayların niteliğini epeyce aşarak…
Saygılı’nın Eylül 2017’deki bu yazısından yedi ay sonra, Nisan 2018’e ait olan aşağıdaki görüntü sadece “ibişleşme” tehlikesinin devam etmekte olduğunu değil, ibişleşme bakımından farklı bir aşamaya geçildiğini de gösteriyordu. İbişleşme tehlikesinde ikinci aşama.
Saygılı, ordunun içine doğru yönelmiş zarar verici dış faktörlere dikkat çekiyor ve bunların ya doğrudan doğruya orduyu itibarsızlaştırma amacı taşıdığını ya da amaç o olmasa bile nihayetinde itibarsızlaştırmaya hizmet ettiğini söylüyordu. Siyasetçilere uyarısı da orduya yönelik bu bilinçli taarruzların durdurulması yönündeydi.
Hatay’daki bir sınır karakolunda verilen bu görüntüde ise Saygılı’nın dikkat çektiği “ordunun dışarıdan itibarsızlaştırılması”nı aşan bir şey vardı.
Konu ordunun itibarsızlaştırılması ise eğer, buna başta genelkurmay başkanı olmak üzere askerler de ortak olmuştu artık ve hallerinden memnun olmadıklarına dair bir işaret de pek görülemiyordu.
Üstelik, taze “İbişleşme” tomurcuklarının kokusunu alan bir uzman çavuş, eskiden generallerin bile yanına desturla girdiği bir genelkurmay başkanının arkasındaki sıkışık alana rahat ve ölçüsüz tavırlarla girebilme cüreti göstermiş ve Hulusi Akar’ın oturduğu yemekhane sandalyesine palaskasını sürtme pahasına selfie çekmeye çalışmıştı.
Akabinde Akar, arkasına dönerek sert bir bakış atar gibi olmuştu ama hem klarnetlerin, Sibel Canların ve İbrahim Tatlıseslerin olduğu bir şenlikli ortamda bu sert bakış pek bir etki doğurmamış hem de artık olan olmuştu. Selfie çekilmişti bir kere!
Bu fotoğraf, amirlerinin atıf odaklarının değiştiğini askerce bir içgüdüyle anında sezen her düzeydeki askerin, bu atıf değişmesine uygun düştüğü ölçüde başta ast-üst ilişkilerinin alışılagelmiş biçimi olmak üzere disipline ilişkin çeşitli hususlarda tecavüzkâr tutumlara girişebileceğinin çarpıcı bir örneğiydi.
Saygılı’ya göre, kendisinin yazısına neden oluşturan o olaylarda temel saik “suçluluklarına ilişkin hiçbir karine bulunmayan askerlerin sabah akşam ‘FETÖ mensubu ama delil yetersizliğinden şimdilik hakkında işlem yapılmamış potansiyel suçlu’ olarak görülmesi” düşüncesi idi. Yazısını yazdığı Eylül 2017’deki havayı hatırlarsak buna şu tespiti de ekleyebiliriz: Bu itibarsızlaştırıcı/ibişleştirici saldırılarda hem ordunun o sıralarda henüz “tam olarak temizlenememiş” olduğuna yönelik bir varsayım hem de İslamcı kesimlerin bir kısmında yer etmiş tarihsel bir “dinsiz ordu” düşüncesinin bir harmanlanışı, bir meczoluşu söz konusuydu. Öyleyse her türden saldırı mübahtı.
Peki ya sonradan gelen klarnetli, Sibel Canlı o görüntüler?
Burada nasıl bir saik vardı, yahut bu “şov”u nasıl okuyabiliriz?
Aslında hem bu yazıyı yazmayı aklıma düşüren, hem de Hasip Saygılı’nın yazısını bana hatırlatan şey, daha birkaç gün önce, 10 Ekim’de Polatlı’da gerçekleştirilen aslında gayet rutin bir ateş destek koordinasyonu tatbikatının birçok televizyon kanalından canlı olarak ve uzun uzun verilmesine duyduğum şaşkınlık oldu.
Askerî jargona hâkim olmadığı halde hakimmiş gibi yapmaya çalışarak tatbikatı saniye saniye anlatmaya çalışan sivil anlatıcılar ekranda görülen boz Polatlı düzlüklerinin üzerine kireçle çizilmiş E, D, F harfleriyle belirtilen hedeflere ateş eden tankları, SİHA’ları, obüsleri anlatıyordu. Uzun uzun…
Ordunun bir seyir nesnesi olarak araçsallaştırılması gibi bir şeyle karşı karşıyaydık galiba.
Bu araçsallaştırmayı okuyabileceğimiz bir yer, İbiş’in performansının zemini olan tuluat fikri. Tuluat, seyirlik bir doğaçlama performans ve onun temaşası.
Artık ve nihayet “bizdenleştirilmiş” olduğu düşünülen bir ordunun personel, mekân, ritüel, üniforma ve askerî faaliyetlerinin bir seyir nesnesine, hâki bir temaşa unsuruna dönüştürülmesi.
Militarizmin belki de yeni bir sureti. Üzerinde çalışılması gereken yeni bir seyirlik suret.
Ve Polatlı’ya uzanan aşamanın rampası, 2018’deki o sanatçılarla dolu temaşa olmuştu.
Bu temaşa/seyir meselesine yönelik pırıltılı bir bakış açısı için, Prof. Menderes Çınar’ın “Siyasal Bir Sorun Olarak İslamcılık” başlıklı son kitabına yazdığı önsözde Jeffrey Edward’ın “temaşa demokrasisi” kavramına değinen Prof. Ümit Cizre’nin şu cümlelerini okuyabiliriz:
“Artık siyasetle bağlantımız sesle, sözle, eylemle katılmak değil, seslenenleri/konuşanları ve eylemcileri izlemek, dinlemek, gözlemek, seyretmektir. Aktif söz demokrasisinden, göze dayanan (ocular model) seyir demokrasisine (spectator democracy) geçiş yapılmıştır. Bu geçiş hem parlamenter hem de başkanlık rejimleri için geçerlidir.”
Bu bakış açısı ise bence bizi belki de “ibişleşme”nin, ikincisiyle harmanlanmış üçüncü ve daha kalıcı bir aşamasının ürünleri olarak her akşam televizyonlarda kâh ellerinde uzun çubuklarla kâh da o çubuklar olmadan, ama fonda muhakkak anlamlı/anlamsız birtakım askerî görüntüler eşliğinde temaşalık, pek az zaman yararlı, çoğu zaman gülünç, nabza göre şerbetlik ve ama kuşkusuz eğlencelik yorumlar yapan bazı eski/emekli askerlere götürür. Her akşam çıkartılıp “işte, konu bu, uygun biçimde tuluat yap!” denen kişilere.
Bu yazı uzadığı için onlar başka bir yazının konusu olmayı hak ediyorlar.