Birkaç gün önce, 11 Kasım’da Londra’da düzenlenen protesto, 2003 yılından beri İngiltere’de düzenlenen en geniş katılımlı protestoydu. Protestocuların 300 bin kişiyi geçtiği tahmin ediliyor -Devletin sihirli dokunuşu olmadan böylesine büyük rakamlara ulaşılması dahi şaşkınlık verici. Bu muazzam kitlenin yalnızca göçmen Müslümanlardan oluşmadığı da aşikar. Öyle görünüyor ki İngiltere’de Filistin’le dayanışma yürüyüşünü gerçekleştirenler, kendi eylemlerini bir söyleme ve davete dönüştürebiliyor ve dahası toplumun farklı kesimleriyle bir araya gelerek yankı uyandıran bir kitlesellik oluşturabiliyorlar.
Ortaya çıkan bu kitleselliğn imajıyla ve bir “etkinlikle” sınırlı kalmayan bir tesiri de bulunuyor. Zira Filistin yanlısı gösterileri “nefret yürüyüşü” olarak nitelendiren İngiltere İçişleri Bakanı Suella Braverman görevinden alındı. Resmiyetten, politik toplumdan, devletten azade bir sivil toplum, siyaset sahasında bir politik aktör kadar kudretli olabiliyor ve dahi siyaset sahasını yeniden düzenlemeyi zorunlu kılabiliyor. Buna mukabil Türkiye sathında şimdilerde düzenlenen protestolar ise ağırlıklı olarak “müşterilere” yönelmiş durumda: Starbucks şubelerinde oturanlar tartaklanıyor, McDonalds şubelerine fare bırakılıyor. Bu protesto tarzı, markaları hedef almaktan dahi uzakta bulunuyor ve birkaç müşteri tartaklamakla iktifa ediyor.
Keza Oslo’da, tren istasyonunda kanlı kefenlere sarılarak gerçekleştirilen protesto bu duruma iyi bir örneklik teşkil ediyor. Yenikapı Marmaray istasyonunda benzer bir protestoyu hayata geçiren bir grup, Oslo’dakinin aksine güvenlik güçlerinin yoğun müdahalesiyle karşılaştıkları gibi protesto da büyüyemeden akamete uğradı. Yeni Akit’in konuya ilişkin attığı başlık ise oldukça açıklayıcı görünüyor: “İstanbul Marmaray’daki Filistin Protestosunda Provokatif İfadeler! ‘Siyasilerden bir şey beklemeyin, sokaklara inin’. Siyasilerden, devletlülerden ümidi kesme ve sokaklara protestocu sıfatıyla inme çağrısı “provokasyon” olarak nitelendirilebiliyor. Devletten, Devletlülükten ve resmiyetten azade olma iradesi göstermek, provokasyon suçunun gerçekleşmesinin temel şartı gibi gözüküyor.
Ancak Türkiye’de düzenlenen protestolar “doğası gereği” kadük ve iğdiş edilmiş değildi. Gerçek bir kitleselleşmenin ve sivilliğin belirdiği anlar mevcuttu. Sözgelimi 17 Ekim akşamı, El-Ehli Baptist Hastanesi’nin bombalandığı haberinin hızla yaygınlaşmasıyla İsrail Başkonsolosluğu binası önünde başlayan kitlesel protestolar “yıkıcı” bir potansiyel taşıyordu: Resmi kurumlarla sınırlı veya bağlı değildi, sivil bir nitelik taşıyordu ve özerk bir kitle örgütlenmesinin nüvelerini içinde barındırıyordu. 17 Ekim protestoları, Devletin mesele karşısındaki ikircikli tavrını görünmez kılan ve devletten özerk, sivil bir kitleselliğin oluşmasını engelleyen resmi ideolojinin denetimi altında olmadan ve hatta ona karşı söz söyleme cüreti göstererek varlık kazanmıştı.
Yaşlıların ve küçüklerin yoğunlukla katıldığı bu protestoya polisin müdahalesi tahmin edilenin çok ötesinde oldu: Nefeslenip kendine gelmek için bir fırsat bırakılmadan ardı ardına gaz bombaları atıldı. Bu amansız müdahale karşısında “bizden olmayan birkaç Selefi mülteci provakatörün taşkınlıkları” gerekçe gösterildi; devletin ve resmi ideolojinin kendisine dair bir söz söyleme ve onları eleştirme cesareti göstererek doğan bir ilk potansiyel de böylece ketleniyordu. Sorulan şu sorular yaygınlık kazanamadılar: “Birkaç provakatörden ibaret bir grup, tüm kitleye yoğun müdahalede bulunulmadan kolaylıkla derdest edilebilirdi. Neden bu Selefi ve ayrıksı provakatörler tam da İsrail Konsolosluğu’nun önünde ani bir sivil reaksiyonla düzenlenen protestoda varlık gösterdiler de sonraki protestolarda bir anda ortadan kayboldular?”
17 Ekim gecesi şöyle ifadeler çokça zikredildi: “Biz Devletimize bir gün olsun anarşistlik yapmadık, şimdi bize bu reva mı?”
Merd-i kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler misali, ilan edilen ve şaşkınlık yaratan, devletin kendi “makbul vatandaşlarına” göz kırpmaksızın en ağır şekilde müdahale edebilmesiydi. Zannediliyordu ki “biz devletimizin her daim yanında olan makbul vatandaşlarız, devletimiz de bizden yana”. Resmi ideolojinin perdelemekle mesul olduğu devletin somut ve çıplak işleyiş mekanizması bir an için görünür gibi oldu: Yıllar içinde kat be kat artış göstererek büyüyen ticaret hacmi riske atılamayacak kadar kıymetliydi. Kaldı ki bu protestoların önünün acilen kesilmemesi uluslararası pek çok sıkıntının da doğmasına kaynaklık edebilirdi. Ne ki “bize reva mı?”, “Müslüman ülkesinde kafire iki laf söyleyemecek miyiz?” diye yükselen sesler, süratle susturuldu ve devletin işleyişine yönelik bir eleştiriye tahvil edemedi.
Polis gücünün göstericilere karşı amansız kontrol altına alma girişimi, Devletçe affı olmayan yegane suça, resmi ideolojinin sınırları dışında hareket etme iradesi göstermeye biçilen cezaya işaret ediyordu. ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın Türkiye’ye gelmesine karşı Filistin bayrağı açarak protesto eden Gülden Sönmez’in hızla olay yerinden uzaklaştırılması, tahammül eşiğinin ne derece düşük olduğunu gösteriyor. Fakat şaşırmamak gerek: Kendini kurma biçimini afişe edebilecek bir yol ayrımının ortaya çıkması, resmi ideolojinin karşılabileceği en büyük tehlikedir ve ancak böyle bir afişe olma hali çıplak ve çirkin suretlerin üstüne serilen örtüleri bir çırpıda kaldırabilir.
Ancak yeni bir söz söyleme ve meselenin bam teline basma potansiyelinin boğulması, sadece 17 Ekim’deki yoğun polis müdahalesiyle mümkün olmadı. Hemen ertesi gün resmi makamların tayin etmesiyle Ayasofya’da düzenlenen protesto ve daha sonrasında 28 Ekim’de Cumhurbaşkanı’nın riyasetinde gerçekleştirilen “Büyük Filistin Mitingi” ile bu potansiyel tam manasıyla resmileştirildi ve tekrar ortaya çıkamayacağı şekilde sivilliğinden arındırıldı ve Devletlüleştirildi. Makbul mitinglerin düzenlenmesiyle kitlesellik ehlileştirip denetim altına alındığı gibi aynı zamanda kadük bırakıldı. Ancak acziyetiyle iftihar eden aynı çilekeş tavır, bu defa da Türkiye’deki protestoların yavanlığıyla yurt dışında düzenlenen protestoların çarpıcılığını mukayese ederek bu kadüklüğü ya beceriksizliğe, ya “kültürümüzde protestonun olmayışına” ya da duyulan yoğun “üzüntüye” bağlıyor ve yine kendini hırpalamanın mazoşist hazzını tadıyor.
17 Ekim protestolarına katılanlar gerçek anlamıyla protestocu idiler: İsrail’in insanlık dışı saldırısını bizzat İsrail’in yetkili temsilciliğinin önüne giderek ve hiçbir resmi makamdan icazet almadan kınama ve eleştirme cüreti gösteriyorlardı. Dahası, önlerinde bir eylem serbestisi imkanı vardı: Her kitlesel protestoda olduğu gibi, eylemler önceden belirlenmemişti; aksine kitleselliğin akışıyla protesto kendi sesini bulma imkanına sahipti. Buna mukabil, denetim altına tutularak organize edilen diğer etkinliklere katılanlar, protestocu sıfatından ziyade “katılımcı”, hatta “sergi ziyaretçisi” sıfatıyla arz-ı endam ediyordu. Atacakları sloganlar, yürüyebilecekleri yerler, taşıyabilecekleri bayrak ve pankartlar önceden belirlenmiş ve önlerine seçim imkanı olmadan getirilmişti.
Kendilerine sivil toplumda edinebilecekleri yerin hızla denetim altına alınmasına ve Devletçe sindirilmesine mukabil, protestolar da hızla bireyselleştiler ve bununla beraber Instagramize edildiler. Yaygın kitlesel protestolar yerini bireyselleşen girişimlere bıraktı. Protestolar; ittifak oluşturmak, farklı gruplarla diyalog kurmak, örgütlenerek güç biriktirmek ya da yeni bir tartışmanın imkanını açmaktan büsbütün uzaklaşarak Instagram’da paylaşacak şekilde düzenlenen prezantbl etkinliklere ya da büsbütün Instagram’la sınırlı serzeniş seanslarına dönüştü. Herhangi bir toplumsal ve politik kavrayıştan yoksun bu girişimler, bu defa içinde yer ettikleri statükodan koparıldıklarında kendi başlarına bir anlam taşımayan, yalnızca görünür somut yüzlerden ibaret sembollere ve hatta bu sembollerin müşterilerine saldırmaya dönüştü.
Şimdi yaygın biçimde boykot listeleri paylaşılıyor, boykota uymayan falanca kurumlar ve kişiler sert eleştirilere -ve yeri geldiğinde tartaklanmaya- maruz kalıyor ve boykot “trendine” katılanlar bunu post’ları ve story’leriyle ilan ediyorlar. Ancak bu boykot çağrılarının ideolojik bir handikapı bulunuyor: Birey vicdanını falanca ürün yerine filanca ürünü alarak rahatlatma imkanı buluyor ya da falanca boykot ürününü almaya devam edenleri uyararak vazifesini yerine getirdiği inancına kapılıyor. “Vazifesini yerine getirmişlik” hissi, daha ötesini aramayı ve istemeyi büsbütün olanaksız kılıyor.
Devlet politikalarını, genişleyen ticaret hacimlerini, ülkeleri birbirine “göbekten bağlayan” uluslararası şirketleri ve bizzat uluslararası statükoyu sorgulamaya kalkan olursa ona hikmet-i devlet hatırlatıldığı gibi soruluyor: “Sen kendin boykot ediyor musun ki kalkmış Devleti eleştiriyorsun?” En ufak sivil yatkınlıklar bile böyle bir ucuzlukla sönümleniyor. Haneiçi boykot uygulamaları bu yolla kolaylıkla resmi ideolojinin payandası haline gelip onu terk etme cüretini göstermemek için çekilen sınırlara dönüşüyor. Uluslararası statükonun hiçbir sacayağını sarsmaya kalkmadan pratikteki çok ufak değişimlerle vicdanlar rahatlatılıyor.
Keza, bireyselleşen protestolara hakim olan söylem kendi içinde büyük bir tehlike barındırıyor ve hatta tam da bu tehlike sebebiyle kendini bir söyleme dönüştüremiyor. Protestolar yegane meşruiyetlerini “insanların öldürülmesine” dayandırıyorlar; oysa neden insanların öldürüldüğüne, insanların öldürülmesini mümkün kılan toplumsal ve politik koşulların nasıl meydana geldiğine dair herhangi bir kavrayış sunmuyorlar. İster istemez hümanist ve yufka yürekli bir tona saplanıp kalan bu ses adeta şöyle diyor: “Lütfen artık insanları öldürmeseniz olmaz mı?” Sanki İsrail’in basitçe kitlesel bombalamaları bırakması soruna bir çözüm getirecekmişçesine ricacı bir dille hareket ediliyor.
Oysa dünyanın birçok yerinde insanlar ölüyor; “ama niçin ölüyorlar ve niçin öldürebiliyorlar” sorusu sorulmadıkça bu ölümlerin istatistiğe dönüşmesini engellemek mümkün olmayacaktır. İnsanların ölmesini kendine kalkış noktası yapan tavır, ne kendi söylemini üretebilir, ne de bu söylemi yayabilir. Haliyle Filistinlilerin öldürülmesinin bu tahakküm ilişkilerinin sayısız sonuçlarından yalnızca biri olduğu defaatle ıskalanıyor. Oysa tüm dünyanın ancak 7 Ekim’den sonra en dolaysız şekilde karşı karşıya kaldığı şiddetin yanı sıra işleyen ve fakat görünmeyen kurumsal şiddet biçimleri gözlerden kaçıyor. İsrail’in bunca insanı canice katletmesine müsaade eden ekonomik ve siyasal koşullar büsbütün göz ardı edilerek dramatik durumun yalnızca bir boyutuna, insanların öldürülmesine odaklanılıyor. Sanki bugün İsrail öldürmeyi bıraksa her şey meşru olacak ve her şey tıpkı 7 Ekim öncesinin normalleşmelerinde olduğu gibi hiçbir ahlaki ve sivil sorgulamaya takılmadan sürecekmiş gibi…