Eskinin semt, hatta mahalle stüdyolarında özel günlerde çektirilen hısım-aile fotoğrafları dönem filmlerinin de oyuncu kadrosu, rol dağılımı. Âdettendi çoğu insan için. Ankara’da bizim mahalledeki Gün Fotoğraf Stüdyosu’nu, Stüdyo Emek’i net hatırlıyorum mesela. Merkeze, Kızılay’daki Foto Naci gibi ünlü stüdyolara grand tuvalet gidenler de olurdu; sünnetlik-gelinlik-damatlık zaten gezici festival.
Stüdyoda bilimkurgu filmlerin kara kapüşonlu, camgöz canavarları gibi dikilen üçayak fotoğraf makinesinin karşısında sınava koşturan Anlık Tebessüm Cemaati, ışıltısıyla Poz Alayı. Kimi oturan, kimi ayakta endam, boy fotoğrafları… Sığıyor, sığdırılıyorsun bir şekilde kadraja. Renkli de olsa hayatın en temel gerçeğiyle o karede siyah-beyaz kalan fotoğraf insanları.
Benze(me)mek-benzetilmek
Öyle kalırdı da… Eldeki malzeme, objektifteki yansıma belli, fotoğrafçının işi zor. Fotojeni de, güzellik de farklı dağılmış, yaradan öyle yaratmış. O zaman da kimyası-simyasıyla rötuş giriyor devreye. Fotoğrafçı kaleminin, fırçasının ustalığına, gereğine, standardına göre fotoğrafın arabını (negatif) rötuşluyor stüdyosunda. Yanaklara al, kırışıklıklara bal, gözlere fer geliyor. Fotoğrafçı hüneri, sıvısı, boyasıyla kendi çapında yaratıyor yeniden.
Öyle ki, fotoğraf sanatçısı, yazar Gisele Freund fotoğraftaki “Bu ben miyim yarabbi”nin kara mizahını kitabına bile almış. Adamın biri çekilen fotoğrafını stüdyoya geri götürüyor: “Ben bu fotoğraftaki gibi 30 değil 60 yaşındayım. Alnımda kırışıklıklar, çenemde oyuklar var, yanaklarım çoktan içine çökmüş. Burnumun da fotoğraftaki Yunan heykellerinin burnuyla alakası yok, yamyassı…” Fotoğrafçı pişkin, gülümsüyor: “Ay siz kendinize benzeyen fotoğraf mı istiyordunuz? Ama bunu önceden söylemeniz gerekirdi! Ben nerden bileyim…”
“Fotoğrafta sonun başlangıcı”
Freund stüdyolarda rötuşun kullanılmasını “fotoğrafta sonun başlangıcı” olarak görüyor: Abartılı, gelişigüzel kullanılması, gerçeğe sadık tüm ayırt edici özellikleri silip süpürüyor, bu nedenle fotoğraf da gerçek değerini yitiriyor.” Ölümünden 10 yıl sonra, dünya çapında 2010’da satışa sunulan Photoshop’un yaratıcılığını görse ne derdi acaba?
Neyse… “Yaratılan fotoğraf” istenilen ebatta, sayıda sunuluyor, o anını ölümsüzleştirdiğini düşünen insanlara. Oysa yok ölümsüzlük. Kurcalarsan, o toplu fotoğrafların çektirilmesinin ana nedeni, iştiyakı zaten ölümlülük bilgisi: “Objektife aynı anda gülümsemeye çabalayan bu insanlar, bir gün sadece bu fotoğrafta kalacak.” O yüzden fotoğraflar da hayattan çok ölümü hatırlatıyor bazen. İç içe meseleler, gerçekler, yanılsamalar.
“Anlık gerçek”in illüzyonu
Anların kareleri, dizileri, albümleri… Bir araya geldiklerinde hayatın kabataslak, atlaya zıplaya özeti sanıyorsun. Oysa zaman o karede dursa (donsa) da, çabuk öğreniyor insan mutluluğun bir durak değil uğrak ânı, noktası olduğunu… Tebessümün uçuculuğunu, konmasının/kondurulmasının zorluğunu da biliyor. Fotoğraflardan, poz verirken de öğreniyor.
Oradaki “an” göz kırpmak kadar, hatta dijital enstantane hızı düşünülürse daha da kısa. Bazen o ânı, zamanı yüzüne vursa, bazen en “belgeli” yalanlar öyle tabedilse de fotoğrafları seviyoruz. Çünkü en güçlü, boylu poslu yalan, anlık bir “gerçek” üzerine kurulan.
Ânı fotoğraftan oymak
Kaç yıl boyunca zorluklar, acılar, bunalımlar, çaresizlikler yaşadığı okuldan, elinde mezuniyet töreninde hoppada gülümseyen bir kare fotoğraf kalan gençler gibi. Ya emanet, kibri, gururu, bitmeyen “macera”ları ille de bedelli askerlik fotoğrafları?
Fotoğrafçının “Gülümseyin” komutuyla kaydedilen (donan) mutluluğu sadece o karede kalmış birçok nikâh-düğün fotoğrafı da öyle. Yıllar sonra, yıllardır yaşan(a)mayan mutlulukların ironisi gibi durur bazen, “albümlenmiş” geçmişin jelatini arasında. Onu “hoyrat bir makasla eski bir fotoğraftan oyanlar” da olur, yüzünü fotoğraftan kazıyan da… O ânın duygusunu, illüzyonunu gönlünden de -için kanaya kanaya- oyma hoyratlığı mı?
Objektife yakalanan “ben”
Yalanı-yanılsamayı saniyenin 100’de, 1000, 4000, 8000’de birinde başka ne tasarlayıp, inşa edebilir? Oysa zaman durmaz ve zamanı bir karede donduran fotoğraflar bazen sadece bu nedenle yalana yataklık eder. Üstelik karanlık odalar kalktığından bu yana, günışığında, dijital kameralarla anında… Her an.
Niye fotoğraf çektirirken en geniş gülümsemelerini, en derin-keskin yahut hülyalı bakışlarını, en afili “duruş”larını takınmaya çalışan insanlar, kolayından beğenemezler fotoğraflarını? Beğenseler de bir şeyler neden kifayetsiz, eğreti kalır…
Tahayyüldeki “ben” ile objektife yakalanan, orada sabitlenen “ben” arasındaki uçurum neden derindir? Kendini yeni günlere, zamanlara tabedemediği, varlığını değişen siluetine tercüme edemediği için mi? Orada tevekkül de ilaç değil ağuludur bazen.
Şairleri akran görmek iyi gelir
O da bazen hüzün verir, durduk yere filmin sonunu, ölümü hatırlatan her fotoğraf gibi. Bunun en güzel ve hüzünlü ifadelerinden birisini hep Melih Cevdet Anday’ın dizelerinden hatırlıyorum: “Dört kişi parkta çektirmişiz, /Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi… / Anlaşılan sonbahar/Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli/Yapraksız arkamızdaki ağaçlar…/Babası daha ölmemiş Oktay’ın,/Ben bıyıksızım, /Orhan, Süleyman efendiyi tanımamış./Ama ben hiç böyle mahzun olmadım;/Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?/Oysa hayattayız hepimiz.”
Bir söyleşisinde “Ölenin kısa bir süre önce yaşadığını düşünmek, her zaman şaşırtacaktır bizi” diyor ya Anday. O şaşkınlık esasında hatıralara… Ölümle birdenbire “anı” olan hayatlara. Bu şiirini okumasam belki Anday da o gençlik günlerimde bana ölümü hatırlatmayacaktı.
Tanışsak, aramızdaki dev yaş farkına rağmen yaşayan şairlere “amca” demeye gönlümüz, raconumuz, dilimiz varmayacağı için o da “abi”ydi bizim için belki de. O zamanlar çağımızın yaşayan şairi… Şairleri akran görebilmek iyi, hoş gelir insana.
Şiir turist değildi Ankara’da
Yıllar önce bugünlerde öldü Melih Cevdet Anday, 28 Kasım 2002’de. “Şairler erken ölür” aforizmasının (hatta Prof. James C. Kaufmann’ın bu konudaki araştırmasının) istisnaları arasına ilişerek, 87 yaşında. Üstünde sadece adı-soyadı, doğum-ölüm tarihi yazılı en sadesinden mezarı Büyükada’da.
Çanakkale’de doğsa da… Biz onu “Ankaralı” biliriz. Bir zamanlar şiir de turist değildi, her şairinin ayak izini, dizesini bıraktığı Ankara’da. Deniz şart değildi şaire… Karşısına oturup da efkârını, derdini ummana dökemeyenler, yüzünü denize dönemeyenler herhal birbirine dönerdi bozkırda. Şiir, şair nedir desen, o da var içinde.
Ankara’da buluşurlardı. Sanki hepsi Cemal Süreya’nın “Şair arkadaş, bir derdin mi var? /Bir şeyler mi çıkartmak istiyorsun derdinden? /Ankara’ya gelmelisin…” davetine icabet etmiş. Kimi yerli yurtlu, kimi icapçı…
En yakın üç arkadaş
Anday da ilk ve ortaokulu İstanbul’da bitirdikten sonra babasının işi nedeniyle Ankara’ya taşınıyor. Liseyi Orhan Veli Kanık ve Oktay Rıfat’la birlikte burada okuyor. Orhan Veli’nin dizelerinde “en yakın arkadaşları”: “13’te Oktay Rıfat’ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. /17 yaşında bara gittim. /18’de rakıya başladım ve şarkı söylemesini çok sevdim.”
Anday’ın lisede okurken has arkadaşı Orhan Veli’yle okuldan kaçtığını da biliyoruz. Orhan Veli’nin şiiri de öyle, hep “mektep”ten kaçıyor: “Dersten kaçıp bahçede bir köşeye gizlenerek, tenha parklarda ağır ağır dolaşarak yahut evde elimizde kitaplar, kâğıtlarla geçirdiğimiz o sakin saatleri, iyi saatleri andıkça Orhan’ın oyunu, eğlencesi, saadeti hep şiirdi, edebiyattı, diye düşünürüm.” Sonra bir süre Hukuk Fakültesi, ardından Ankara DTCF…
“Melih’le ben aynı kızı seviyoruz”
Üçü de hep sevdalı. Bazen de aynı siluete… Öyle ki, sitem, haset ne kelime, gururla itiraf ediyor Orhan Veli. Biliyor, yakın, iç içe arkadaşların, -bittabi- aynı kıza âşık olması da yaman sınavlardan, dostluğun derin rütbelerindendir yeri-zamanı öyle gelince:
“Şu anda dışarda yağmur yağıyor /Ve bulutlar geçiyor aynadan /Ve bugünlerde Melih’le ben /Aynı kızı seviyoruz.” Juanito’nun “Arkadaşımın Aşkısın” şarkısı o günlere denk gelse birlikte kadeh kaldırırlardı muhtemelen. Orhan Veli’nin ağzında cigaranın en hüzünlüsü, Anday daha çelebi…
Bildiği dilleri aşka çeviriyor
Anday bildiği dilleri aşka çeviriyor zaten. Edgar Allan Poe’nun o ünlü Annabel Lee şiiri, onun aşılması zor çevirisiyle yerleşiyor Türkçeye: “Sevdadan yana kim olursa olsun /Yaşça başça ileri /Geçemezlerdi bizi…” Sevda şiirleri arasına dev bir anıt, hatıra defterlerinin arasına kurutulmuş çiçek bahçesi gibi yerleşen şiirinden de dallar toplayabilirim kuşkusuz.
Ethel ve Julius Rosenberg’in idamının ardından onlara yazdığı bir şiir de olsa, bugün her aşka tercüme ediliyor şu dizeleri: “Sevdiğim çiçek adları gibi /Sevdiğim sokak adları gibi /Bütün sevdiklerimin adları gibi /Adınız geliyor aklıma /Rahat döşeklerin utanması bundan /Öpüşürken bu dalgınlık bundan /Tel örgünün deliğinde buluşan /Parmaklarınız geliyor aklıma /(…) Bir çift güvercin havalansa /Yanık yanık koksa karanfil /Değil unutulur şey değil /Çaresiz geliyor aklıma.” Elektrikli sandalyedeki o iki idamı, havalanan bir çift güvercinden, yanık yanık kokan karanfilden öte kim böyle anlatabilir?
Şairlerden açlık grevi
Sonrasında şairlerin sıfatına “vatan hainliği” de ekleniyor. En büyüğünden başlamalı tabii. O da yüce bir sıfat, “iddianame”sini ve Nâzım Hikmet’in “Vatan Haini” şiiriyle “savunma”sını okursan. “Haykıran puntolarla” defalarca suçlanıyor hainlikle: “Vatan hainliğine devam ediyor hâlâ…”
Onu savunanlar da payını alıyor elbette. Üç arkadaş, Anday, Orhan Veli, Oktay Rifat, Nâzım Hikmet’in cezaevinden çıkarılması için iki günlük açlık grevi yapıyor, 1950’de. Onlar da etiketleniyor.
Yıllar öyle de geçiyor. Hayatları ille de “şair hayatı”… Doğan Hızlan Anday’ın evine gidiyor 2000’de, ölümünden iki yıl önce. Anday, Kadıköy Barlar Sokağı’ndaki evinin penceresinden sokağa bakıyormuş çoğu zaman. Eğlencesiymiş… “Çünkü” demiş, “Buradan geçenlere bakıyorum, onlara bir meslek ve bir hayat yakıştırıyorum”.
İnsanlara hayat yakıştırmak
Belki de şairlik, yazarlık, kendine, insanlara hayat yakıştırmak biraz da… Çoğu insanın düşünde bile göremeyeceği hayatlar, anlar üretmek. Onları ân’ında derinleştirmek ki önce kaybolasın dehlizlerinde. Sonra şanslıysan bulasın bir şekilde kendini. Olmadı… Meczupluk da yakışıyor bazısına.
Baskıdan, vefasızlıktan, parasızlıktan kendilerine yakışan, layık oldukları, hak ettikleri ömrü süremeseler de çoğu kez… Yakışıklılıkları biraz da ondan. “Hayat”larından…
Oruç Arıoba der ya; “Bir şairin gözleri kapanınca, dünyada görülecek şeyler azalır.” Öyle de azaldı bu şehir, onlar gidince… “Hiç” gibi ortada kaldı kimimiz. Anday’ın ardından “Şiiri bütün fazlalıklardan kurtarmak istiyor, usun özgürlüğünden ne güzellikler doğabileceğini gösteriyor” diyerek andığı Cemal Süreya misali: “Ben hangi şehirdeysem /Yalnızlığın başkenti orası…”
“ŞİİR VESİLE MERTEBESİNDE DURMAZ”
Füsun Akatlı “Zamanı Yaşatan Roman, Zamana Direnen Şiir”de (Toplu Eserleri 3) Melih Cevdet Anday’ı şöyle tanımlıyor: “Çok yönlü bir kültür adamı, bir ‘atlet’ komple. Şair, romancı, denemeci, oyun yazarı ve sözcüğün gerçek anlamıyla bir düşünür. Bilimlerle, felsefeyle ve edebiyatın dışında kalan sanatlarla da hep canlı, diri tuttuğu bir ilişkisi var.”
Devamında Anday’ın kendi sözlerine başvuruyor: “Felsefi temalar, bana bir şiir yazma olanağını tanıyor. Diyebilirim ki mistik bazı öğeler de şiiri çok daha kolay açıklayabiliyor. Bunlar şiire bir vesiledir benim için.” Ve ekliyor: “Burada önemli olan, şiirin bir düşünceye, bir ideale, kendinden başka herhangi bir şeye alet edilmemesidir. Şiir, şiir olacaksa, vesile mertebesinde durmaz.”
Anday’ın kendi şiirinden buna verdiği örnek de “Troya Önünde Atlar” şiiri: “Orada Homeros’tan bir parça aldım, onunla başladım. Dikkat ettim ki, Homeros atlardan insanlar gibi söz ediyor. Atların adını bile söylüyor. Beni yakalayan bu oldu.
“Ne diye sırayla okuyoruz tarihi?”
O parçayı Homeros’tan aldım; fakat başka zamanın atlarını da getirdim. Ali’nin atını da getirdim, Don Kişot’un atını da getirdim. Kısacası, değişik yer ve zamanlardan atlar alıp oraya koydum. Yani, ‘Budur tarih’ demek istedim. Ne diye sırayla okuyoruz tarihi?”
Akatlı o nedenle (de) Anday’ın şiirini incelemenin “bir atölye işi” olduğunu vurguluyor.
Yazıdaki meramımı, haddimi de aşmadan o uzun soluklu şiirinden dizelerle koyayım noktayı:
“Anlatma bana atları! /Bilirim, ana rahminden gelir, gece, karanlık /Bir ahırda lamba tutar biri, ışık titrer /Samanların ütünde, hayvanın öksürüğü ve soluğu… /Başını döndürür bakar, “Bana benziyor mu?” /“Sekili mi ayakları?” /Anlatma bana atları!
(…) Atlar, atlar. Yaşlananı görmedim hiç. /Kimi yelesiyle devirmek ister burçları, /Kiminin eşeler toprağı hala toynakları. /Anlatma bana atları! /Yüreğim kaldırmıyor düşündükçe vurulup /Vurulup yerlerde yattıklarını, anlatma, /Anlatma bana, görmedim Troya savaşını.”