Bir varmış-bir yokmuş bir ülkede eşi benzeri olmayan, değeri ölçülemez bir elmas varmış. Bir gün padişah sarayın Hazine Dairesi’ndeki o yumruk kadar elması boynuna takmaya karar vermiş. Yüceliğine anca o elması yakıştırmış. Çağırmış sadrazamını, vezirlerini; “Tez bu elmasa bir delik deldirile ve som altından bir zincir geçirile… Elması delerken taşa halel gelirse, sadrazamın da, kuyum ustasının da boynu vurula…”
Var varanın, söz sürenin, ferman padişahın. Akdeniz yağ olsa, Karadeniz bal olsa, cümle topraklar balkabağı dolsa gözü doymuyor. Karnı doysa, “Yağ satarım, bal satarım” oynuyor şehzadelerle. Ne yapsınlar… “El kesesinden sultanım, şol memleket olsun kurbanım” diye gezinen zat-ı şahanelerine “Hünkârım o elmas babanızın, şahsınızın malı değil, Devlet-i Aliyyeye ait” diyecek cesareti yok tabii kimsenin.
Develer tellal, pireler abdal olmuş, her yanına salınmış ülkenin. Yüzlerce kuyum ustasıyla konuşulmuş. Amma velâkin aklı başında hiç kimse o emsalsiz elması delmeye cesaret de, cüret de edememiş. Günler, haftalar geçmiş. Bu işi yapacak bir tek babayiğit yahut divane bulamamışlar ülkede.
Değer bilmezin cesareti
Sadrazam dere-tepe düz gitmiş, öyle öyle bir güz gitmiş, bitap düşünce Yolgeçen Hanı’nda mola vermiş. Kızılcık şerbetini içip soluklanınca koynundaki elması çıkarmış, göstermiş son bir umutla: “Bunu kim delerse, keselerce altın alır.” Sofrasına 14 yaşında gözleri fıldır fıldır, yanakları bıldır bıldır bir velet yanaşmış. Belli şımartılmış, semirtilmiş biraz: “Ben delerim o taşı…”
Sadrazam bir çocuğa bakmış, bir de elmasa. Başka çaresi kalmadığı için “Ya herro, ya merro” deyip uzatmış elması. Çocuk koşup balyozu, keskiyi almış ve tek vuruşla delmiş taşı. Sadrazam şaşkınlıkla sormuş: “Bu kadar kolay mıydı bu elması delmek?”
Yan masada uzun oturan Yolgeçen Hanı dervişi yanıtlamış sadrazamı: “O çocuk, o taşın o kadar değerli olduğunu bilmiyordu ki… Pervasızlığı, cüreti, şımarıklığı da bilgisizliğinden, değer bilmezliğinden, umursamazlığından kaynaklanıyor. O sadece cebine atacağı keselerin hayalini kurar.”
Gecekonduya antik kolon
Anlattığım eski bir masal da, kıssadan hissesi öyle değil. Her masalın bir anafikri, her anafikrin de sündürdüğünde bir masal tarafı var bazı coğrafyalarda. Doğal, tarihi elmasların pat diye delinip “kolye” yapıldığı, bazısının delinirken parçalanıp yok edildiği ya da araya şişe camı eklenip polyester tutkalla yapıştırıldığı bir ülkede yaşıyoruz.
Birisi doğal, tarihi miras dedi mi, içimin ürpermesi ondan: “Aman, sus, birilerinin aklına karpuz kabuğu düşecek yine…” Restorasyon, dönüşüm filan deyince gözümün önüne doğal mirasa, tarihi eserlere dalan kepçeler, züccâciye dükkânında alışveriş yapan filler geliyor.
Doğanın, tarihin değerini bilmek, ona özen göstermek, bilinçten öte vicdan, insaf, edep, saygı gibi hassaları kıpırdatan bir hayattan, terbiyeden, izandan geçiyor. Aslında bir nebze insan-doğa-vatansever olmak yüksek lisans, doktora filan gerektiren zorlu bir eğitim süreci de değil. Yeter ki evinde, bahçende, baba koltuğunda, sokağında, ülkende tanımladığın iktidarın, çıkarın uğruna her yolu mubah görme. Gecekonduna antik sütunlardan kolon dikme mesela.
En hakiki “plastik sanat” bizde
Lâkin her anlamıyla “Doğamız” belgeselimizde onlarca yıllık ağaçları, yeşili ayan beyan yok etmek, mirası arsa yapmak, imarı yıkıma açmak, orman yangınlarını pişkin tiratlarla seyretmek, tarihe kulpu kırık çanak çömlek gözüyle bakmak, hassas restorasyonlara buldozerle dalmak, tarihi esere banyo fayansı döşemek, heykellere operasyon düzenlemek filan var.
Her türden “eser”de mimari, estetik facialar dönemi. İmitasyon, plastik Lale Devri. Plastik sanatları sahiden plastik (polyester, fiberglass) sanan bir zihniyetle karşı karşıyayız. Her türden otorite heykeli sanatçının değil, kendi “kaide”sinde yükseldiği zaman “hoş görüyor”.
Şunca zamandır bakıyorum da yapılanların, edilenlerin cümlesine ilaç için bir tane “estetik”, sanat gibi kelimeleri yerleştiremiyorum. Hakkıyla “Ne hoş, ne zarif, ne güzel, ne yerinde olmuş” diyeceğim bir tanecik şeye hadi ben rastlayamıyorum da, at gözlüklü, kör gözüme değmemiş bir şey gösterseler mutlaka bir yerinde onu alt edecek bir “imza” bulurum diye düşünüyorum. Methiye, böbürlenme dışında bir şiir, bir şarkı, bir resim, poster de mi olmaz?
Tarihi tespih yapmışım, sallıyorum
Tahrip edilen, bir gecede yok edilen doğanın, tarihin, kent estetiğinin yerine karalanan acemi karikatürler, neredeyse her şehirde utanmadan “Alın size heykel” küstahlığıyla dikilen türlü fiber yaratıklar, Fred Çakmaktaş’a nazire beton parklar, trajikomik tarihi canlandırmalar, ilkokul müsameresinde bile eğreti duracak kostümler, dekorlar, TV dizileri ibadullah. Her ekranda “Dünyayı, tarihi tespih yapmışım, sallıyorum” arabeski.
Bu mevzuda bu ülkede çevrilen filmlerin, sahnelenen tiyatronun fikrimce özeti bu… Özet dediysem, özeti ansiklopedi. Tarihin, milliyetçiliğin bu kadar ekmeğini yemeğe çabalayıp da tarihi bu denli karikatürleştirerek süflileştiren zihniyet enteresan, komik bile değil artık.
Tahrip, pervasızlık, “dönüşüm” üçlü sacayağında yükseliyor: Değer bilmemek, başka bir niyet, çıkar uğruna değerini boşvermek yahut o değeri “sakıncalı” bulup, onu yok edip yerine kendince başka bir “değer” inşa etmek. Bunları görmek için ortalıkta dolanan her türden saltanat kayıklarının üzerine korsan grafitici huysuzluğuyla “Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” mi yazmak gerek?
Yaş normal de km çok be abi
Böyle de ihtiyarlıyor insan. Beyni, alnı, alınyazısı kırışıyor, buruş buruş… Ömür değil yol yoruyor, aksatıyor, bıkkınlık kocatıyor. Hani uzunyol sürücüsüne yaşını sormuşlar… “Benim yaş normal de, kilometre çok be abi…” demiş, o hesap. Ömrümüz, kilometrelerimiz yıkımla, yağmayla, yalanla talanla geçti, katlanarak geçiyor. Memleket normalleri, bir bilene sorarsan.
Şehir rehberliği yapsan “Burada eskiden şu vardı”dan ibaret hayali bir turun komedyeni olacaksın neredeyse. Heykel diye fiber maskaralıkların önünde güldür güldür stand-up yapacaksın. Gazeteleri, medyadaki haberleri yorumsuz okusan popüler mizah yazarı olacaksın. Ki “yorumcu”su da kara mizah esnafı zaten.
Doğaya, tarihe dair her mirasın önüne “Gölge etme başka ihsan istemem” yazılsa çözüm yolu anında yarılanacak belki. Yerel seçimlerde ulaşımı, şehirleşmesi, “kent estetiği”, her şeyiyle yağmalanmış/yığmalanmış bir şehre başkan adaylığını “Valla kazanırsam hiçbir şey yapmayacağım, önce yıkacağım” vaadiyle koysan, fikrimce oyun katlanır.
Bizde yüzyılın adı yok
Bir yüzyılı devirdik, yenisini çeyrekledik, bizde yeni yüzyılın adı yok. Dünyada “Bilgi Çağı”, “Dijital Çağ” filan deniyor ya, buyurun kıvırabilirseniz kurun yerli-milli cümlesini de cümle içindeki mânâsına gülelim hep beraber: “Türkiye dijital bilgi çağında da dünya lideri olmak için gereken adımları hızla atıyor.”
Cittaslow’u yani “yavaşlatılmış şehir” akımını yavaşlaştırılmış internet olarak yaşıyoruz. Son örnek, yani ayan beyan olanı İstiklal Caddesi’ndeki patlama. RTÜK yayın yasağı, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı sosyal medya soruşturmasıyla anında devreye girerken, Dijital, Bilgi Çağı olarak anılan 21. Yüzyıl’da kurulan Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) da tedbirini hemen alıyor.
BTK sosyal medya platformlarına erişimde ülke genelinde bant daraltılması yapıldığını açıklıyor ne hikmetse. Böyle bir itirafa ne gerek vardı anlamıyorum da… İnternet yönetimlerini izleyen gözlemci kuruluş NetBlock da Türkiye genelinde 50 noktadan aldığı verilere dayanarak sosyal medya platformlarına erişimin yavaşlatıldığını, kısıtlandığını belirtiyor.
Ayvaz kasap, hep o hesap
Sansürde dijital çağ. Sadece sosyal medyadan hareketle yapılanları, açılan davaları, o platformlardaki zalim, sunturlu, çağ dışı “iletişim”i filan düşününce bile meâlen kaçıncı yüzyılda olduğumuzu hesaplamak zor. Neredeyse değişimi reddedip “Ayvaz kasap hep o (bir) hesap” diyeceğim ama… O hesap da iyice kabardı. Ülke değil ama “o hesap” çağ atladı.
Ve maalesef unutuyoruz, üst üste biriktikçe… Sadece insan değil toplum da nisyan ile malul. Bir ömrü geçirdiğimiz, her an huzuruna çıktığımız şehrimizi, sokağımızı, onun değiştirilen, kaybolan gerçek adını bile unutuyoruz. Oysa insan şehrini unutulmaz an(ı)larına eşlik eden mekânlarıyla, meydanları, heykelleri, parkları, sokakları, hatta o sokaktaki iğde ağaçlarıyla, onların kokusuyla da hatırlar, öyle anar, yaşar.
Şehir belleğimizdeki yerini o bütünlük içinde korur, değişirken öyle sürdürür varlığını, devamlılığını öyle sağlar. O mekânlar, o objeler, isimler, geçmişteki iyi-kötü o “an”ı, bugünle yeniden şekillendirir. “Hafıza mekânları”dır, kent tarihi, bilgisidir hepsi. O şehirde, o ülkede yaşayan insanların kolektif hafıza nesneleridir. Yok edilirse, unutmanın, unutmaya alışmanın davetkâr kucağına sürükler bizi.
Meydanı yok korkusu var
Ankara da yitirilen, unutulan hafıza mekânlarının meydansız başkenti artık. Dünyada meydansız tek Başkent muhtemelen. Hürriyet’in cuma ilavesinde şehir planlamacıları, mimarlar, işadamları, gazeteciler ve gezginlerden oluşan jüri Türkiye’nin en güzel 10 meydanını seçmişti bir zamanlar.
Ödemiş, Mudanya, Bursa, Çanakkale, İstanbul, İzmir’den meydanlar var. Ankara’dan bir tane yok. Zira meydanı yok ki başkentin. Hani Ulus, İstasyon (Gar), Opera, İtfaiye (Hergele), Kızılay, Zafer, Sıhhiye, Tandoğan meydanlarıyla da var olan şehir, hepsinin yok edilmesiyle meydansız. Meydanı yok, meydan korkusu var.
“Kendine ait hatıra” da hayal
Lawrence Durrell, İskenderiye’yi “Hafızanın başkenti” olarak adlandırıyorsa… Ankara’ya da “Unutuşun başkenti” yakışıyor bu mevzuda. Hafıza mekânlarının, kent hafızasının yitimi, hatıraları da çekiyor girdabına. İyi-kötü tüm hatıraları; ki ikisi de lazım insana.
Toplumsal demans, ayıklanmış hafızalar, ayıklanmış hatıralardır bir bakıma. Hatıralarımızı başkaları yarattıkları enkaza inşa ediyor, kondulaştırıyor. “Kendine ait bir oda” milyonlar için zaten fantezi de… Kendine ait esaslı bir hatıra bile şüpheli.
Kentin hafıza mekânlarının yok edilmesine dayalı stratejiler, bizzat kent(li) hafızasına uzatıyor menzilini. Hızla geçiyor zaman. Hafızanın üstünü giderek koyulaşan, çürüyen/çürüten yapraklarıyla örterek. Hızla, pürtelaş, itile-kakıla…
Unutulmaz deme unutulur…
Hafızasız, hatırasız, yorgun, bitkin pavyon şarkıcısı gibi dolaşıyoruz sonra bulvarda. Mırıldanıyoruz, dümbelek eşliğinde: “Unutulmaz deme bana unutulur unutulur /Kapanır en derin yara acısı da unutulur /Bu hayat böyledir dostum /Yaşanan gün mazi olur /En değerli hatıralar bir gün gelir unutulur…”
Öyle geçiyoruz adı-sanı, hatta altüst geçitlerle varlığı yok edilmiş caddelerden, sokaklardan, şarkının hatırlayamadığımız kelimelerini değiştire değiştire… Hep eksik kalıyor güftesi. Kayıp, solgun hatıralarımız gibi… El ele dolaştığımız sokağın eski (asıl) adı neydi, hâliyle unutuyoruz. Kavşakta üç kuşağa dallarını uzatan, şimdi kesilen çınar ağaçlarını da… Her cumartesi sevgiliyle buluştuğumuz, şimdi yok olan meydanı da… O meydandan depoya sürülen heykeli de…
Her şey böyle oldu önce
Sonra o sevgilinin adını da unutuyoruz. Hatta yüzünü… Onlarla, o hatıralarla vardı çünkü yüzü, şöyle bir yürüyüşü… Değil sokaklar, kentler bile unutulur, değil mi? Unutulur, unutulur…
“Her şey işte böyle oldu önce” der ya Cemal Süreya. Öncesini unutunca, sonrasına alışacağız. Ve ömür yeterse yeniden unutacağız sonra. Edip Cansever’in salıncağında, Yeşilçamın altında eteğini toparlayarak sallanan o mutlu ama hep dalgın Hülya Koçyiğit gibi unutacağız. Kocamış… Kim bilir neye pişman:
“Yani olanlar olmuştur bir kere /Bir kartal donakalmıştır sıcaktan. /Bir U sesi duyulur /Yaratılmaya uygun bir ses, U /Uzağa bakar kartal. /O kadar bakar ki, bakmaz /Taş kesilmiştir taş, boynu ileri düşmüştür /Tanrım bize bir salıncak /Çok çabuk geçmek için şu olup bitenleri /Bir daha, bir daha, bir daha /Unutmak unutmak unutmak…”
(Yeniden) yaratılmaya uygun bir ses, U. Hüzünle, acıyla ulumanın U’su. Unutmanın U’su, unutmanın u’su, Unutma’nın u’su, Unutma… Ama “Unutma!”ya ünlemini de koyduktan sonra, belki büyük harfle Umut’un U’su… Ve “Utan”ın U’su, en lazım olan anda. Argonun, küfrün bile mertebe kaybına uğradığı bir ortamda ne denir başka: Utan…