Paramparça…

Paramparça hatıralar bazen hatırası değil bugünü olabiliyor insanların. Yaşamı da dön-gel “yaşantı”lar… Hepsi, bir dairenin döngüsünde -zamanla- hızlandıkça bir tayfa dönüşüyor, tüm renkler silikleşiyor. “Beyaz”a yıllar sonra, o tayfın hızlı döngüsüyle ulaşıyorsun. Aklandın sanıyorsun, halloldu sanıyorsun. Oysa tüm renkleri yok ediyor o tayf, bembeyaz oluyor. Beyaz sanki bir gölge değil de renkmiş, beyaz marifetmiş gibi.

Geçen pazar yayınlanan ve kadına yönelik şiddetle ilgili farkındalığa da değindiğim “Şiddetli farkındalık” yazımdan devamla… Hayvan hakları da mücadelelerle bir nebze sonuç alınan alanlardan. Onlara yönelik şiddet de özellikle sosyal medyadaki teşhiriyle dayanılmazlığı önüne koyuyor insanın, farkındalığı kıpırdatıyor.

Konya’daki barınağa “emanet” köpeği sessiz tanıkların (suç ortaklarının) önündekürekle öldüren yaratığın videosu öyle serilerin taze, dayanılmaz örneği. Haber kanallarından kedilere, köpeklere zulmeden görüntüler de eksilmiyor. Tabii “haber olmaya değer” ve şiddetin toplumsal hiyerarşisini, böyle olayları besleyen “üst”yapıları faş etmeyen zalimlikler, işkenceler, kıyımlar. Yoksa her kuytuda örneklerini bulmak mümkün.

Dil böyle konularda da günahkâr. Hatta çıbanbaşı… Sokak köpeklerine dair ürkütücü, özensiz karşı haberlerin de neye kılavuz olduğu, insanları hangi duygulara, “karar”lara yönelttiği şüpheli, tehlikeli. Haber metinlerine gömülen ve şiddeti, yok etmeyi, karşı şiddeti heveslendirecek mesajları ayıklamak her “gazeteci”nin refleksi de, derdi de değil çoğu kez.

Bünyesel kara mizah

Bazı kanallar da şiddet bültenine dönüşen haber kuşağında dengeyi finalde pembe, şirin, güldürükçü videolarda arıyor. Kediciklerin, köpeciklerin aklı da, şapşallıkları da haber değeri taşıyor. İnsanların aptallıkları yahut aptal yerine konulan seyirci “ciddi” tartışma programlarında yerini bulurken, hayvanlarınki “Biraz da gülelim, eğlenelim” bölümlerinde.

Gerçi zift karası, buz gibi mizah sevenler tartışma programlarında da çok eğlenebiliyor. Edebiyatta, sinemada kara mizah hassas bir ustalık, birikim, stil filan gerektirirken bunu bünyesinde spontane üreten bir ülkede, her an ekranda yaşamak da enteresan. Ekrandan akran mizahı…

Her şeye, onca özensizliğe, isteksizliğe rağmen insan dışındaki canlılara, hayvanlara yönelik bir farkındalığın geliştiğini söylemek yine de mümkün. Sokak hayvanlarına karşı hüsnükabulün, sevginin, şefkatin izlerini görmek insanın esnafa bakışını bile farklılaştırabiliyor, tercihlerinde rol oynayabiliyor mesela. Şiddet, şefkat ve farkındalık.

Paramparça şiddet

Köpekler nezdinde insanın hainliği, vefasızlığı, vicdansızlığı edebiyata, sinemaya da yansıyan bir tema. Jack London’ın Beyaz Diş’i çocukluktan kesitleriyle hafızamda yer edinirken, “Paramparça Aşklar, Köpekler (Amores Perros)” üzerinden 20 yıl geçse de anı olamayacak kadar taze. (¹)

Alejandro Gonzalez Inarritu’nun filmi üç masallı, şiddetli bir şehir hikâyesi. İki yazıyla değinmeye çalıştığım “sinema, şiddet ve farkındalık”ı sert açılan penceresinden aralayan çarpıcı filmlerden de birisi.

Masal dediysem, gerçeğe uzaklığından değil anlatımına hayranlığımdan… Meksika yapımı film bize uzak, yabancı da sayılmaz: Yo soy Mexicano (Yahu hepimiz Meksikalıyız)… Bir hikâyesi diğer hikâyesiyle bağlantılı gözükmese de, kahramanları aynı masal âleminde geziniyorlar, karşılaşıyorlar.

Farkındalık ve çarpışma

Bir araba kazasıyla, çarpışmayla başlayan, karakterleri kaza yerinde birbirine bağlanan filmin üç hikâyesinde, farklı insanların, hayatların, evlerin çarpışmasını da izliyoruz. Farkındalık farklı hayatların, durumların kesişme noktasında çoğu kez. O da şiddetli bir çarpışma, sarsılma anı bazen.

Hikâyelerin temaları aşk, para, ölüm, ihanet, aldatma, ayrılık, pişmanlık, tutku, öfke ve elbette köpekler… Ayrı kazanda ama benzer tariflerle, baharatlarla kıvamlanıyor, bağlanıyor. Lezzeti, acısı da şiddetli… Inarritu’nun üç ayrı hikâyesi, üç ayrı kahramanı, üç ayrı hanesi, her hanenin ayrı köpekleri var.

Köpekler olmasa insanlar da, hikâye de eksik kalacak. “Funny Games (Ölümcül Oyunlar)” filminin ilk sarsıcı sahnesindeki köpeğe yönelik şiddet Michael Haneke’nin deyişiyle “merdivenin ilk basamağı”. Bu filmde de şiddet o merdiveni koşarak çıkıyor.

İnsanların tavuk kanatları

Her masalda bir mucize eseri kanatlarının çıkacağına, uçup gideceğine inanan insanları görüyoruz. İlk hikâyede Octavio ağabeyi Ramiro’nun karısı Susana’ya vurgun. Onu çocuğuyla birlikte alıp başka diyarlara uçmayı, yeni bir hayata konmayı, mutlu bir yuva kurmayı istiyor.

İkinci hikâyede Daniel eşini, çocuklarını terk ederek genç, güzel, ünlü model Valeria’yla yaşamaya başlıyor. Kanatlanıyor, başlangıçta… Ama bir süre sonra dalları(nı) da sevdiğini, aradığını anlıyor. Valeria’nın en büyük aşkı ise küçük köpeği Richie. Onsuz uçamıyor da, konamıyor da.

Son hikâyede eski ihtilâlci El Chivo şiddetle, işkenceyle, hapisle geçen yılların ardından sokaklarda çöp toplayan bir kiralık katil. Geçmişte kendisine en sert şekliyle yönelen şiddet, bugün belki “çöp toplamaya” benzettiği kendi şiddetiyle yer değiştiriyor.

Yıllar önce ailesini davası uğruna terk etmiş. Çok sevdiği köpeklerini de yitiriyor. Eski karısını da kaybeden El Chivo’nun tek amacı var: Onun öldüğünü düşünen kızı tarafından bağışlanmak ve başka, temize çekilmiş bir hayata uçmak.

Kırık vazodaki çiçekler

İnsanlar mutsuz ama arada bir öyle olduklarını unutuyorlar. Unutmak bir umut onlar için, hatta bazen unutulmak da… Octavio Susana’nın kocası ağabeyi Ramiro’yu, yaşadığı şehri unutmayı ve köpeği Cofi’nin ona yaptığı vefasızlığı, hainliği unutmasını umuyor. Daniel “yeni aşk”ın ona geride bıraktığı ailesini, hayatını unutturmasını… El Chivo da küçücükken terk ettiği kızının geçmişi, babasının kirli, vefasız sicilini unutmasını.

Ya biz? Unuttuklarımızın bir kısmını Amores Perros ile hatırlıyoruz. Film bittiğinde çoğu yine paramparça… Unuttuklarımızı hatırlamak, kırık parçaları yapıştırılmış vazolara çiçek koymak bizi mutlu etmiyor. Paramparça olan şeyler aslına dönmüyor zira.

Unutmak kendi marifetimiz, self terapimiz. Unutmak bizi köpeklerden ayıran sefil çaresizliğimiz. Hepimiz öyle zamanları, “o an”ı bekliyoruz. Unutmaları… Temize çekilmesi gereken sayfalar var demek ki hayatlarımızda. Çok aşklar, çok ayrılıklar, ıssız gece sokaklarında başını kaldırıp hâlimize havlayan, okşayınca bizimle birlikte inleyen köpekler var.

Olmaz hayallerin cazibesi

Bize olmayacak, olmadığında da “Olmazdı zaten”le boş verilecek, unutulacak hayaller lâzım. “Yok artık daha neler” hayaller, masallar. Avunmak büyük beyaz yalanlar gerektiriyor. Büyük Beyaz Köpekbalıkları… 

Affedilmeyi ve ağır sancılarına vakur kaş çatmalarıyla katlanacağımız kanatlarımızın çıkmasını bekliyoruz. Unutup, kanatlanmayı… Bize Inarritular, Birdman misali hayaller lâzım. Bize kahramanların maskelisi, hayallerin pelerinlisi, yalanların kuyruklusu… Size kurşunlar.

Bize her geçen gün uzaklaşan aşkın, eriyen paranın, her geçen gün yakınlaşan ölümün hesap özetini, mizanını unutturacak yahut hayatla, terazinin kefesine koyduğumuz parmağımızla dengeleyecek “an”lar gerek. Filmde de aşk var, para var, ölüm var. Üç kısım tekmili birden.

Zaten Faulkner’a göre hayatta hakkında yazılacak üç şey var; aşk, para, ölüm. Geri kalan her şey bu üçünün içinden türüyor. Birbiriyle itişiyor da… Onun için yoksul aşk, aşksız ölüm, paralı aşk filan otomatikman melodram. Gişesi sağlam, şarkıları liste başı…  “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm /Aman aman aman aman oy”.

Bozkırda aşk saklananı sever

Meksikalı yönetmen hepsini birbirine bağlıyor. Vazosunda yapıştırıyor birbirine… Ama aşklar, hayatlar, paramparça. Octavio’da eksik hayat parçaları, Ramiro’da yanlış hayat parçaları, Daniel’de hayatına yapışıp kalan “sıradan” bir aile yaşamının karşısında bilinmeyen bir hayatın rengârenk puzzle parçaları, El Chivo’da yaralı, kaçırılmış, kayıp, kanlı hayat parçaları var.

“Meksika’da aşk” dersem, uzakta aramayın. Arka sokakta oturuyor. Hepsi, her hâliyle amigos. Filmimizdeki hikâyeler aynıyla vâki. Üzülmeyin. “Medeniyete, adalete, refaha, huzura, özgürlüğe uzak bir ülkede âşık olduk” diye hayıflanmaya da gerek yok.

Aşkın o çok telli enstrümanları, back vokali, bir uçtan bir uca korosu, alkışı yoksa toprağınızda, eksilmeyin. Ve bu mevzuda özenmeyin Paris’e, Amsterdam’a filan; kaktüslü, çakırdikenli bozkır, çöl aşkları kimbilir kaç firarı boğmuştur içinde. Saklıdır, tamam. Lâkin bozkırda aşk saklananı sever. Aynanın sır tarafını… Masallar da sever o toprağı. Bozkır insanı da masalları…

Hayatın pençeleri var

Octavio aşkına kavuşamıyor, Daniel aradığı aşkı o adreste de bulamıyor. Aşkın arasına hayat girmiş ki, ölüm girse ondan beter. Hayatın pençeleri var çünkü, sivri dişleri var. Yarası dikiş tutmuyor.

Yalnız hepsi. Octavio yalnız. Daniel sevgilisiyle de, önce terk edip sonra çark ettiği eşi, çocuklarıyla da o kalabalıkta yalnız. Kurulu düzenin yalnızlığını seçiyor. El Chivo da yalnız, köpeğinden bile yalnız. Aşka iman-zaman yok kalan ömründe…

Cofi ve Richie yalnız değil bir tek. İkisini -ne olursa olsun- sadakati çoğaltıyor, avutuyor. Lâkin bir tercüme manevrasıyla filmin adına “Amor es perros (Aşk köpektir)” de desek bize oradan bir ders çıkmaz. Öyle sadakati kendine kılavuz eyleyenlerin hâli ortada, karga burnu sendromu.

Erkekliğin “hombre” hâlleri

Meksika’daki aşkta da, şiddette de önce erkekler ve babalar var. İspanyolca hombre (erkekler) kelimesinin kulakta kalan sert yankısının hakkını verircesine… Babalar ki, üç hikâyede de ailesine, çocuklarına uzak. Bu filmindeki “Baba”yı sanki Biutiful’da temize çekiyor Inarritu.

Ama öyle babalar yoksul oluyor, yasadışı oluyor, göçmen oluyor, kanser oluyor. “Hayat… Hepimizi ağır ağır öldüren bir kanser türü” değil mi bazen? Haneke, Inarritu filan kanser araştırmacısı değil mi, bir bakıma…

Erkekler ki, her daim aşkın, ayrılığın, aldatmanın, hayal kırıklığının bildik tahterevallisinde.

Yasak tutkuların, aşkın karanlık yanlarının, lanetlenmiş ihtirasların, yanıp-sönen heveslerin, bağlanmanın/çözülmenin, Yedi Ölümcül Günah’ın en az beşinin (kibir, açgözlülük, şehvet, kıskançlık, öfke) kıyısında. Kadınların günahı filmde daha gösterişsiz, daha sıradan gibi.

Dar alanda köpek sevgisi

Üç hikâyede de paslı kilitleri paranın açmasını umuyor insanlar. Octavio’nun Susana’yla terk-i diyar eylemek için ilk ihtiyacı para. Aşk yoluna parayı ise sadakati, bağlılığıyla kendisini koşulsuz seven köpeği Cofi’yi ölümcül arenada dövüştürmekte buluyor.

Cofi’nin Octavio’ya olan bağlılığı, Octavio’nun Susana’dan ibaret tahayyülleriyle grotesk bir hâl alıyor. Köpeğini bir daha dövüştürmese bile gelecekte Susana ile birlikte kurmayı hayal ettiği “homesweethome” da Cofi’ye dar sanki. Susana’nın ilk fırsatta köpeği sokağa saldığını biliyoruz.

“Kalsın-gitsin” tarzı bir münazarada Octavio’nun Cofi’ye ne kadar sahip çıkacağı da şüpheli. Önce Susana, daima Susana… Neil Young’ın kulakları çınlatarak, “Oh Susannah, Oh Susannah, Oh, Oh, Oh, Susannah”. Ölüm-kalım meselelerinde Octavio’ya kalım, Cofi’ye ölüm düştüğü de mâlûm.

Vicdan şimdiki zamanda yaşar

Octavio’nun Cofi’yi vuran çete liderini bıçaklaması, kaçmaya ve onu kurtarmaya çalışırken kaza yapması vicdanın geriye sarmasından ibaret. Oysa vicdan sadece şimdiki zamanda yaşıyor, gelecek zamanda anca günah çıkarıyor.

Ve köpekler vicdanı/vicdansızlığı insandan daha kolay, daha önce hissediyorlar sanki. Ama “Ben seni hep, sonsuz sevdim” diyemiyor Cofi. “Nereden sevdin o zalim kadını” diyemiyor. Köpekler kelimelerle konuşamıyor çünkü.

Sadakat kelimeye de gelmiyor zaten. Ve bakışlara, jestlere, mimiklere, temasa değil, sadece seçili kelimelere tapan, inanan insanlar köpekleri anlayamıyor pek. Kendisi üzerinden anlamlandırıyor onu, onun dünyasını. Özdeşlik sadece “başka”ya dair düşünceleri değil aşka dair tecrübeleri de daraltıyor. Hatta imkânsızlaştırıyor çoğu kez.

Evler etik suç mahalli

İkinci hikâyede top model Valeria’nın cici-bici “HevHev”i Richie parkedeki bir aralıktan döşemenin altına girip kayboluyor. Yeni evlerinde balayı günleri korkunç bir kazayla bölünen iki sevgiliye ikinci darbe.

Köpeğin belli belirsiz inlemeleri, ağlamaları gece uyumaya çalışan çiftin yatağını sızıyor. Minik Richie’nin akıbetinin yeraltındaki dev fareler ülkesinde kara bir muammaya bürünmesi, sevgileri, bağlılıkları, limitet “ortaklıkları” için ikinci imtihan.

Richie’nin cici (üvey) babasının olaya ilgisi ödünç, baştan savma… Giderek o hadise, o yeni ev bir nevi “etik suç mahalli”ne dönüşüyor. O sahneleri izlerken Edgar Allan Poe ateş istiyor benden. Sadece gerilimiyle, olağan dehşetiyle değil… Kusursuz bir cinayetin -yaşayan- tanığı olarak evin duvarında cesetle birlikte gömülü kalan “Kara Kedi”nin tuğlaların ardından gelen iniltileri, çığlıklarıyla da.

Bağlanmanın kördüğümü

Filmdeki hayatlarda insanlar bağlanıyorlar… Birisine, bir şeye bağlanmanın çocukluktan gelen ve her daim çocukluğa dair bir repertuarı, ezberi var. Zalimliği de bazen oradan, çocukluktan. Sicili, şiddet biyografisi kuvvetli ağabeyinin gölgesinde Octavio da çocuk. Aşkı da bağlanmayı daha ilk çekişte kördüğüme dönüştürüyor.

Rotası saplantıya, takıntıya ayarlı. Menzili belirsiz. Bebeklerdeki “güvensiz bağlanma”nın boy atmışı. Belki daha büyük, daha geniş hayaller kurmak için yaşadıkları yer, kaldıkları ev fazla küçük. Geniş zamanlar umuyor, “çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek”. Octavio yan odada ağabeyiyle sevişen, her dokunuşta inlemesi yükselerek değişen kadına basbağlı: “Benim yaralarım tuzum tuzum der /bir derdim var bin dermana değişmem…”

Bağlanmak, saplantı farkındalığın da düşmanı. Özellikle edebiyat için kerameti kendinden menkul de, bunları bile bile biz neden bağlanıyoruz? Belki felsefenin, aşkın ve deliliğin pınarı aynı olduğu için. Belki o pınarı sabaha eren gecede Selahattin Pınar&Afife Jale’de bulup, “bakışı bizi uzaktan çağırdığı” için.

Meyvesi değil içkisi gerek

Ahmet Altan, “Birine Bağlanmak” yazısında yaman sorular yöneltiyor “bağlananlar”a: “Niye Hamlet delirecek olanı, Romeo ölecek olanı, Othello kuşkulanılacak olanı, Anna Karenina bencil olanı seçiyordu? Ve hangisi bağlılığın nedeni olarak deliliği, ölümü, kuşkuyu, bencilliği işaret ederdi?

Kuvvetli bağların -ibrişim görünümlü çelik bir yumak gibi insanı sarmalayan- iplikleri böyle zayıflıklara dokunuyorsa, bu bağlananların da zayıflıklarını, bozukluklarını göstermez miydi? Biz, ‘bağlanmayı’ hep zirvelere doğru bir uçuş olarak anlatmaya çalışırken, belki de bağlılık, ölümün, deliliğin, kuşkunun, bencilliğin, bozulmanın karanlık uçurumlarına doğru bir kendini bırakıştı.

(…) Bağlanmak, ayırır bizi diğer insanlardan. Diğerlerinin meyveleri toplayıp yediği bir bahçede, o meyvelerin bozulmasından elde edilmiş lezzetli ve yakıcı içkileri içmenin sarhoşluğuna, o içkiyi keşfetmiş olmanın ve kalabalıklardan ayrılmanın hazzıyla bırakırız kendimizi. ‘Niye bağlanırız bir insana’ diye sorulduğunda, ‘İçkileri meyvelerden çok sevdiğimiz için’ deriz.”

Muskan aşka yaramadı

İçkileri meyvelerden çok sevdik, yanlış basılmış hatalı pulları, paraları en değerlisi kabul ettik… Hataları sevdik ki önce kendini sevmekle başlasın aşk. Octavio’yu Susana’ya, Hamlet’i Ophelia’ya, Romeo’yu Juliet’e, Othello’yu Desdemona’ya, Scott Fitzgerald’ı Zelda Sayre’e, Aragon’u ElsaTriolet’ye bağlayan o “hastalığa” belki yakalandık, belki atlattık, belki de aldırdık “bağ’demciği”…

Ama “Birine bağlanmak istemiyorum” derken, muhtemelen hep yalan söyledik. Neyimiz vardı bu âlemde, İğne İplik Sokağı’nda ondan başka… Sonra mırıldandık, gözlerimizi kaçırdığımız aynada. Suretimiz aynada, “öteki”mize bağırdık: “Muskan maraz-ı aşka ilaç eylemedi hiç”.

Amores Perros’da üç hikâyede de “bağlanma” var. Ötesi, kahramanlarının da en yakın, en hakiki dostları köpekleri… Yani sadakate bağlılık. Mevzu aşk olunca Demokles’in Kılıcı’nın adını “Sadakatin Kılıcı” koymak gerek. En mutlu anda bir bakış bile aşkın tepesinde durma sallanan o kılıcın balansını bozabiliyor. Ne denli aşkperver de olsa… Kılıç düşüyor, “bağ” kesilebiliyor.

Hayatın ortasındaki tabanca

Filmde de sadakat ve sadakatsizlik üç hikâyeye de uğrayan, hikâyeden hikâyeye sallanan bir tema. Mesele parayla birleşince daha da keskinleşiyor. Octavio “aşka kaçış parası” için can dostu köpeğini ölümcül dövüşlere sokarken, Daniel evlilik dışı ilişkisinin poster kızı Valeria’ya ev açıyor.  Ama giderek aşk evinin parke parası bile zorluyor Daniel’i… Muhtemelen ayırabildiği para, hayatının, eşinin, çocuklarının nafakasından.

Son hikâyede kendinden para çaldığını düşündüğü kardeşini öldürtmek için El Chivo’yu kiralayan işadamı var. El Chivo iki kardeşi öylece bırakıp gittiğinde… İkisinin arasındaki şiddetli psikolojide ne kardeşlik, ne bağlılık, ne sadakat, ne sevgi… Sadece ortada önce hangisinin kapacağı belirsiz bir tabanca.

Fotomontaj vesikalık hayatlar

El Chivo’nun hayata dair tek beklentisi, terk ettiği kızı tarafından bağışlanmak. Bulduğu yol ise kiralık katillik yaparak kazandığı paraları kızının yastığı altına bırakmak. Kızının evine gidip başucundaki çerçeveye de yitirdiği karısının ikinci kocasıyla “stüdyo düzen” aile fotoğrafını koyuyor.

Ama o dünyaya, o düzene, o adamın fotoğraftaki yüzüne, çektirdiği -sinek kaydı- vesikalığının arkasını, geçmişini yalayarak kendi resmini yapıştırmaya çalışıyor. Dilinde kalan acı tat, onu filmin finalindeki sahneye, uzaklara taşıyor. 

Paramparça olan şeyler aslına dönmüyor. Zor. Hatırası da yaman, parçalandığında. Filmdeki insanlar gibi hayatları, bazen her şeyi parça parça geride bıraktığında… Hatıralar artık hatıra değil bugünü olabiliyor bazı insanların. Yaşamı da bazen dön-gel “yaşantı”lar…

Beyaz renk değil gölgedir

Hepsi, bir dairenin döngüsünde -zamanla- hızlandıkça bir tayfa dönüşüyor. Önce parçalar kayboluyor, sonra renkler silikleşiyor. “Beyaz”a yıllar sonra, o tayfın hızlı döngüsüyle ulaşıyorsun. Aklandın sanıyorsun, halloldu sanıyorsun. Oysa tüm renkleri yok ediyor o tayf, bembeyaz oluyor. Beyaz sanki bir renkmiş, beyaz marifetmiş gibi. Bir kefen gibi sarıyor bazı insanları. 

Beyaz makbul yalandır, kefendir, teslim bayrağıdır, kireç gibi surattır, hayalettir, ayazdır, her ihanette, zalimlikte güya açılan aman da aman yeni, boş sayfadır, beyaz atlı damat, terkisindeki gelinliktir, ezberdir. Önce o kirlenirmiş… Kirlensin paletine iyi ki türlü renkler koyduğumuzun beyazı. Sevsinler senin bir gecede bozulan masumiyetini…

Paramparça hayatları hüzünle ama o hayatın bile unutturamadığı bir tebessümle hatırlamak da mümkün. Çok eski, antik bir Çin vazosundaki derin çatlağın o “tarih”i hatırlatması, ötesi kanıtlaması… Artık aşka açılacak, sarılacak kolları olmayan Milo Venüs’ünün hazin ama günahı-sevabıyla dikbaşlı güzelliği gibi. Filmin repliğindeki gibi: “Çünkü biz biraz da kaybettiklerimiziz.”

BİR FİLM/BİR ŞARKI

YAĞMUR KÖPEKLERİ

Filmi izlerken Tom Waits’den “Rain Dogs” geliyor aklıma. Yağmur köpekleri…  Waits yağmurun ardından köpeklerin elektrik direklerine, ağaç, duvar diplerine bıraktığı işaretlerin yıkandığını, kokuların silindiğini anlatıyor. Bu nedenle bazen kaybolduklarını, evlerini, adreslerini bulamadıklarını… Ve ekliyor: “Ben de bir yağmur köpeğiyim.”

Yüksek perdeden inliyor zaten sesi, şarkılarını söylerken. Hatta uluyor bazen. Hırpalanmış, parçalanmış bir sesi var. Bazen çaresizlikten, hüzünden çığlığı. Bazen gökgürültüsü gibi bir gürleme, meydan okuma her şeye… Bir “itlik” var Waits’de, biliyorum. Uzaklardan “sesdaş”ı, uzlaşmaz muhalif Vladimir Visotski’de de vardı. “Yaralı Kurt” diyorlardı ona Rusya’da, 1980 yılında 42 yaşındayken öldü.

 “İT BOĞUŞU” GELENEĞİ!

Inarritu’nun 2001’de gösterime giren filmi Meksika’daki köpek dövüşü “geleneği”ne dair de güçlü bir farkındalık yaratıyor. Başta Vanessa Bauche (Susana) olmak üzere filmdeki oyuncular hayvan hakları savunucularının köpek dövüşüne karşı kampanyasında aktif rol oynuyor. Zorlu mücadelelerle Meksika’da köpek dövüşü anca 24 Haziran 2017’de yasaklanıyor.

Köpek dövüşü ve o katliamın bir gelenek olarak anılması, bahanelendirilmesi bize de uzak bir durum değil asla (Yo soy Mexicano). Yasak ama bizde de bir “gelenek”. Öyle ki “akademik” çalışmalarda bile o kanlı arenayı “İt boğuşu geleneği” olarak adlandıranlar, bu konuda kitap yazanlar ve o katliamı hevesle aklamaya çalışanlar bile var.

Bu konudaki inanılmaz, dayanılmaz ahvalimize Serbestiyet’te geçen yıl yayınlanan “İt boğuşuyla erkeklik düellosu” yazımda değinmeye çalışmıştım. Bir küçük yazı çerçevesine sığdırmaya çalıştım örnekler bile koskoca bir dünyanın, zalimlik geleneğinin anlatımı.

(¹) “Amores Perros”yeni çıkan “Karanlığın Taneleri: Bir film üzerine 17 çeşitleme” kitabının da ana teması. Tarhan Gürhan’ın derlediği kitapta 17 yazarın filmle ilgili -her telden- yazıları yer alıyor. Kitapta benim de “Hayat aşktan uzundur da ondan” yazım var.

- Advertisment -