Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIOtoriterlikten çıkışın formülü İstanbul mu?

Otoriterlikten çıkışın formülü İstanbul mu?

Muhaliflerdeki genel duygu hâli, İmamoğlu’nun Erdoğan otoriterizmini sınırlandırma gücüne sahip yegâne kişi olarak düşünülmesinden kaynaklanıyor. Peki, İstanbul’u bir kenara bıraktığımızda bu gerçekten bizim için siyaseten “faydalı” ve “iyi” olan mı? Muhalefetin; siyasetsizlik, politikasızlık, gelecek tahayyülü sunamama düzleminde iktidarla yarışmak için bulduğu tek formül “Erdoğan’ın hakkından gelebilecek kişi” seviyesinde gözüküyor. Siyasi kültürün tekçiliğe yönelmesi bunun köprüden önce son çıkış olmasına sebep olmuyor. Bu kültür devam ettikçe bütün çıkışlar dönüp yeniden aynı köprüye bağlanıyor.

“Yaşam yaşamıyor”

(Ferdinand Kümberger – Theodor W. Adorno -Minima Moralia)

Bir süredir Türkiye’de her seçim hayat memat, her seçim ölüm kalım meselesi. Polarizasyonun arttığı, aslında artmadan evvel polarizasyon vehminin arttığı dönemden beri iktidar partisi muhalifleri için her seçim, “köprüden önce son çıkış.”

CHP’nin internet sitesine bakacak olursanız, esasen 2007’den beri Cumhuriyet tehlikede, anayasanın değiştirilmez kuralları tehdit altında, laik düzen yıpratılıyor, üniter yapıyı değiştirme çabaları giderek yayılıyor, açlık-yoksulluk artmış ve “Türkiye bir yol ayrımındadır. Bu seçim Cumhuriyet tarihimizin dönüm noktası.”

Aynısını 2007 seçimlerine giderken MHP de söylemişti, Türkiye önemli bir yol ayrımındaydı: “Türkiye tarihi bir dönüm noktasındadır. Yakın tarihinin en karanlık ve tehlikeli dönemini yaşayan Türkiye, çok ağır iç ve dış güvenlik tehditleriyle karşı karşıyadır. Devletin varlığı, ülkenin bütünlüğü ve Türk milletinin birliği ağır bir saldırı altındadır.”

(Tabii Bahçeli için bir süredir Türkiye önemli bir yol ayrımında değil, dönüm noktası falan kalmadı, Erdoğan da “yeni yüzyılın kurtarıcı lideri.” Daha evvel ülkeyi kendisinden kurtarmaya çalıştığı kişi, şimdi birilerinden ülkeyi kurtaracak; kim ise bunlar?)

Partilerin son 20 senedir hem yerel hem de genel seçim beyannamelerine baktığınızda pek de farklı söylemleriyle ve iddialarıyla karşılaşmak kolay değil; bu sebeple de örnekleri çoğaltmayacağım. Hızlı şekilde bugün İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerine atfedilen anlamla devam edeceğim.

Geçtiğimiz hafta Alper Görmüş, Serbestiyet’teki yazı serisinde muhalif seçmendeki apati, umutsuzluk, nihilizm, karamsarlık duygularına değinerek serinin son yazısında ve son cümlesinde de şöyle demişti: “İmamoğlu, mevcut koşullarda bir duygu olarak umudun var kalmaya davam etmesinin biricik imkânı; sonrasına bakılır.”  Alper Görmüş’ün bu cümlesinden hareket ederek fakat esasen bunu da aşan muhalif kamuoyunun İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerine yönelik “Mesele belediye değil, sen hâlâ anlamadın mı” tavrı, bir süredir seçim ikliminin belirleyicisi.

Merkezi hükûmetin 2015 yılından sonra ağır ağır, 2018’den itibaren sert ve hızlı şekilde otoriterleşmesi, muhaliflerine yönelik ağır baskı uygulaması, hem kronik muhalifleri hem de ülkedeki demokratikleşme taraftarlarını haklı olarak korkutuyor, nefessiz bırakıyor.

Dahası ekonomik krizin artması ve yoksulluğun derinleşmesiyle birlikte hak ve özgürlüklerin gelişimi için kolektif faaliyetlerin vücut bulması da mümkün olamıyor. Sivil toplumun olmadığı ülke düzeninde de herkesin beklentisi ve umudu seçimlere göre belirleniyor. O nedenle de her seçim “son seçim”, her seçim “köprüden önce son çıkış” oluyor. Ve o bahse konu seçimle, muhalif kamuoyunun kaybından sonra ise derin bir politik melankoli dönemi başlıyor. En son 14 ve 28 Mayıs seçimlerinden sonra da yaşadığımız gibi…

***

Bugün, Mayıs seçimlerinden sonra gördüğümüz kabine değişikliği ile Erdoğan’ın önceki kabinelerine nazaran kısmen aksi yönde rota belirlemeye başlaması muhalefetin taban genişletmesinin önünde engel oluşturuyor. Bazı önemli bakanlıklardaki haleflerin, seleflerinin tersi istikamette ilerlediğine şahit oluyoruz. Bu da iktidardan pek de uzağa gitmemiş seçmenin yeniden yüzünü o tarafa çevirmesini sağlıyor.

Altılı masa sürecinin partiler arasında mümkün olduğunca çatışmasızlık sağlama kastıyla doğal olarak sebep olduğu siyasetsizlik döneminde, siyaseti Erdoğan belirledi. Sadece seçim öncesi ve seçim sırasında değil, seçim sonrasında da siyaset yapan tek kişi olarak sahnede kalmaya devam ediyor. Kabine değişikliğindeki siyasi tercih, kendisindeki karizmatik esnekliğin sınırlarının pek de tahmin edilemeyeceğini de yeniden gösteriyor. 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi ne iktidar ne de muhalefet cenahı için İstanbul Büyükşehir Belediye seçiminden ibaret.

Muhaliflerdeki genel duygu hâli, İmamoğlu’nun Erdoğan otoriterizmini sınırlandırma gücüne sahip yegâne kişi olarak düşünülmesinden kaynaklanıyor. Peki, İstanbul’u bir kenara bıraktığımızda bu gerçekten bizim için siyaseten “faydalı” ve “iyi” olan mı?

Muhalefetin; siyasetsizlik, politikasızlık, gelecek tahayyülü sunamama düzleminde iktidarla yarışmak için bulduğu tek formül “Erdoğan’ın hakkından gelebilecek kişi” seviyesinde gözüküyor.

İmamoğlu’na vehmedilen “güçlü lider” imgesi, “Erdoğan’ı ancak bir güçlü lider yener” fikri; Erdoğanizm’le yerleşmiş karizmatik liderliğin kurumsal olarak devam etmesi anlamını taşıyor. 

Lidercilik, dürtü siyaseti, manipülasyon gibi özellikle son 8 senede kurumsallaşmış ve alışılmış devlet lideri anlayışının yerleşmesinin tehlikeli olduğunu düşünüyorum.  Üstelik Erdoğan’ın şahsındaki karizmatik esnekliğin, başka siyasi figürlerde görülmemesinden ötürü de salt “güçlü” veya “laf cambazı” nitelikleriyle kurumsallaşacak bu anlayışın yeniye dair biraz daha umutsuzluk yarattığından endişe ediyorum. Ve esasen hakiki anlamıyla siyasetin iflasının ilânı gibi…

Dolayısıyla 31 Mart’ı, 2028’in ön seçimi olarak kabul edip buna göre oy tercihi belirlemek riskli ve seçimlere görünenin ötesinde anlam yükleyerek toplumun dinamizmini yok saymak anlamını taşıyor.

Toplumun bugünde kalacağına, 2028’e de aynı kişiler, aynı tercihler, aynı duygular, aynı bilgiler ile gireceğimizi sanmanın bir diğer anlatımı bu. Oysa Türkiye seçim tarihi, siyasi tercihlerdeki akışkanlığı, sandık söz konusu olduğunda tarafgirliğin nispeten düşük kaldığını örnekleriyle bize sunuyor. Ve toplumun dinamizmine güvenmek, herhangi bir tek adamın, bir başka adama karşı haklarımızı koruyacağına (?) güvenmekten daha anlamlı geliyor.

Gözümüzün önünde gelişip serpilen lidere dayalı siyasi kültürün muhalefet eliyle yeniden üretilmesi ise içinden çıkılması muhtemelen daha da zor yeni bir düzenle toplumun bu kültüre alışması niteliğini de taşıyor.

***

Otoriterlikle seçim yoluyla mücadele ettiğimiz bir dönemdeyiz. Oksimoron gibi görülen ancak demokrasinin açmazlarından kabul ettiğimiz bir hakikat bu.

İstanbul seçimlerinin hayati önemine yönelik bir diğer genel duygu ise “AK Parti’nin İstanbul’u kazanması, otoriterliği artırır ve elde avuçta kalanlarımızı da kaybederiz.” Bunu, 2019’da yaşadık. Esasen bu önerme 2019’da yanlışlandı.

Elbette, yerel seçimlerin akabinde hükûmetin ne yapacağı, nereye dümen kıracağı, bugünlerimizi mumla aratıp aratmayacağı kimsenin bilme ihtimali olan bilgi değil. (Tek adamların en büyük sorunu da tam da bu değil mi zaten?) Fakat en azından şunu söyleyebiliriz, Erdoğan seçim sonucuna göre ne yapacağını öngörebileceğimiz biri değil. Burada şu parantezi açmak ve meselenin İmamoğlu’nun şahsıyla ilgili olmadığını da belirtmekte yarar var: Önümüzde müphem de olsa yeni anayasa gündemi var. Eğer sahiden Erdoğan’ın yerel seçimlerde partisi açısından başarılı sonuca ulaşması söz konusu olursa, bunun, Etyen Mahçupyan’ın Serbestiyet’te iki senedir yazdığı ve tarif ettiği “Yeni İttihatçılık”ın kurumsal anlamda inşasına imkân tanıyacağından da söz edebiliriz. (Tam da bu nedenle esasen bu yazıda konu İmamoğlu değil, onun şahsında cismanileşen Erdoğan’la yeniden başlayan yeni siyasi kültürün istimrarı.)

Tüm bunlarla birlikte muhaliflerdeki geleceğe yönelik kaygılılığın ve bu kaygıya dayalı argümanların muhalefet oyunu artırmayacağı da bir başka güçlü hakikat. Haksız olduğunu düşünmemekle birlikte muhayyel korkularla, mevcutta hakiki olmayan, yeni siyaset önermeyen, vizyon çizemeyen, seçimi koltuk ve güç savaşından ibaret görenlerin kazanması aynı derecede katı sonuçlar doğurma gücüne sahip.

2019 seçimleri, muhalefetin çok büyük başarı kazandığı “iktidara sert tokat attığı” bir seçimdi. Bunda iktidar seçmeninin de payı büyüktü, zira oylardaki akışkanlık ile pek çok şehirde muhalif adaylar kazanmıştı.  Toplumun dinamizmini, tercih anında karşısında hakiki siyasi mevzular olduğunda nelerin değişebildiğini göstermişti.

Fakat 2019 seçimlerindeki kayıplarının ardından Erdoğan, dürtü siyasetinden taviz vermedi. Öfkesiyle muhalifleri susturmaktan, yargıyı sopalaştırmaktan, kavgadan, saçma ekonomik tezlerinden ve dış politikadaki dengesizliklerinden dönmedi. Fert fert tüm toplumu olumsuz etkileyen politikalarını, seçimde aldığı yenilgi ile rasyonelliğe tevil etmedi.

Öte yandan Mayıs seçimlerinde ise Erdoğan kazandı. Muhalefet sayısal olarak büyük güç göstermesine karşın, psikolojik olarak çok ağır kayıp yaşadı. Lakin bu sefer Erdoğan, 2019 seçimlerinden farklı olarak kabinedeki sertlikleri törpüledi, kısmen de olsa bazı irrasyonel politikalardan vazgeçti -en azından sustu-, Avrupa Birliği mesajları bile verdi. Belki ortada muhalefetin okuyamadığı bir başka gerçeklik gördü, kim bilir, milliyetçilikle aşmaya çalıştığı kaybın ne olduğunu hatırladı: Kendisini iktidara taşıyan seçmen kitleleriyle arasındaki güven bunalımının derinleşmesi ve dindar kamuoyunun CHP logosundan eskisi kadar ürkmemesi…

Geldiğimiz yer belki de son 10 senelik kurak siyasi iklimimizin hâl-i pürmelali. Siyasi partilerin ve entelektüel camianın gündelik mevzular etrafında sabit dairesel hareketlerine bakarsak yarın bugünden daha güçlü bir siyasi iklime kavuşabilmek pek kolay değil. Bunda sivil toplumun aslında hiçbir zaman gerçek anlamda güçlenememesi ve iktidarın bir süredir devam ettirdiği sert politika ve müdahaleleriyle yok edilmesinin payı da az değil. Tam da bu nedenle siyasi partilerin üzerinde fikir dünyasındaki çoraklığın aşılmasını sağlayacak çaba ve imkânlarla ilgili de sorumluluk bulunuyor. Ancak kesilmeyen seçim hengâmesi içerisinde siyasi partiler koşmaktan, durup düşünmeye vakit bulamıyor. (Eskaza düşünmeye başladıklarında da CHP’nin son kongresinde olduğu gibi, hatalı sonuçlara vararak CHP tarihinin en önemli açılımı olan ‘helalleşme’den rücu ile karşılaşabiliyoruz: Bizim büyük çaresizliğimiz.)

İmamoğlu, Erdoğan’ı yenecek süper kahraman olarak görüldüğü için İstanbul seçimlerine yönelik geniş kesimlerdeki beklentiler Alper Görmüş’ün son cümlesindeki gibi “umudun tek imkânı.” Oysa kurumsallaşmış tek adamcılığın, Türkiye demokrasi tarihinde sebep olacağı yarılma, ülke adına daha umutsuz ve korkutucu bir anlam taşıyor. Birinden ötekine ve sonra belki de diğer cenahta belirecek yenisine yaşanacak savrulmalar…

Erdoğan söylemleriyle ülke için en büyük tehdidi “koalisyon hükûmetleri” diyerek saptamıştı ve tek kişilik yönetim modelini de istikrarla özdeşleştirmişti. Geçen seneler içinde koalisyon heyulası ile toplumdaki korkuyu derinleştirdi. Altılı masanın Mayıs seçimlerinde aldığı sonuç da benzer bir sonuçla, muhalefeti “Birliktelik hataydı” noktasına getirdi. Belki de o sebeple “Birleşe birleşe kazanacağız”dan, “Tek yol İmamoğlu” noktasına gelindi.

Oysa belki de bugüne dek Anayasaya uymamayı akla getirmeyen, tek başına toplumu da umursamaksızın hareket etmekten bir nebze de olsa çekinen, gazetecileri fırçalamaktan imtina eden ve sandık demokrasisinin güçlü kalmasını sağlayan o koalisyonlardı. 1974’deki kısa ömürlü CHP-MSP koalisyonunun hükûmet programındaki şu cümle, bir kişilik kahramandan daha ümitvar bir zemin hazırlayabilmişti:

“CHP-MSP koalisyon hükümeti kırgınlık ve acıları gidererek, bütün geçmişin bir yana bırakılmasını; karşılıklı bağışlama ve hoşgörüye dayanan bir kardeşlik ortamının kurulmasını ilk görev sayar.”

Siyasi kültürün tekçiliğe yönelmesi bunun köprüden önce son çıkış olmasına sebep olmuyor. Bu kültür devam ettikçe bütün çıkışlar dönüp yeniden aynı köprüye bağlanıyor.

Karamsarlığı ile maruf Adorno, kitabına Kümberger’den yaptığı alıntıyla “yaşam yaşamıyor” diyerek başlamıştı. Tüm bu tartışmaları izlerken aklımdan bu cümle geçiyor; buna süregelen siyasi gidişat da eklenince, hepsi, tek bir şey söylüyor: “Siyaset siyasetsizleşiyor.”

- Advertisment -