Vince Gilligan ismi bir dizinin başında belirdiğinde, izleyicide istemsiz bir duraksama yaşanıyor. Bu duraksama meraktan çok, alışkanlıkla ilgili. Daha önce defalarca karşılığını bulmuş bir anlatı sabrının yarattığı güvenle. Breaking Bad ve Better Call Saul ile Gilligan, televizyon anlatısında pek az kişinin başarabildiği bir şey yaptı: karakterleri bağırarak değil, acele etmeden; büyük kırılmalarla değil, küçük kaymalarla dönüştürdü. İyilikle kötülük arasındaki çizgiyi dramatik ilanlarla değil, zaman içinde ağır ağır aşındırdı. Bu anlatı biçimi, izleyiciyi şokla değil, tanıklıkla yakaladı. Dönüşümün bir an değil, bir süreç olduğunu hatırlattı.
Bu nedenle yeni bir Gilligan işinin duyurulması hâlâ basit bir “yeni dizi” haberinden fazlasını ifade ediyor. Bir tür beklenti yaratıyor. Karakterlerin, sistemlerin ve ahlaki sınırların yavaş yavaş çözüleceğine dair bir beklenti.

Pluribus bu beklentiyle karşılandı. Ancak Gilligan bu kez izleyiciyi tanıdık bir ahlaki çöküş hikâyesine davet etmiyor. Aksine, ilk andan itibaren daha sessiz, daha sakin ama bir o kadar da rahatsız edici bir dünya kuruyor. Pluribus’taki düzen çökmüş değil. Şiddet yok, kaos yok, görünür bir baskı da yok. Herkes sakin, kibar ve birbirine bağlı. Kamusal alan huzurlu, ilişkiler nazik, çatışma neredeyse tamamen ortadan kalkmış durumda.
İlk bakışta ideal gibi görünen bu dünya, kısa süre içinde tuhaf bir sıkışma hissi yaratıyor. Çünkü dizinin rahatsız edici tarafı, kötülüğü alışıldık yerlerde aratmıyor. Burada sorun bağıran bir otorite, baskıcı bir rejim ya da açık bir zorbalık değil. Tam tersine, her şeyin yolunda olduğu hissi. Fazla düzgün, fazla pürüzsüz bir düzen. İnsanı itirazdan çok tereddüde sürükleyen bir sakinlik.
Pluribus daha ilk bölümlerden itibaren izleyiciyi farkında olmadan tek bir sorunun etrafında dolaştırıyor: Burada ne yanlış? Yanıt hemen gelmiyor. Dizi de zaten bunu istemiyor. Gilligan’ın kurduğu bu evren, rahatsızlığını açık tehditlerle değil, huzur vaadiyle üretiyor. İzleyiciyi rahatlatmak yerine, sessiz bir huzursuzlukla baş başa bırakıyor.
Bu noktada Gilligan’ın kendisinin de işaret ettiği temel soru beliriyor: Bu dünya bir ütopya mı, yoksa tam da bu sakinliği yüzünden bir distopya mı? Pluribus’un gücü, bu soruyu sormasında değil; bu soruya aceleyle cevap vermemesinde yatıyor.
İktidarın olmadığı bir iktidar
Pluribus’u anlamaya çalışırken yapılan en büyük hata, bu dünyada görünür bir iktidar aramak. Oysa dizinin asıl rahatsız edici tarafı tam da burada yatıyor: bu dünyada kimse yönetmiyor. Emir veren yok, yasa koyan yok, cezalandıran bir merkez yok. Herkes “biz” diliyle konuşuyor. Sakin, kibar ve uzlaşmacı bir ton neredeyse evrensel hale gelmiş durumda.
Bu nedenle kurulan düzen ilk bakışta baskıcı değil. Aksine, son derece makul, ölçülü ve insani görünüyor. Kimse kimseyi zorlamıyor gibi. Kimseye ne yapması gerektiği söylenmiyor. Ama tam da bu noktada normallik devreye giriyor.
Pluribus’ta düzeni ayakta tutan şey bir iktidar merkezi değil, normun kendisi. Kimseye açık talimatlar verilmiyor; ama herkesin nasıl hissetmesinin beklendiği çok net. Sakin olmak, uyum göstermek, huzursuzluk yaratmamak açıkça talep edilmiyor; doğal, doğru ve hatta ahlaki olan buymuş gibi sunuluyor. Normallik burada tarafsız bir durum değil; kolektif olarak paylaşılan ve sürekli yeniden üretilen bir yönetişim biçimi.

Bu yönetişim biçimi, modern dünyada giderek daha tanıdık hale gelen bir iktidar anlayışına yaslanıyor. Artık iktidar çoğu zaman insanlara ne yapacaklarını söylemiyor; neyin “makul”, “normal” ve “ölçülü” olduğunu tanımlıyor. Aşırılık, yalnızca davranışta değil, duyguda da sorun haline geliyor. Pluribus’taki düzen tam olarak bu noktaya temas ediyor.
Hive mind’ın sunduğu vaadi burada düşünmek gerekiyor. Güvenlik, kibarlık, çatışmasız bir kamusal alan. Kimsenin kimseye zarar vermediği, kimsenin incinmediği, herkesin birbirine bağlı olduğu bir dünya. Bu vaadin cazibesi inkâr edilemez. Şiddetin olmadığı, huzurun süreklilik kazandığı bir düzen, kolayca ilerleme gibi algılanıyor. Çatışmasızlık bir tercih değil, ulaşılmış bir aşama gibi sunuluyor.
Ancak bu aşamanın bedeli, görünür bir baskıdan çok duygusal bir çerçeve ile ödeniyor. Pluribus’ta insanlar neyi yapabileceklerini değil, hangi duyguların meşru kabul edildiğini öğreniyor. Huzur, sakinlik ve uyum olumlu; öfke, huzursuzluk ve rahatsızlık sorunlu. Bu duygular yasaklanmıyor, bastırılmıyor ya da cezalandırılmıyor. Ama normal kabul edilmiyor. Böylece baskı, şiddetle değil makullükle kuruluyor.
Makbul hissetmenin siyaseti
Bu sakin ve çatışmasız düzen, bir karşılık talep etmeden var olmuyor. Hive mind’ın sunduğu güvenlik ve huzur, belirli duyguların kamusal alandan yavaş yavaş çekilmesiyle mümkün hale geliyor. Bu bedel açık bir yasakla değil, sessiz bir ayıklamayla ödeniyor.
Öfke, yas, huzursuzluk ve itiraz bu dünyada yok edilmiyor. Ama görünmez kılınıyor. Açıkça suç sayılmıyorlar; yine de sorunlu, aşırı ya da gereksiz olarak işaretleniyorlar. Mesele duyguların varlığı değil; meşruiyeti. Hangi duyguların kabul edilebilir olduğu, hangilerinin tolere edilmediği sessizce belirleniyor.
Bu noktada mutluluk belirleyici bir rol üstleniyor. Pluribus’ta mutluluk spontane bir his değil. Kişisel bir deneyim değil. Geçici bir ruh hâli de değil. Normal kabul edilen bir durum. Bir tür zemin. Ve tam da bu yüzden dönüştürücü değil, düzenleyici bir işleve sahip.
Sorun mutlu olmak değil; mutlu olmamanın açıklama gerektirmesi. Huzursuzluk artık doğal bir insan hâli olmaktan çıkıyor. Düzeltilmesi, yatıştırılması ya da en azından görünmez kılınması gereken bir sapma haline geliyor. Mutluluk, bir tercih olmaktan çıkıp bir beklentiye dönüşüyor. Beklenti yerleştiğinde ise yükümlülük doğuyor.
Bu dönüşüm, makbul vatandaş tanımını da yeniden kuruyor. Artık makbul olmak, kurallara uymaktan ibaret değil. Kimseye açıkça neyin yasak olduğu söylenmiyor; ama kimlerin “yerinde”, kimlerin “sorunlu” olduğu herkes tarafından seziliyor. Makbul vatandaş, yalnızca uyumlu değil; doğru biçimde uyumlu. Sakin, pozitif, ölçülü ve huzursuzluğunu kamusal alana taşımayan biri.
Yanlış davranışlar değil, yanlış duygular problemli hale geliyor. Bu yüzden itiraz da anlam değiştiriyor. İtiraz, yıkıcı olduğu için değil; uyumsuz olduğu için dışlanıyor. Çatışmasızlık ilerleme gibi sunulduğunda, huzursuzluk irrasyonellik olarak kodlanıyor. Böylece kamusal alan, yalnızca belirli bir duygusal aralıkta kalabilenlere açık hale geliyor.
Duygusal sapma olarak itiraz
Ana karakter Carol bu dünyada kahraman değil. Ama yalnızca duygusal olarak uyumsuz biri de değil. Carol’un itirazı bireysel bir rahatsızlıktan ibaret değil; yapısal bir karşı duruş. Daha iyi bir dünya istemiyor. Daha mutlu bir versiyon aramıyor. Ama dünyanın “sorunsuz” olduğu iddiasını da kabul etmiyor.

Carol’un sistem için tehdit oluşturmasının nedeni bu yüzden öfkesi değil; öngörülemezliği. Onun tepkileri yatıştırılamıyor, normalize edilemiyor, sisteme geri entegre edilemiyor. Carol, düzenin sunduğu duygusal çerçeveyi reddediyor. Ve bu reddiye, şiddet içermediği hâlde tehlikeli.
Bu noktada devreye giren dil tanıdık. “Yanlış hissediyorsun.” “Abartıyorsun.” “Sakin olursan herkes güvende olur.” Bu ifadeler bireysel bir tartışmanın parçası gibi durmuyor. Ortak aklın sesi gibi dolaşıma giriyor. Karşısında tartışabileceğin bir özne yok; herkes adına konuşan bir norm var.
Burada gaslighting, klasik anlamıyla bir ilişki içi istismar biçimi olmaktan çıkıyor. Pluribus’ta gaslighting, duyguları yöneten kamusal bir stratejiye dönüşüyor. Sorun yanlış düşünmek değil; yanlış hissetmek. İtiraz, politik bir tavır olmaktan çıkarılıp duygusal bir arıza gibi sunuluyor.
Carol susturulmuyor. Bağırılmıyor. Tehdit edilmiyor. Sürekli yatıştırılıyor. Bastırılmıyor; geçersizleştiriliyor. Bu, açık zorlamadan çok daha etkili bir baskı biçimi. Çünkü itiraz, daha baştan meşruiyetini kaybediyor.
Sorunsuz bir dünyada ne yanlış gider?
Pluribus’u rahatsız edici kılan şey, anlattığı dünyanın çökmüş olmaması. Aksine, fazlasıyla düzgün olması. Şiddetsiz, sakin ve nazik bir düzen fikri hâlâ cazibesini koruyor. Kamusal alanın yumuşadığı, çatışmanın azaldığı, herkesin birbirine bağlı olduğu bir dünya, uzun süredir yorgun düşmüş bir toplumsal hayal gücü için ferahlatıcı bile görünebilir. Ancak dizi, tam da bu düzgünlükte bir sıkışma ihtimali olduğunu sezdiriyor.

Çünkü Pluribus’ta sorunlar ortadan kalkmış gibi dururken, bazı duygular yavaş yavaş kamusal alanın dışına itiliyor. Mutsuzluk, huzursuzluk ya da itiraz yasaklanmıyor; ama yerini kaybediyor. Dizi, şiddetsizliğin ve çatışmasızlığın gerçekten ilerleme anlamına gelip gelmediğini doğrudan sormuyor; bu soruyu izleyicinin zihninde açık bırakmayı tercih ediyor.
İlk sezonun sonunda Pluribus, rahatlatıcı bir hükme ulaşmıyor. Ütopya mı distopya mı ayrımını askıda tutuyor. Bunun nedeni hikâyenin henüz tamamlanmamış olması kadar, kurulan dünyanın aceleci cevapları hak etmemesi olabilir. Gilligan’ın önceki işlerinden bildiğimiz gibi, bu tür sorular tek bir sezonda kapanmaz; zamanla, küçük kaymalarla derinleşir.
Bu yüzden Pluribus’un bıraktığı yer bir sonuçtan çok bir eşik hissi yaratıyor. İzleyiciye ne düşüneceğini söylemiyor; ama hangi duygularla yaşamaya devam edeceğini sorgulatıyor. Huzursuzluk, kamusal alanda giderek yerini kaybettiğinde, yalnızca bireysel bir sorun mu hâline gelir, yoksa hâlâ bir itiraz biçimi olarak kalabilir mi?
Belki de asıl soru tam olarak budur:
İnsan olmak için ne kadar huzursuzluğa ihtiyacımız var?













