Özel’in seçim gecesi yaptığı mükemmel konuşmayla başlayan; Sabah ve Hürriyet gazetelerine verdiği röportajlar, Erdoğan’a diyalog çağrısı, resepsiyon buluşması adımlarıyla kapsamlı bir görüşmeye doğru ilerleyen yeni CHP siyasetinin, “sağlı-sollu” rahatsızlıklar yaratmış olduğu görülüyor.
Bahçeli, elini çabuk tutup “sandık mandık dinlemeyiz, haddinizi bilin” tehdidi ile rengini belli etmişti. Ardından “lokaller” tartışmasına dokunan sert sözlerin de yer aldığı hamasi 23 Nisan mesajı geldi. Sonra MHP kaynaklarınca bu sözlerin Mehmet Şimşek’i hedef almadığı açıklandı. Bunu, Bahçeli’nin resepsiyona gelmemesi ve aynı gün eşofmanla yürüdüğü klibinin Ferdi Tayfur’un “sitem” şarkısıyla servis edilmesi izledi.
Devletçi-Türkçü-otoriter radikalliğin, siyasal gücünü kutuplaştırıcı, düşmanlaştırıcı iklime borçlu olduğu çok açık. Siyasette, merkez ile aşırı uçlar arasında negatif korelasyon var. Merkez güçlendikçe aşırılar marjinalleşiyor. Tabii tersi de doğru. Bütün radikaller gibi, MHP’de temsilini bulan odak da, merkezin aşındığı, ılımlılığın gözden düştüğü, siyasal algının düşmanlık üzerine şekillendiği konjonktürleri seviyor.
Türkiye son yirmi yılda çok derin bir toplumsal-siyasal dönüşüm yaşadı. İktidar, verili düzen içinde mücadele eden siyasetçiler arasında değil, bütünüyle o düzeni tasfiye eden dev sosyolojiler arasında el değiştirdi. Kansız bir ihtilal yaşadık. Bütün bölünmüş toplumlarda olduğu gibi, gücün bu kapsamda el değiştirmesi büyük gerilimler, hazımsızlıklar, hınçlar yaratır. Kaybedenler şaşkın ve kızgın olur; kazananlar ellerindekini korumak, eskiyi tamamen gömmek, kendileri için güvenceli yeni bir düzen kurmak ister. Bu çok sert bir kavgadır ve siyasetin bütün dilini etkiler. Merkez ile ihtilal bir arada olamaz. Ilımlılık, diyalogculuk, uzlaşmacılık, karşılıklı kutuplar tarafından asimile edilir.
Meseleye bu perspektiften bakınca, süreç boyunca tanık olduğumuz sert laikçi tepkiselliğin de “siyasal aymazlık”la açıklanması yüzeysel kaçıyor. Şimdi yeniden düşündüğümüzde; ummadığı biçimde kaybeden büyük bir sosyolojinin psikolojik evreninden farklı bir siyaset vücut bulamayacağını kabul etmek, daha ikna edici geliyor. Kemalist modernleşmeci ideolojik kodlarla yüklü bu sosyoloji, (küçük entelektüel bir bölümü dışında) kendi tarihsel yapısına uygun davrandı. AK Parti’ye baktığı zaman, demokratik reformculuk, Batı’ya açılım, sosyal dayanışma politikalarını filan değil; sadece kendisini iktidardan uzaklaştıran “gerici” bir düşman gördü. Bu Schmittyen kafayla da, en çok kendi içinden çıkan “hain” YAE’cilere kızdı zaten. Savaşta arkadan vurulmuştu!
Kısacası, büyük dönüşüm hükmünü sürdürdü; “öteki”ni kendi varlığı için tehdit gören, hınçlı, iki kutuplu bir toplum yarattı.
Sonuç ne oldu? Görülen, kazananların da yavaş yavaş kaybettiği, iki taraflı fanatizmden “bağımsız seçmenlere” doğru kan kaybının başladığı, normal toplum olma arayışının uç verdiği, yeni bir denge durumuna geldiğimizdir.
Kendimi de partilere angajmansız “bağımsız seçmen” statüsünde tanımlayan birisi olarak, Türkiye için önceliğin normalleşme olduğuna inanıyorum. Muhalefete seslenirken bu cümlenin daha da açık ve köşeli kurulması gerektiği kanısındayım: Demokratik değişime odaklanan bir siyasetin önceliği, Erdoğan’ın tasfiyesi değil, merkezin yeniden inşası olmalıdır. Kutuplar arası keskin duvarları tahkim eden; hınçlardan rüzgâr almaya çalışan, boykotçu, kategorik protest siyasetler işe yaramaz. Ne CHP’ye ne de Türkiye’ye olumlu bir değişim sağlamaz.
CHP, iddia ettiği gibi bütün Türkiye’nin partisi olacaksa; kimlikleri aşan bir vatandaşlık temelinde hak ve özgürlüklerin sözcülüğünü üstlenecekse, merkezin yeniden inşasına yönelmelidir.
AK Parti ve CHP, daha da doğrusu Erdoğan ve CHP, Türkiye’nin ana akımlarıdır. Bunlardan birisinin “tasfiye edilmesi gereken düşman” olarak tanımlandığı bir merkez siyaset söz konusu olamaz. İktidarın en yakın adayı olarak CHP’nin, Erdoğan’ı siyasal rakip olmanın yanısıra, merkezin inşasında partneri olarak da görmekten kaçınmayan bir esneklik taşıması gerekir.
Bunun nüanslı, ustalıklı bir siyasi mücadele gerektirdiği çok açık. Kategorik düşmanlıktan, somut politikalar üzerinden seçici muhalifliğe; “öteki mahallenin” Erdoğan’a bağlılık duygularını hesaba katan bir söyleme yönelmelidir. Kendi toplum tasavvurunu geliştirmeli; geleneksel tabanının öç alma duygularından değil, toplumun umut ve yenilenme arayışından beslenmeyi başarabilmelidir.
Erdoğan’ın normalleşme siyasetlerine yüz vermeyeceği; bunu iktidarına tehdit olarak değerlendireceği; manevra alanı kalmadığı; kaderini, mevcut ittifaklarıyla otoriter rejimin tahkimine bağladığı düşüncesi, kanımca olasılıklardan sadece bir tanesini işaret ediyor. Evet, süreç böyle gelişebilir, ama buna kesinlik atfetmek aşırılık olur. Öngörülerimize biraz mesafe koymamızda yarar var. Bana sorarsanız, bugün Erdoğan da ne yapacağını bilmiyor; bilemez de… Bütün özgüveni yüksek, etkili liderler gibi o da gelişmeleri izleyecek; gücünün sınırlarını ve önüne açılan yolları tartacak; diğer aktörlerin tercihlerini değerlendirecektir. Erdoğan, koşullara göre değişebilen güçlü esneme yeteneğine sahip bir siyasetçi. Muhalefetin onu merkeze davet eden; diyaloğa zorlayıcı siyasetine direnmenin kendisi için maliyet arttırıcı olduğunu gördüğünde, oyunu farklı oynamaya başlayabilir.
Mevcut siyaseti ve ittifaklarıyla geldiği yerin, yükseliş değil, adım adım eriyiş olduğu açık.
Erdoğan’ın ne yapacağı sorusunu şimdilik bir tarafa bırakabiliriz. Bu tartışmanın daha önemli sorusu, “CHP başka ne yapabilir?”
Birincisi, diğer muhalif partilerin tabanlarının da kendisine yöneldiği tespitinden hareketle, kutuplaşmanın artık tersine iş gördüğünü düşünerek, bütün oklarını Erdoğan’a yöneltip sert kategorik muhalefete abanabilir. Bunun hem CHP’ye hem de Türkiye’ye fayda getirmeyeceğine dair inancımı söyledim. Muhalif medyadan, tabandan, teşkilattan bu yönde baskılar olacaktır. Nitekim Özel’in diyalog siyasetine “uyarı” görünümlü itirazlar çok gecikmedi. “Erdoğan’a meşruiyet kazandırmaktan; otoriter rejimi kurumsallaştıracak yeni anayasayı görüşmeye açma tuzağından” söz ediliyor. Erdoğan’ı bırakıp “halkla konuşmak” gerekirmiş… Bu argümanlar ikna edici gözükmüyor. Erdoğan’a bu seçimlerde oy vermeyenler, onun meşruiyetini sorguladıkları için değil, yönetiminin sonuçlarından canları yandığı için böyle davrandılar. Koşa koşa muhalefete gitmediler. CHP ılımlı politikalarla Erdoğan’a ek bir meşruiyet sağlamaz, ama ondan soğuyanlarla bağ kurma şansı kazanır. Anayasa diyalogu ise neden otoriterliğin tuzağına düşmek olsun? Herkesin önüne gelen metni anlayacak temyiz kudreti var. Kapıyı baştan kapatmak ile, işbirliğine açık olup gelen teklifi gerekçeler göstererek reddetmek arasında çok önemli bir siyaset farkı var. İkinci tutum, sadece kendi hınçlı tabanını tatmin etmek yerine, bütün Türkiye’yle konuşmayı seçmek anlamına gelir. Bu bağlamda Kılıçdaroğlu’nun “sarayla müzakere değil, mücadele edilir” mesajını da içim sızlayarak okudum. Hırs bazen hüzün yaratıyor.
İkinci seçenek, bugün açık işaretleri verilen, seçici muhalefet ve temel konularda işbirliğine açık diyalog arayışıyla Erdoğan’ı merkeze doğru zorlamak; devlete karşı sivil siyaseti güçlendirmenin sözcüsü olmaktır.
Üçüncü bir seçenek de var ve bu, birincisinin türevi olarak geleceğimizi tehdit edebilir. O da, iktidar arayışında, iktidar blokunun devlet kanadıyla oyun kurmaya çalışarak Erdoğan’ı ezmeye yönelmektir.
Bu son ihtimali küçümseyenlere, siyaseti devlet eksenli kuran İttihatçı geleneği hafife almamalarını hatırlatmakta fayda var.
Bu seçeneğin gerçekleşmesi, nöbetleşe zorbalığın yeni bir perdesi olur.
Başa döneriz…