Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 5 Ağustos’ta yaptığı Soçi seyahati ve Putin ile birkaç hafta içindeki ikinci görüşmesi Batı’da kaşların kalkmasına ve endişelerin dile getirilmesine yol açtı. Zaten 19 Temmuz’da Tahran’da yapılan görüşmede çekilen Erdoğan, Putin ve İran Cumhurbaşkanı Reisi’yi ele ele tutuşurken gösteren fotoğrafları tepkiye yol açmış, özellikle Almanya Dışişleri Bakanı Baerbock şaşkınlığını dile getirmişti. Gerçekten de haziran sonunda Madrid’de yapılan NATO zirvesinde Rusya’yı ittifak için büyük bir tehdit olarak belirleyen açıklamaya katılmış olan Erdoğan birkaç hafta sonra Rusya ile başta ekonomi olmak üzere birçok alanda iş birliğini geliştirmeyi nasıl düşünebiliyordu? Rusya’ya stepne mi olacaktı? Acaba Batı için Türkiye’ye yaptırım uygulama zamanı mı gelmişti? Bu tür sorular en azından Batı basınında duyulmaya başladı. Gerçi Soçi görüşmesinden sonra sular duruldu. Ukrayna savaşı başladığından bu yana Batı’nın saldırgan Rusya’ya uyguladığı yaptırımların delinmesine Türkiye’nin yardımcı olacağı ve bu nedenle de cezalandırılmasının gerektiği görüşleri duyulmaz oldu. Gerçi ABD her fırsatta bir gözünün Türkiye’de olduğunu hatırlatıyor ama yaptırım tehdidi savurmuyor.
Aslında arka arkaya yapılan görüşmelerden Erdoğan’ın aradığı yararın çıkmadığı ortaya çıkınca ve Putin’in Türkiye’yi Batı’dan koparmak için fazla bir gayret harcamayacağı belli olunca Batı susmayı tercih etti. Zaten Türkiye’de hala iktidarın kontrolüne düşmemiş olan medya gerekli soruları sormaya başladı. Suriye’de ne oluyordu? Akkuyu nükleer santral inşası ne durumdaydı? Rusya Türkiye’ye para akıtacak mıydı? Tahıl anlaşması sonrasında Ukrayna savaşında ateşkese gidilecek miydi ve Türkiye’ye arabuluculuk yapma imkânı verilecek miydi? Karabağ’da ne olacaktı?
Görüşme sonrasında basın konferansı yapılmadığı için uzunca sayılacak bir süre boyunca kamuoyu karanlıkta bırakıldı. Uçakta iktidarın kendi seçtiği gazetecilere verdiği demecin metni ertesi gün öğle saatlerine kadar ambargoluydu. Bu garip uygulamanın bir süredir mevcut olduğunu yeni öğrendim ve doğrusu öğrendiğimde de çok şaşırdım. Normal şartlarda uçakta bulunan ve ülkenin belli başlı basın organlarını temsil eden gazetecilerin uçaktan iner inmez Cumhurbaşkanının açıklamalarını çalıştıkları basın kuruluşlarına vermeleri beklenir. Ancak böyle bir uygulama yeni Türkiye’de artık mevcut değilmiş. Bunun yerine İletişim Başkanlığı tarafından kaleme alınan bir metin gazetecilerin sorularına cevap teşkil ediyormuş gibi yapılıp görüşmeden nerede ise 24 saat sonra ambargolu olarak servis ediliyormuş. Bu bile işlerin çok iyi gitmediğinin işareti.
Meslek hayatı boyunca bu tür görüşmelere sayısız defalarca katılmış bir kişi olarak dikkatimi çeken başka bir husus, Soçi’ye Cumhurbaşkanı ile birlikte giden bakanların görüşmeye alınmamış olmaları ve dört saat boyunca kapının dışında bekletildikleri oldu. Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde o tarihlerdeki ABD Başkanı Reagan ile Vaşington’da yaptığı bir görüşmeye alınmayınca zamanın Dışişleri Bakanı Ali Bozer o anda istifa etmişti. Tabii bu farklı bir Türkiye’de meydana gelmiş bir olaydı. O günkü bakanların kendi siyasi hüviyetleri ve ağırlıkları vardı. Şimdikiler ise memur kategorisindeler. Memurlar gibi Cumhurbaşkanının keyfine göre gidip gelen emir kulları durumuna düşürüldüler. Dolayısıyla içeride görüşmeler yapılırken dışarıda beklemeyi normal karşılıyorlar.
İşin diğer ilginç bir yönü de şudur: Dışişleri Bakanı ile MİT Başkanı dört saat boyunca şüphesiz çok güzel olan Putin’in Soçi sarayının bahçesinde dolaşmayıp Rusya tarafından öldürülen Çeçen lider Cafer Dudayev’in anısına İzmit’te açılan bir parka karşılık geçtiğimiz yıl Grozny’de bir Abdullah Öcalan parkı açacağını söyleyen Putin’in suç ortağı ve Türkiye’deki Çeçenlerin kabusu olan Ramazan Kadirov ile görüşmüşler. Bu görüşme hakkında Soçi dönüşünde Türk basınına bilgi verilmedi. Görüşmeyi Kadirov kendisi duyurmamış olsaydı, ondan haberimiz olmayacaktı. Bir Dışişleri Bakanının böyle bir adamla neden görüşme ve hatta Türkiye’ye davet etme ihtiyacı duyduğu meçhul doğrusu. Ancak Putin’in pis işler adamı Kadirov’u Çavuşoğlu ile Fidan’a dayatması gerçekten anlamlı ve Soçi görüşmesinin formatına uygun düştü. Maksat Erdoğan’ı eli boş göndermekten başka Kadirov ile görüşmeye zorlayarak Türkiye’deki Çeçenlere ve onları destekleyenlere göz dağı vermekti.
Soçi görüşmesinin sonuçları hakkında epey şey yazıldı. Onları burada tekrar etmeyeceğim. Erdoğan’ın oradan aşağı yukarı eli boş döndüğü, gaz ithalatının ruble ile yapılması konusu gibi nispeten tali bir hususu bile sanki Türkiye’nin avantajınaymış gibi satarak diğer dosyalarda hiçbir ilerleme kaydedilmediğini gizlemeye çalıştığı ama ne ölçüde başarılı olduğu tartışma konusu. İnanmak isteyenler muhakkak inanmıştır. Ancak Batı’nın endişeleri azalmış gibi gözüküyor. Her ne kadar Putin için Erdoğan ile arayı iyi tutmak yararlı ise de bunu sağlamak için bedel ödemeye hazır olmadığı, Erdoğan’ın ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik felaket karşısında çok fazla talepkar olamayacağının bilincinde olduğu görülüyor. Tabii ki önümüzdeki yıl yapılacak seçimlerde Erdoğan ve AKP’nin iktidarda kalması Putin’in isteyeceği bir şeydir. Demokrasiden hoşlanmayan ve oradaki demokrasiyi ortadan kaldırmak için Ukrayna’ya savaş açmaya kadar giden Putin’in Türkiye’nin iktidar değişikliği ile hukuk devletine dönüşmesini önlemeye çalışacağına şüphe yok. Birçok ülkede seçimlere müdahale ettiği bilinen Putin’in aynı şeyi Türkiye’de yapıp yapmayacağını önümüzdeki dönemde hep birlikte göreceğiz.
Öyle anlaşılıyor ki Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerde limite ulaşılmış durumdayız veya çok yaklaştık. S400 fiyaskosundan sonra askeri alanda iş birliğinden pek bahsedilmez oldu. Hatta ikinci parti S400’ün siparişin iddia edilenin aksine verileceğine dair hiçbir işaret yok. Rus silah sanayiinin Ukrayna’da çok iyi bir sınav verdiği söylenemez. Belki bu dahi uzmanlarımızı Rusya ile bu alanda yeni projelere girişmekten soğutmuştur. Ancak Fransa ve İtalya ile yeni bir füze projesinin yüksek düzeyde ele alınmış olması başka yerlere bakıldığının göstergesidir. Silah teknolojisi konusunda yıllardır iyi çalıştığımız ve teknoloji transferi alanında Batılılardan ve Rusya’dan daha rahat olan Güney Kore belki gündeme gelebilir.
Ticaret ve yatırımlar konusunda da savaşın ilk zamanlarındaki havanın değişmekte olduğu görülüyor. Rusya’dan ülkemize külliyatlı miktarda sermaye gelmedi. Muhtemelen Batılıların Rusya’ya uyguladığı yaptırımlar bunu engelliyordur. Akkuyu için transfer edildiği söylenen 2 milyar doların yaptırımları delmediğinin bir ABD yetkilisi tarafından açıklanmış olması bu tür sermaye hareketlerinin ABD makamlarının sıkı kontrolü altında yürütüldüğünün işaretidir. Dolarla yapılan tüm transferler ABD banka sisteminden geçmek durumunda. Bu durumda bu alanda yapılabilecekler sınırlı.
Ruble ile ticaret de pek fazla istikbal vaat etmiyor. Putin Türk lirası ile iş yapmayı kabul etmiş olsaydı Türkiye’nin lehine olurdu. Ancak sürekli değer kaybeden bir para birimini kabul etmesi beklenemezdi. 30 milyar dolara yaklaşan muazzam ticaret açığımızı kapatmak için ruble ile ödeme yapmak ülkemizi dolar bozdurup Putin’in istediği kurdan ruble almaya zorlayacaktır. Bunun ülkemiz için faydasını pek anlamış değilim. Ancak bununla beraber iktidarın gaz tedarik işini genelde AB ülkelerinden daha iyi yönettiğini söylemek de gerekir. Almanya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde önümüzdeki kışın tedarik sorunundan dolayı zor geçeceği biliniyor. Türkiye’de ise bizden bir şeyler gizlenmemişse öyle bir endişeye mahal olmadığı anlaşılıyor.
Akkuyu ve Suriye konularına değinmeyeceğim. Onlar etraflıca irdelendi zaten. Putin’in rejim ile görüşmesini salık vermesi üzerine hemen harekete geçilerek böyle bir ilişkiye girilmesi konusunu gündeme getirmek Türkiye açısından hoş bir manzara teşkil etmedi. Biraz beklenseydi görüntü daha şık olurdu şüphesiz.
Akkuyu tartışmaları santralin bir Türk projesi değil, Rusya’nın ülkemizde kurduğu ve işleteceği kendi santrali olduğunu ortaya çıkarttı. Oysa proje öyle takdim edilmemişti. Neticede ülkemiz ile Rusya arasındaki tek benzerliğin rejimleri arasında olduğu, yönetim tarzlarının birbirine çok yakın olduğu, bundan dolayı da iki ülkenin zoraki bir şekilde birbirine yakınlaştığı söylenebilir. Her iki lideri de birbirine yakınlaştıran Batı’ya ve onun temsil ettiği demokratik hukuk kurumlarına husumettir. Ancak bu ortak husumet, eninde sonunda hiçbir alanda ortak menfaatleri olmadığını gizleyememektedir. Bu nedenle şimdiki halde Batı’da fazla bir telaş görülmüyor, Türkiye’nin saf değiştirebileceği endişesi hafiflemiş gibi duruyor. Bu durumun değişmesi imkânsız değil. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan da muhakkak Soçi dönüşünde durumun değişmesinin bedelinin ne olabileceğini kendisine sormuştur. Geçtiğimiz günlerde Kyiv’e gerçekleştirdiği ve Türkiye’den Ukrayna’ya yapılan ilk üst düzey teması teşkil eden ziyareti dengeyi yeniden tesis etme gayreti olarak okumak mümkündür. Putin’in Erdoğan’ı fazla umursamadığının en son örneğini ise birkaç gün önce gördük. Lviv ziyareti sırasında Ukrayna ile Rusya arasında ihtilaf konusu ve tüm bölge için de tehlike arz eden Zaporizya nükleer santralinin Uluslararası Atom Enerjisi tarafından denetlenmesine Putin’in rıza göstermesi konusunda Erdoğan arabuluculuğa hazırlanırken Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile yaptığı bir saatlik telefon görüşmesi sonrasında Putin o rızayı verdiğini açıkladı. Erdoğan’a bu alanda bir başarı sağlama imkânı vermek istemedi. İlginç olanı tüm dünya medyası bu gelişmeye flaş haber şeklinde yer verirken, Türk basınının büyük bölümünün belki de talimat üzerine bunu görmezden gelmiş olmasıdır.