Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIPKK ve Türk solcuları (3) Silâh, savaş, “Önderlik”

PKK ve Türk solcuları (3) Silâh, savaş, “Önderlik”

İlkokuldaydım. Herhalde ikinci veya üçüncü sınıfta, ilk 10 Kasım kompozisyonumu yazıyordum. İlk olmuş olması gerektiğini, bu işin usul ve âdâbı hakkındaki, şimdi anlatacağım cehaletimden çıkarsıyorum. Annem baktı ve Atatürk’ten böyle küçük harf “o”yla değil büyük harfle, “O” (O’nu, O’na, O’nda, O’ndan) diye söz edilir dedi. Neden dedim. Çok büyük işler yaptığı için dedi. Oturup düzelttim hepsini. Siyaset kültürümüze ilişkin bir dersti (aynı 1950’lerde, hele babam hapiste ve sürgündeyken, okulda sosyalizmden, sosyalistliğimizden asla söz etmeme tenbihleriyle birlikte). Hiç unutmadım.

[7-9 Mart 2025] Yıllar sonra Ömer Seyfettin’le karşılaştım. Bir denemesinde “Madem ki Türküz; o halde Türk gibi yürür, Türk gibi düşünür, Türk gibi duyarız ve Türk gibi yazarız” diyordu (1). Bana göre tam tersi geçerli. Türk (veya Kürt, Rus, Fransız, Alman, Yunanlı) olmak, bir doğa durumu değil. Kültürel bir edinim. Bir inşa (konstrüksiyon) süreci ve sonucu. Nasıl Türk oluyoruz? Daha bebekken alınıp başka diyarlara, belki dünyanın ücra köşelerine, faraza Kuzey Kutup Dairesi içinde yaşayan İnuit kavminin, ya da Brezilya yağmur ormanının Amazon yerlilerinin arasına götürülsek, gene Türk mü olacağız? Hayır. Çok küçük yaştan itibaren, Türk gibi düşünmek, duymak ve yazmak öğretile öğretile, buna alışa alışa Türk oluyoruz. Aile çevresiyle başlıyor; okullar, büst ve heykeller, bayrak törenleri, Andımız, medya, millî bayramlar, törenler, nutuklar, resmigeçitler, kahramanlık şiirleri, bütün “biz” öyküleri, ordu ve askerlik boyunca uzanıyor (2). 

Atatürk’ten nasıl söz edileceği de bunun bir parçası. Siyaset sosyolojisi açısından, bu bir kişi kültü, ya da kişiye tapma kültü (personality cult). Bu terimi benim solcu kuşağım Kruşçev’le öğrendi: Sovyet Komünist Partisi’nin 1956’daki Yirminci Kongre’sinin kapalı bir oturumunda, Stalin ve Stalin’in suçları hakkında sunduğu, Uluslararası Komünist Harekette deprem etkisi yapan raporla. Bütün kötülükleri Stalin’in kişiliğine bağlaması tabii yanlıştı. Sosyolojik değildi. Tarihsel materyalizm üzerine el basan bir ideoloji için inanılmaz derecede bireysel ve tarih dışıydı. Sistemin kendisini aklıyor; o korkunç müstebit tek adam kişiliğinin nasıl doğup yükseldiği ve başa geçtiğini, “proletarya diktatörlüğü” teorisinin buna nasıl zemin hazırladığını, partinin “demokratik merkeziyet”inin niçin tabandan habire daha yukarı ve daha yukarı kademelere taşınıp sonunda Politbüro’da, Politbüro Daimî Komitesi’nde ve nihayet Genel Sekreter’in şahsında yoğunlaştığını sorgulamıyordu. Menşevikler, en başta Martov (yukarıda en solda, 1896’da tutuklandığında), daha 1917 öncesinde uyarmıştı Lenin’i, ekonomik ve kültürel bakımından geri bir ülkede ne pahasına olursa olsun iktidarı ele geçirip devrim yapmaya kalkmanın, içereceği kalkınma zorlamasına karşılık bir demokrasi birikimine yaslanmaması nedeniyle, er ya da geç Asyatik bir despotizme dönüşeceği konusunda. Lenin’in cevabı ise, sosyalizmin gelişmiş ve olgun bir kapitalizmden hareketle kurulabileceğine ilişkin klasik Marksist yaklaşımı tersyüz ediyordu: Neden önce iktidarı ele geçirip, o gerekli gelişmeyi sosyalist (komünist) iktidar altında sağlamayalım?

Eh işte, böyle oldu, bunu yapmaya kalkınca. Sovyetler Birliği resmen 1922’de kuruldu ve resmen 1991’de çöktü. Yetmiş yıl ancak yaşadı. Martov yerden göğe haklı çıktı. Uçsuz bucaksız bir köylü toplumunda, işçi sınıfı adına küçük bir partinin darbeci-fırsatçı yöntemlerle ele geçirdiği iktidarı bizatihî koruma çabası, İç Savaş’ın korkunç şiddet ve zulmünü beraberinde getirdi. Ardından, o geri köylü toplumuna çağ atlatma, Batının yüz elli yıllık endüstrileşmesini on yıla sığdırtma çabası, yukarıdan aşağı müthiş bir cebir ve disiplin icrasını beraberinde getirdi. Askerî ve idarî-iktisadî nedenler birleşip, kestirmeden Stalinizm dediğimiz olağanüstü kuvvet temerküzüne ve hukuk dışı terör devletine yol açtı. Şimdi de hepsi Putin ve Putinizmle sürüyor.

Sadece Rusya’da yaşanmadı bütün bunlar. Batıya kıyasla gecikmiş, geri kalmış (ve/ya kendini öyle hisseden), dolayısıyla bir yetişmecilik gündemi ve projesi peydahlayan her ülke ve toplumda, benzer sonuçlar ortaya çıktı. Silâhlı millî kurtuluş mücadeleleri de, moderniteyi marş marş ile yakalamaya kalkan hızlandırılmış ulusal kalkınmacılıklar da, kesişerek ve örtüşerek diktatörleşmeleri doğurdu. Önderler önder olmaktan çıktı, Ulu Önder ve Tek Adam oldu. Kuvvetler ayrılığı diye bir şey kalmadı. Denge ve denetleme mekanizmaları diye bir şey kalmadı. Bütün yetkiler ellerinde toplandı. Kararlar çok küçük çevrelerde, özel maiyetlerde alınır oldu. Sultan ve nedimleri (the king and his courtiers) benzeri ilişkiler oluştu. Liderlerin etrafında kişi kültleri örüldü. Resimleri, heykelleri, vecizeleri, ciltlerce toplu eserleri her yeri kapladı. Aşırı sağda Hitler ve Mussolini. Sonra Horthy, Pilsudski, Antonescu, Franco, Salazar. Aşırı solda Lenin, Stalin, Mao, Enver Hoca. Bir zamanların Üçüncü Dünya’sında Nâsır, Hafız Esad, Saddam Hüseyin, Muammer Kaddafi. İdi Amin ve Robert Mugabe. Kim İl-sung: Büyük Önder, Cumhuriyetin Ebedî Başkanı. Oğlu Kim Jong-il: Sevgili Önderimiz, Yüce Komutan. Oğlu Kim Jong-un: (şimdiki) Yüce Lider. Yeryüzünün ilk ve tek komünist hanedanı vücut buldu.

Âşikâr ki demokratik toplumlarda görülmeyen bir fenomen söz konusu (3). Gelelim PKK’ya ve sosyo-kültürel bağlamına, özel olarak da (Öcalan’ın çöktüğünü kaydettiği) reel sosyalizmle ilişkisine. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla giderken, genel olarak ilginç bir şey yaşandı Marksizmin terminolojisinde. Militerleşti. Askerî terminolojiyi, savaş terminolojisini alıp kullanmaya koyuldu. Lenin’in “yeni tip parti – demir disiplin – çelik çekirdek” anlayışları, Çarlık Rusyası’nın özel tarihsel koşullarıyla sınırlı kalmadı. Haddini aşarak yayıldı. Türkçede sınıf mücadelesi, önce sınıf savaşımı, ardından doğrudan doğruya sınıf savaşı oldu. İşçi sınıfı partisi, işçi sınıfı partisiydi. Normaldi, olabilirdi. Derken o da proletaryanın savaş örgütü gibi çok daha özel ve keskin, anormal terimlerle anılmaya başladı.

Siyaset ile savaş arasındaki sınırın hem reel hayatta tamamen silinmesinin, hem düşünsel hayatta, zihinsel kavramlar açısından oldukça bulanmasının, PKK açısından derin etkileri oldu. Geçen yazımda anlattığım gibi, PKK şiddet içinde, şiddetle doğdu ve yükseldi. Mensuplarını başından itibaren militerleştirdi. Askerî bir emir-kumanda ilişkisi içinde şiddet eylemlerine yöneltti. Ölme ve öldürmelerini emretti. Bu da bütün örgütü son derece hiyerarşik bir düzene soktu. Üst kademelerin otoritesi mutlaklaştı; özellikle Abdullah Öcalan, en yakınları dahil başka herkes hakkında ölüm-dirim kararları veren kadir-i mutlak bir konuma yükseldi. PKK’nın zaman içinde çeşitli kılık ve biçim değiştirmeleri sürecinde, bir ara KCK (Koma Civakên Kurdistan, Kürdistan Topluluklar Birliği) diye bir örgütlenme benimsenmiş, çok tantanalı biçimde kamuoyuna sunulmuştu. Güya insanlık tarihinde büyük bir yenilikti; devlet olmayan, iktidar odaklı olmayan eşsiz bir demokratik aşağıdanlıktı. Kongra-Gel’in 17 Mayıs 2005’te kabul v 25 Mayıs 2007’de değişikliklerle Kabul ettiği KCK Sözleşmesi’ne (yani aslında anayasasına) göre: Yurttaşlığı vardı (KCK yurttaşlığı), yurttaşlığa alınma ve çıkarılma prosedürleri vardı, parlamentosu vardı, yüksek konseyi vardı, yargısı vardı (askerî, idarî ve halk mahkemeleri), yüksek adalet divanı vardı, merkez-eyalet-yerel idareleri vardı. Dahası, hem halk savunma güçleri hem yurttaşlarının meşru savunma yükümlülüğü vardı; “meşru savunma savaşı hali” olabiliyor, bunun için yetkili organlarca savaş ve barış kararları alınabiliyordu. Nasıl devlet değildi de şimdiye kadar kimsenin keşfedemediği bir örgütlenme türüydü; anlayabilmiş değilim (4).

Geçtim; KCK’da özel bir problem “Önderlik”ti. Bu adla başlı başına bir yönetim kademesi; en yüksek ve olağanüstü yönetim kademesiydi. Metnin tamamında Önderlik sözcüğü, tıpatıp Atatürk’ten “O” diye söz edilmesi gibi, nerede geçerse geçsin hep büyük harf yazılıyordu. Üçüncü Bölüm’ün başlığı “Genel Organlar”dı. 11. Maddesinde, Abdullah Öcalan KCK’nın “kurucusu ve Önderi… bütün halkı temsil eden Önderlik kurumu… temel konulardaki en son karar mercii” olarak tanımlanıyordu. Gene 11. Madde ve sonra 13. Maddede ise, Yürütme Konseyi Başkanının “Önderlik tarafından” görevlendirileceği iki ayrı defa belirtilmekteydi. Gene 13. Maddede, Yürütme Konseyi Başkanının “Genel Kurul tarafından onaylanmadığı taktirde Önderlik tarafından yeni görevlendirme yapılacağı” ve seçilen Yürütme Konseyinin “Önderlik onayından” geçeceği, sonrasında Yürütme Konseyi’nin “faaliyetleri hakkında Önderliğe düzenli rapor” sunacağı kaydediliyordu.

Özetle, demokratik konfederalizm gibi büyük büyük lâflar ederken demokrasinin d’siyle ilgisi olmayan, seçimlerin ve seçilmişliklerin zerrece değer ifade etmediği, çünkü Öcalan’ın başka kimseye ve hiçbir şeye itimat etmeyip bütün nihâi karar ve vetoları kendinde topladığı, cumhuriyetten çok monarşiyi andıran, tümüyle kişisel bir yönetim söz konusuydu. Yirmi yıl sonra bugün de pek bir şey değişmiş değil, Kandil’in dünya görüşünde. KCK yöneticisi Mustafa Karasu’nun, Öcalan’ın çağrısı hakkında Medya Haber TV’ye yaptığı  açıklamalar Serbestiyet’te yer aldı (5 Mart 2025). “PKK’yı feshedeceğiz, hiç kimsenin tereddüdü olmasın” diyor özetle. İyi, desin tabii. Ama bu olumluluktan zerrece eksiltmeksizin, ayrı bir konu olarak, bir de nasıl dediğine bakalım. Karasu’nun sözleri şöyle: “Önderliğin bu açıklamasını saygıyla selamlıyoruz, Bu yönüyle Önderliğimizi de böyle bir noktaya getirdiği için mücadeleyi, bu gelişmeyi yarattığı, bu dönüşümü yarattığı için, bu dönüşümün önünü açtığı için de tabii saygıyla, minnetle selamlıyoruz. Önderliğin bu verdiği emek, tabii ki bizim tarafımızdan gerekleri yerine getirilecektir… Biz her zaman Önderliğin emeğine cevap verme içinde olduk, böyle bir hareketiz. Eksiğimiz, yetersizliğimiz olabilir ama her zaman Önderliğin ideolojik, politik çizgisi doğrultusunda, onun emeklerine cevap verme içinde olduk. Bundan sonra da böyle olacağız.” Devam ediyor: “PKK bir Önderlik hareketidir. PKK’nin politikasını, ideolojisini Önderlik belirlemiştir. Bu açıdan Önderlik bu hareketin ne yapacağını, ne edeceğini belirler. Biz bir bütün olarak bu hareketi, mücadeleyi temsil edemeyiz. Ama Önderlik bir bütün olarak bu hareketi temsil etmeyi ifade ediyor. Biz bu bilinçteyiz. Hep bu yaklaşım içinde olduk. Önderliğin izleyicileri, takipçileri olduk. Bugün de Önderliğin izleyicileri ve takipçileriyiz. Önderliğin ortaya koyduğu dönüşümü, PKK’nin feshini, silahlı mücadelenin sonlandırmasını gerçekleştireceğiz.”

Doğru saydımsa, 15 satır ve 173 sözcükte toplam 12 defa Önderlik. Pragmatik yararı (şu anda PKK’ya silâh bıraktırabilmesi ve kendini feshettirebilmesi) ne olursa olsun; bu nasıl bir kafa, nasıl bir anlayış böyle? Haydi bugüne kadar bu şekilde geldiler; bundan sonrası için görmezden gelinebilir mi? Bunu bir ben mi yadırgıyorum; başka kimse yadırgamıyor mu demokrasi adına? Türk solcuları geçmişte ne dedi, bu kişi kültü ve mutlak monarşi kültürüne? Kazara başarıya ulaşsalar, faraza bir bölgede iktidara gelseler, nasıl yönetirlerdi bu kafayla? 1969-70 yıllarında, Ankara’da kapı komşumuz olan Devrim dergisi ve Doğan Avcıoğlu için de sormuştuk buna benzer bir soruyu. Arap Sosyalizmine öykünüyorlardı. Solda dosttuk (o zamanın sol anlayışları çerçevesinde). Onların darbeciliği (27 Mayısçılığı, Nâsırcılığı, Baasçılığı, giderek 9 Martçılığı) ile bizim Millî Demokratik Devrimimiz elbette birbirine akrabaydı. Ama bir de “devrimde hegemonya” sorunu vardı kuşkusuz. Onlar “burjuva”ydı, biz “proleter devrimci.” Aydınlık ofisinde aramızda konuşmadan edemiyorduk, bunlar kazanırsa bize ne yapar diye. Madalyonun diğer yüzünde, (Lâz fıkrasındaki gibi) “hani meselâ” biz kazanırsak onlara (ve başka herkese) ne yaparız; “proletarya diktatörlüğü” deyip duruyorduk da, bunu hiç aklımıza getirmiyorduk.

Bu da hem kendimiz, hem PKK için çok düşündürücü değil mi acaba? Bir de, silâh hariç böyle kalacak mı her şey? Barış gerçekleştiğinde, Kürt hareketi bu “Önderlik” cenderesi yerine nasıl bir yeni siyasî mücadele anlayışı peydahlayacak?

——————–

DİPNOTLAR

(1) Buna daha önce de değindiğimde, kaynağını kontrol etmeden, “Eğer Türksen, Türk gibi düşünür, konuşur ve davranırsın” diye, hatırladığım gibi yazmıştım. Bkz “Bir İsrail ambülans görevlisi ve Metin Karabaşoğlu”; Serbestiyet, 19 Kasım 2020.

(2) Çağdaş milliyetçilik çalışmalarında, özellikle eğitim-öğretim ile ordunun bu inşadaki rolü konusunda çığır açan bir eser için, bkz Ernest Gellner, Nations and Nationalism (1983).

(3) Bunun yepyeni istisnası, tabii Donald Trump. Amerikan demokrasisinin sınırları içinde, etrafında ciddî bir kişi kültü ve her dediğini doğru sayan lider fetişizmi var. Hepsini faşist MAGA ideolojisi temellendiriyor. Benim için, soğuk bir işadamından ibaret olmadığının önemli belirtileri arasında yer alıyor.

(4) KCK ilk sahneye çıktığında Taraf’ta bu konuda bir yazı yazmıştım sanırım. Şimdi burada dile getirdiklerime benzer şeyler söylemiş olabilirim. İşte tam 2005-2007 dolayları olmalı. Bir gün eski sınıf arkadaşlarımla toplanmış, sohbet ediyorduk. Aralarında başarılı işadamları da vardı. Bazıları okumuş yazımı. Neredeyse yirmi yıl oldu; hatırlayabildiğimi aktarıyorum. Biri bak Halil, dedi, ben sana KCK’nın ne olduğunu anlatayım. Güneydoğuya gidiyorum, belediyelerle iş yapacağım. Giriyorum bir belediyeye; başkanla konuşup teklifimizi anlatıyorum. Dosyayı veriyorum. Alıyor ve sonra birisini çağırıyor. Genç bir kadın giriyor içeri. Haki elbiseli, neredeyse üniformalı Dik, ince, sade, özgüvenli. Gelip dosyayı alıyor; inceleyelim efendim diyor ve çıkıyor. İşte KCK o kadın. Onun, onların incelemesi ve onayı olmadan hiçbir şey yapılamıyor. Beni anlıyor musun?

- Advertisment -