Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIRadyo devrim, pikap benim devrimim

Radyo devrim, pikap benim devrimim

Bizim kuşakta “Hard Rockla Slow Dans” çağı pikapla perdeyi aralıyor. Partnerine belinden-omzundan, bir yerinden değerek başlayan dans, yapışık ikizlere de özgürlük tanıyor. Müziğe az uyarak hafifçe sağa-sola sallanırsan, hatta sabit kıpırdanırsan adı “Slow Dans”. Dans pistini acemi birliklerinin tâlim-tatbîkatına çeviren tango, vals, foxtrot adımlarına, o disiplinin kadına erkeğe toplumsal rol dağıtan tedrisatına ihtiyacın yok artık. Dansta eşitlik ve özgürlüğün küçük dev adımı…

Yazı dizimde geçen pazar değindiğim pikaplı yıllarda keyfe göre müziğin, dansın dışarı, sokağa çıkması, o sayede her mekâna taşınması sıkı devrim elbet. Tarih öyle söylüyor, hem de danssız bir devrimin devrim olamayacağını kayda geçiren aforizmalarla.

Anarşist Emma Goldman, hararetli bir komite toplantısının ardından yemekte hoplaya zıplaya dans edince, “Yahu olur mu hiç, senin gibi bir devrimciye böyle keçi gibi zıplamak yakışıyor mu” eleştirilerini topluyor savurduğu eteğine. Küstah muhatabına “Sen kendi işine bak” dedikten sonra eteğine biriken taşları ünlü cümlesiyle yuvarlıyor tarihe: “Dans edemediğim devrim, benim devrimim değildir…”

Bu hikâye bire bir böyle midir yoksa sol mitolojilerden o da nasibini almış mıdır, bu mevzuda hiç derdim değil. O cümleyi kim kurduysa ruhuna bereket. Dokusuyla Goldman’a da selam çakan, gazını oralardan alan “V for Vendetta” filminde bu vecize, “Dans edemediğim devrim, -yapılmaya değer bir- devrim değildir” mealinde tercümelense de… Aradaki nüans önemli.

Bir devrimin devrim olup-olmamasıyla, “benim devrimim” denememesi arasındaki fark çokça hüzünlü. İşte bizim kuşak için radyo ile pikap arasındaki fark da bir bakıma öyle; radyo devrim, pikap ise “Benim devrimim”.

“Türk Hafif Müziği”nin hafifliği

Müzik türleri, “Benim” diyeceğin müzikler açısından da pikabın etkisi kuvvetli… Mesela “Hafif Batı Müziği”nin, ondan uyarlama “Türk Hafif Müziği”, “Türkçe Sözlü Hafif Müzik”in gerçekten biraz “hafif” olduğu Blues’dan Hard’a Rock fırtınasıyla ortaya çıkıyor. Kuşağımızın o dünyaya ulaşma, onu takip etme imkânı da başlangıçta sadece plaktan geçiyor.

TRT’den ibaret radyoda özellikle Hard Rock’ın yelpazesi geniş, derin, düzenli değil. O zamanlar Pop daha hop hop, daha zararsız, evcil… Rock’daki îmâlar, sağa sola dokundurma huyu pek yok. Aşk, sadakat, ayrılık, kıskançlık gibi temel toplumsal meselelerimizi doğrudan, bildik vecizelere uygun özetliyor. Hap gibi; psikolojine göre pembesinden ya da morcivertinden alıyorsun.

Hard Rock’a karşı TRT kayası

TRT’nin resmiyeti, ulusal(cı)lığı da -istisnalar hariç- sipsivil, üstüne sipsivri dilli müziğe vizeyi yönetmeliksiz, sansürsüz vermiyor. 1970’lerin başında sanatçılara Müzik Denetleme Kurulu darbesini yapan TRT yasaklama mizahını da başlatıyor.

TRT arşivinden yararlanmak için kuruma giden Moğollar üyesi Cahit Berkay, kapıdan alınmıyor. Kendi deyimiyle, “Çünkü tipimiz müsait değil”. İlhan İrem’in küpesine, sadece şarkıların değil bıyıkların da “toplumsal içeriği”ne takan TRT’nin yasakladığı sanatçılar, dışarıda Altın Plak sahibi. 

Yayın programına almada en iyimser tahminle “Önce kurul bi dinlesin bakalım”a kalıyorsa mesele, Hard Rock’ın vokali, gitarı, davuluyla bağıran örneklerinde üyelerin mimiklerini canlandıramıyorum. Biri “Kimmiş ki bunlar” dese, grupların fotoğrafları da saçı-başı, duruşuyla sabıka albümü.

Her şey değişiyor ama TRT kaya gibi. Birkaç ay önce kurumsal internet sitesinde “Küçük Ağa” dizisindeki “Padişah madişah” vurgusundan alınan, o iki kelimeyi bile keserek yayınlayan TRT’ye yeni Rock parçanı uzatmadan “Rok mok işte” diye tarif etsen, kim bilir neler olur. 

LP kapaklarındaki posterler

Deep Purple, Led Zeppelin, Iron butterfly, King Crimson, The Moody Blues, Jethro Tull, Yes, Who, Doors, Black Sabbath, Eagles, Rolling Stones, Pink Floyd pikap hayata taşındığı anda İngiltere’den gelen, Amerika’yı dolaşan fırtınasını Türkiye’de de estiriyor.  

Longplaylerinin sadece kapakları bile Pop’u eskiten posterler. Türkiye’de modaya, günün müzikal formasına uygun cici bici kıyafetleriyle, papyonları, kravatlarıyla, stüdyo çekim pozlarıyla bir örnek, tanımlanmış/onaylanmış güzelliği arayan Pop’un, kadın-erkek beyaz kelebeklerin karşısında Rock’ın kayalıkları… Saç, baş, kıyafet yuvarlanıyor aşağı.

Yabancı müziğe meraklı mahalleli, Rolling Stone, Alman Bravo, Fransız (Salut Les) Copains müzik dergilerini ortasındaki parçaları tamamlandıkça büyüyen posterleri nedeniyle de arıyor, buluyor. Poster kalitesi yabancı dergilere göre “saman” kalsa da Hey Dergisi’nin posterimsi fotoğrafları da duvarlarda. Elbette “ayrı oda lüksü” olanlar için.

Hard Rockla Slow Dans salınımı

Hafif Batı Müziği’nin, aranje Türk Hafif Müziği’nin ona uygun seviyeli danslarının karşısında artık Hard Rockla Slow Dans, yani“sert tempoda yumuşak, sabit ama özgür aşk salınımları” çağı da perdeyi aralıyor. Partnerini elinden-belinden-omzundan tutarak, olmadı ona bir yerinden değerek başlayan dans, yapışık ikizlere de özgürlük tanıyor.

“Temas”ın o yelpazesinde müziğe az uyarak hafifçe sağa-sola sallanırsan, hatta sabit kıpırdanırsan adı “Slow Dans”. Dans pistini acemi birliklerinin tâlim-tatbîkatına çeviren tango, vals, foxtrot adımlarına, o disiplinin kadına erkeğe toplumsal rol dağıtan tedrisatına ihtiyacın yok artık. Dansta eşitlik ve özgürlüğün küçük dev adımı…

Pistte tek kolunu yerçekimine bırakarak dansa dâhil etmeden salınan cool delikanlılara, “Tough Guys Don’t Dance” filmini o yolla, o tarzıyla hatırlatan gençlere de sık rastlanıyor. Rock’çıların bir bölümü o tek kollu dansa rağbet ediyor. “Dünya umurumda değil, dansa mı paye vereceğim”in kırmayan figürü.

Deep Purple’la 10 dakika dans  

Deep Purple’dan “Soldier of Fortune”, Led Zeppelin’den “Stairway to Heaven”, The Eagles’dan “Hotel California”, Rare Bird’den Sympathy, Jethro Tull’dan “You’re a Woman”, The Rolling Stones’dan “Angie”, King Crimson’dan “Epitaph”la dans… Tanrılar neler yaratıyor!

Deep Purple’ın “Epitaph”ın dokuz dakikalık slow dans rekorunu bir yıl sonra (1970) kıran ve 10 dakika 20 saniye süren “Child in Time”ı, uzun aşk sahnelerine de imkân veriyor.

O günlerde filmlerde bile öyle sahneler tedbiren daha kısa. Gölbaşı Sineması’nda kırpılarak vizyona giren “Paris’te Son Tango”ya dans öğrenmek için gidenler, pistte Marlon Brando’nun serbest stil “tango”sunu görünce salonu terk ediyor.

O Rock kültleriyle “Gençlik Çayları”, partiler de o mekân dışında başlangıçta el ele tutuşmayı bile ölçüp biçen sevgilileri baş başa, yanak yanağa, sarmaş dolaş piste, o özgür salınıma taşıyor. Bizim kuşak için tango, vals disiplini artık Artistik Buz Pateni’ne özgü bir atraksiyon.

Hotel California’nın “Kalk gidelim” diyen nağmesi, “eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprakla merdivenleri ağır ağır çıkartan” nâmesiyle de hâline tercüman oluyor: “Nasıl da dans ediyorlar, tatlı bir yaz teri içinde /Bazı danslar hatırlamak, bazısı unutmak için… /Lütfen şarabımı getirin bana.”

İnka Kondoru serçe olursa…

70’lerin başında en adım bilmez-ritim hissetmezi bile sabit salınımlı dansa teşvik eden listelerin ön sıralarında Simon&Garfunkel’in “If i Could”u geliyor ki o da çok satan 45’liğiyle, “longplay”e bütçesi zorlananlar için gözde bir arşiv plağı. Şarkının aslı “El Condor Pasa”;  bir asır önce Perulu bir bestecinin müzikaline adını veren ve madencilerin zorlu, korkunç yaşamını anlatan bir ezgi.

Orijinalindeki “Andlar’ın muhteşem kondoru /Beni evime götür, Andlar’a /Ülkemi geri istiyorum /İnkalı kardeşlerimle yaşamak istiyorum” sözlerindeki o ünlü And Kondoru, o dağlara özgü “Batı yarımküresinin en büyük kara kuşu”, o dev akbaba, ikilinin aranjmanında, güftesinde o metaforu serçeyle, kuğuyla naif naif geçiştiriyor. Mesajı da atasına biraz ters: “Bir yere çivili yaşamaktansa, bağlanmaktansa, özgürce dolaşmak”.

Olsun, hiç dert değil… Yabancı dildeki şarkılarla sözlerini anlamadan, onun güftesindeki dünyadan, anlattığı hayattan azade dans etmek, melodisinden sebeplenmek bir bakıma mecburiyet zaten. Mahallede hakkıyla İngilizce bilenlerin sayısı, büyüyünce astronot olmayı kafasına koyanlardan çok daha az. Batılılaşma cereyanında her mahalleye birer adet dağıtmışlar muhtemelen.

Mr.&Mrs. Brown hiç şarkı söylemedi

İngilizceyi Mr. and Mrs .Brown’ın öğretmenliğinde Gatenby’nin “A Direct Method”undan sebatla sökmeye çalışanlar bile bu mevzuda çaresiz. Öyle vaat ettikleri gibi direkt, kafadan öğrenemiyorsun. İki kalıp buzu çağrıştıran o İngiliz çiftle, tıpkı üretim çocukları şarkı söylemiyor bir kere. O iki bacaksız bile her an tam takım, klasik kesim öğretmen edasında, “Ben İngilizce konuşuyorum n’aber” havasında.

Sıkıcı, 24 saat emperyal takım elbiseli, ütülü insanlar… Hayatları da bellettikleri o dört duvardaki gramere uygun. Dar alanda ailecek paslaştıkları “mutluluğu” hayvanat bahçesine, pikniğe, çiftliklere, deniz kıyısına giderek ispatlamaya çalışıyorlar ama bir tane şarkı yok! Öyle mutsuzlar ki hınçlarını azgelişmiş ülkelerden, memleketlerinde “Sir” unvanlı  zatların dahi kur(a)madığı cümleleri ezberleterek çıkarıyorlar.

Ayşegül bile viyolonsel çalıyor

Her mekânı dolaşan, her duruma Frenk maydanozu olan Belçikalı turist Martine’den ithal “Ayşegül bilmem nerede” serisi bile onlardan öğretici. Kapağındaki belgesine bakarsan, “Ayşegül müzikle tanışıyor” serisinde viyolonsel bile çalıyor. Karşılaşsalar, kıyıda iki karış suda “Help, help!” diye shouted eden Mary Brown hasedinden çatlar, Jack Brown Ayşegül’ün saçını çeker.

Olsun… İlle şarkılardaki bilmeceleri çözmeye sebat edeceksen, radyonun aksine plak, kaset o iş için de bire bir. Elinde sözlük, çevir çevir dinle… Kaba hatlarıyla meseleyi anlarsın en azından, Hızlı Okuma Kursları’nı hicveden Woody Allen gibi “Harp ve Sulh”u 20 dakikada okur, “Olay Rusya’da geçiyordu galiba” dersin.

Kızılay’da “plak bakma” kalabalığı

Başlangıçta Ankara’da Rock’ı plaklarla, özellikle albümleriyle besleyen kanallar az da olsa kuvvetli. Kızılay’da Tansel Plak marka. Bahçelievler 42. Sokak’ta Do-Re-Mi, Soysal Pasajı’nın altındaki Cemil Plak, Kocabeyoğlu Çarşısı’nın alt katında Orhan Plak, Emek 4. Cadde’de Selçuk Plak, istenen plağı getir(t)me hizmetiyle de cazip.

O mekânlar Rock plakların kapağıyla da sokağa yeni vitrinler, afişler taşıyor, o günlerin “Ailenizin Fotoğraf Stüdyosu” vitrinli müzik mağazalarının kravatını gevşetiyor biraz. Yazımın ana fotoğrafında kullandığım 1950’lerin başındaki pikaplı nostaljik siyah-beyaz fotoğraflara da kareye giren hemen her şeyin değişmesiyle farklı bir renk, hayat geliyor. Sokağa çıkan, her mekâna sızan pikap da o “grande toilette” fotoğrafları durma dönen kaidesinde sersemletiyor.

Plakçılarda ünlü şarkıcıların “imza günleri”ndeki izdiham bir yana… Kızılay’daki dükkânlarda “plak bakma kalabalığı” hayatın sıradan manzaraları arasında. O mekânlarda her an plak bakan, oturup dükkân sahibinin çayını içen ünlülere de rastlamak mümkün.

Pasajda ikinci el plak pazarı

Kızılay Sakarya’da Goralı Pasajı’nın altında açılan ve ikinci el plak satan dükkân da müzik kâşiflerinin vazgeçilmez adresi. Ankara’da Balgat’taki, Emek’teki Amerikan Üsleri’ndeki “erat”ın, diplomatların ülkelerine dönerken bıraktığı, hevesi geçenlerin, mirasyedilerin toptan sattığı plaklar ayrı bir dünya.

Pek çiziği yoksa yahut takılmadan-atlamadan kurtarıyorsa, yarı fiyatından “Üç tanesi kaça olur?” pazarlığına uzanan yelpazesiyle arşive. Ki aynı pasaj “okunmuş kitap” satan/takas eden mekânlarıyla da cazibe merkezi.

Gelecek pazar, pikap-plak kültürünün sonsuz basamaklarına, hatta bazı filmlere, dizilere, onların kahramanlarına sağladığı itibarına, Odyofillerin pikabı merkez alan büyüleyici müzik sistemlerine filan değinmeye çalışacağım.

- Advertisment -