Hikâye ve roman gibi edebiyat türlerine Batılılaşma aracı olarak görüldüğü için uzak duran geniş bir kesim, 1960’lı yılların sonunda bir romanı sahiplenmişti: Minyeli Abdullah. Yazarı 15 Ocak 2022’de vefat eden Hekimoğlu İsmail’di.
O geniş kesimin o zamana dek romandan uzak durmasının sebebi cahillikten ve gericilikten sanılıyordu. Oysa romanla ilgilenmeyenler, biraz da kendilerini, ailesini, çocuklarını muhafaza etmek niyetiyle bu tavra sahip olmuşlardı.
Çünkü roman ülkemizin mukadderatını değiştiren bir güç konumundaydı. Etkileme gücü toptan, tüfekten, hattâ işgal ordusundan daha fazlaydı. Muhafazakâr kesim için roman, “Baştan çıkaran, yoldan döndüren, gençleri dinden soğutan zararlı bir araç” demekti. O yüzden romanı pek benimsememiş, romanı âdeta “Truva atı” gibi görüp öyle değerlendirmişti.
Tanzimat’tan bu yana ülkenin kaderini etkileyen romana karşı mukabele, Ömer Okçu adlı bir topçu astsubayın dedesinin Hekimoğlu İsmail adıyla yazdığı Minyeli Abdullah ile geldi ve bu roman ilk İslâmî roman oldu. Roman türüne uzak duran geniş halk kesimini etkileyince, şimdiye kadar hiçbir romanın görmediği bir ilgiyle karşılandı. Bir anda yüzbinlere ulaştı. Bugüne kadar milyonu aşkın tirajıyla hâlâ kırılamayan bir rekorun sahibi, Minyeli Abdullah romanı.
Halkın bu romanı sahiplenişi inanılmazdı. Gençler, ihtiyarlar, kadınlar evlerde toplaşıyor, evlerde, bahçelerde, tarlalarda çevresindeki insanlara okuyordu.
O okuyanlardan biri de bendim. Ortaokula gittiğim yıllarda komşu evine toplanan mahalleli kadınlar beni çağırıp Minyeli Abdullah romanını okutturmuşlardı. Mevlitlerde, hatimlerde, dini sohbetlerde bir araya gelen bu kadınlar, bu sefer bir romanı dinlemek için toplanıyordu. Romanın akışına göre hislenerek, “Gözün kör olsun inşaallah, Allah’ından bulasın; vah yavrum vah, Allah’a emanet…” gibi tepki sözleri sarf etmekten kendilerini alamıyorlardı. Hâlâ hatırımdadır bu sahne.
Peki, Hekimoğlu İsmail kimdi?
Bir topçu astsubayın ideoloji arayışı
Gerçek adı Ömer Okçu olan Hekimoğlu İsmail, 1932 yılının Mevlid Kandili’nde, Erzincan’da doğdu. Adını önce “Mevlid” koydular, sonra İstanbul’da kaybolan annesinin dayısının Ömer ismini verdiler. Ulu Dayı dedikleri annesinin dayısı, İstanbul emniyet teşkilatında yüksek dereceli bir memurmuş, dindarmış, sonra kaybolmuş. Kendisinden, yakınlarından, malından ve mülkünden bir haber alınamamış.
Hekimoğlu İsmail, yıllar sonra dine yöneldiğinde, annesi oğlunun yüzüne bakar bakar, sonra yaşlı gözlerle: “Oğlum, korkuyorum ki seni de dayım gibi kaybederler” dermiş.
1939’da annesiyle beraber Ziya Gökalp İlkokulu’na gitti. Nüfus cüzdanına baktılar: 12.10.1932. “Yedi yaşına girmemiş, seneye” dediler. Okula almayacaklarını anlayınca kapının kenarına oturdu: “Ben burada kalırım, gitmem” diye tutturdu. Bu halini gören yönetici kaydını yaptı, böylece okula başladı.
Okulda alfabeyi ilk açtığında evdeki alışkanlığa uyup “Bismillah” deyince, bunu duyan öğretmeni cetvelle parmaklarının ucuna defalarca ağlatıncaya, bağırtıncaya kadar vurdu. Ondan sonra ne Ömer, ne de diğer arkadaşları “Bismillah” demedi. Hatta evde bile bismillah demeye korktu.
Ortaokuldan sonra, önce Ankara’da Zırhlı Birlikler Okulu’na, sonra İstanbul Davutpaşa Kışlasına gitti. Askeri okuldan mezun olduktan sonra, arkadaşlarıyla sıkça gittiği Maltepe’deki kahvede, bir gün Kur’an okuyan bir adam gördü. Çok garibine gitti.
“Kahvede Kur’an okunur mu?” dedi adama.
“Burada bu kadar insan var. Onları tenkid etmiyorsun da beni mi tenkid ediyorsun?” dedi adam.
Hikmet Polat isimli adam ilgisini çekti ve onunla arkadaş oldu.
“Sen çok cahilsin, biraz kitap oku, ondan sonra konuşalım” deyince kitap okumaya, İslâmı araştırmaya ve öğrenmeye çalıştı.
Dini cehaletiyle Ömer Nasuhi Bilmen’i ağlatıyor
Ömer Nasuhi Hoca’nın fasikül fasikül ilmihali çıkınca hemen koşup alıyordu. Askerde öğle namazını kenarda köşede, kimseye görünmeden kılmaya çalışsa da, ikindi namazı vakti eğitim alanında olduğu için kılamıyordu. Ömer Nasuhi Hoca’nın ilmihalinde göz işareti ile namaz kılınır diye okuyunca, haftalar, aylarca göz işaretiyle ikindi namazını kıldı. Fakat böyle namaz kılan kimseyi hiç görmemiş ve duymamıştı. İzinli olduğu gün Ömer Nasuhi Bilmen’in yanına gitti ve durumu anlattı.
Evvela hocanın gözleri irileşti. Kirpiğini oynatmadan yüzüne bakıyor ve onu dinliyordu. Birden bire hıçkırarak ağlamaya başladı. Ömer Okçu sustu, şaşırmıştı. Hoca belki on beş dakika, belki yarım saat sarsıla sarsıla aksakalından yaşlar aşağı akıtarak ağladı.
Nihayet hoca kendine geldi. “Ya Rab, ne günlere kaldık” diye inledi. Sonra konuştu:
“Evlâdım, ima ile namaz, savaş sırasında olur, sulhta olmaz. İkindi namazını kılamıyorsan, akşamdan sonra kaza et.”
1953 senesinde yirmi bir yaşında bir delikanlıydı. Arkadaşlarının çoğu Nazım Hikmet hayranıydı. Sınıf farklılığından, yoksulların ezildiğinden bahsettiklerinde onlara hak veriyordu. Namaz kıldığını gören komünist bir arkadaşı: “Namaz kılan bir tek büyük adam var mı?” demişti. “Nerde çorabı yırtık, ayağı kokmuş, hamal, bekçi varsa namaz kılıyor. Sen hamal, bekçi değilsin askersin. Şerefinle ve zevkinle yaşa. Gazinolarda, kahvelerde eğlenmesini, yaşamasını bil. Tepene çıkanları yere indir.”
Ömer Okçu bu tarz konuşmaları sevmedi.
Bu sefer Nihal Atsız’ın yanına gidip gelmeye başladı. Orhun dergisini, Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor gibi kitapları okuyordu. Orhun dergisinde bir şiir yayınlamıştı. Fakat Türkçülüğün ibadeti falan yoktu. “Yaşasın Türk milleti!” dendi mi her şey tamamdı. O yüzden Nihal Atsız Türkçülüğünün değil, Türkçülükle İslâmlaşmayı bütünleştiren Osman Yüksel Serdengeçti Türkçülüğünün tarafında yer aldı.
Arayışı devam etti. Mehmet Zahit Kotku’nun sohbetlerine katıldı. Onun, “Evlâtlarım, köşe başları bizden olmayanların elindedir, çalışın köşe başlarını tutun” sözlerini çok beğendi.
“Hocam, insanlar zengin fakir… Cahil âlim… Sakat sağlam… Bu hali İlahi adalet yönünden nasıl izah buyurursunuz?” diye sordu bir gün.
Mehmet Zahit Kotku cevap verdi:
“Efendim, Allah’ın rahmeti her yere yağan müsavi yağmur gibidir. Taşlar yağmurdan istifade etmez.”
Daha sonra Said Nursi ile tanıştı, onun kitaplarını alıp dağıttı. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisi ile Osman Yüksel Serdengeçti’nin Serdengeçti dergilerini Cağaloğlu’ndaki İnkılap Kitapevi’nin Ermeni sahibinden topluca alıyor, otobüslerde vapurlarda unutmuş gibi bırakıyor, banliyö trenlerinin penceresinden aşağıya atıyordu başkaları da okusun diye.
Zor zamanda yazılan roman: Minyeli Abdullah
1940’lı yıllarda dindarlardan Said Nursi, sosyalistlerden Nazım Hikmet, Türkçülerden Nihal Atsız hapisteydi.
Roman, şiir, tiyatro dallarında başarılı faaliyet gösteren sosyalistler dertlerini halka duyuruyordu. Türkçüler de kendilerine göre bir şeyler yapabiliyordu. Fakat haklarında yüzlerce dava açılan, perişan olan dindarların çektikleri çileden kimsenin haberi yoktu.
Mahir İz, bir toplantıda dindarların kitap okumadığından ve kitapla ilgilenmediğinden bahsedince, Ömer Okçu dindarların çektikleri çileleri anlatan bir roman yazmaya karar verdi. Sohbet bitiminde kapıdan çıkarken, askeriyeden yakın arkadaşı Durmuş Göktekin’e fikrini söyledi:
“İş başa düştü. Biz, kendi yağımızla kavrulmak zorundayız.”
Tabii romanı hoş görmeyen, boş iş olarak değerlendiren muhafazakâr bir çevrede olan Hekimoğlu İsmail için roman yazmayı düşünmek, yazmak, yayınlamak hiç de kolay olmayacaktı.
Victor Hugo’nun Sefiller ile Alexandre Dumas’ın Monte Kristo Kontu romanlarını okuyup hayran kalınca, romanla iyi mesajlar verilebilir düşüncesine kapılmıştı. Müslüman İslâmı romanla anlatamazsa, başka romanları okuyan yeni nesil, dine yer vermeyen, ahlâksızlığı aşılayan, dünyevî aşktan bahseden romanları okuyarak yetişecekti. Oysa Viktor Hugo, Dostoyevski, Tolstoy gibi yazarlar romanlarında kendi dinlerini, Hristiyanlığı anlatıyorlardı.
Türkiye’de ise Müslümanlar için ilmihallerden başka okuyacak kitap kalmıyordu. Bir de dini konulara değinen düşünce kitapları vardı ama onları da herkes okumuyor, gençler özellikle roman okumayı tercih ediyordu. Yakın çevresinden bazıları, “Romanla İslâm anlatılmaz, roman boş iştir” diyorlardı. Oysa romanlarla etkilenen yüzbinlerce insan vardı. “İlmihal yeter İslâmı öğrenmek için” diyordu bazıları.
“İlmihal başımızın tacı, ancak İslâmı kabul etmiş insanların okuyacağı bir kitap” diyordu Hekimoğlu İsmail. “Önemli olan insanlara İslâmı nasıl kabul ettireceğiz? Sokaktaki adama hitap etmemiz lâzım. Nasıl olacak bu?”
İslâmî roman yazmak da zordu. Allah’tan İslâmdan bahsetmek, dini şeyler yazmak insanın başını belâya sokuyordu. “Gericilik-yobazlık”, “laikliğe aykırılık”, “Mürteciliğin propagandasını yapmak”, “Şeriatı savunmak” o dönemde en büyük suçlardı. Kaldı ki, kendisi askeriyede bir astsubaydı. O yüzden Ömer Okçu, dedesinin adı Hekimoğlu İsmail adını kullanmaya karar verdi.
Ümraniye Belediyesinin çöplüğünden topladığı arkası yazılmamış makbuzlara Minyeli Abdullah’ı yazmaya başladı. Yazı yazmak için masa falan yoktu. Hem dizinin üzerinde yazıyordu, hem de ev halkından ve herkesten gizliyordu.
Eşinin ve küçük oğlunun uyumasını bekliyor, onlar uyuyunca yazmak için kalkıyordu. Yazmadan önce yazıları nerelere saklayacaksa oraları hazırlıyordu. Tuvalet su rezervinin kapağının altı, buzdolabının yan kapağının vidalarını söktükten sonra motorun bulunduğu yerdi, saklama yerleri. Bir de bahçedeki kuyuya iple sarkıtarak yazdıklarını muhafaza ediyordu.
Kendi adını gizlediği gibi roman kahramanı Abdullah’ı da Türkiye’de değil, Mısır’da Minye’de yaşıyor gösterdi. Ankaralı Abdullah deseydi, asıl ismi olan Ömer Okçu adıyla yazsaydı kitap çıkar çıkmaz toplatılır, üç sene hapis giyerdi.
Yazdıklarını sadece yakın arkadaşı Durmuş Göktekin’e okuyordu. Durmuş Bey, çok hassas bir insandı, yeri geldi mi ağlar, yeri geldi mi gülerdi. Onun ağladığı ve güldüğü yerleri işaretler, diğer kısımları ya çıkarırdı veya yeniden yazardı.
Yazdıklarını eşinden bile gizlemenin sebebini şöyle açıklıyordu. “Ev arandığında hanım gayri ihtiyari dosyaları sakladığı yere bakabilir, böylece şifre çözülebilirdi. Sonra, korkusundan belki her şeyi söylerdi.”
Bu romanı benim yazdığımı kimseye söylemeyin
Yazdıklarını arkadaşı Durmuş Göktekin daktilo edip, Mehmet Şevket Eygi’nin Sabah gazetesine ulaştırıyordu. Bittiğinde Sabah gazetesinde çalışan Mustafa Polat’a verdi.
“Bu romanı benim yazdığımı kimseye söylemeyin” diye sıkı sıkıya tembih etti.
Minyeli Abdullah, Sabah gazetesinde tefrika edilmeye başlayınca, yer yerinden oynadı. Gazetenin tirajı arttı. Bir kitapçı 40 bin lira vererek basım hakkını istedi, vermedi. O zaman bu paraya 85 metrekarelik bir daire alınırdı.
Roman gazetede büyük ilgi görünce bu sefer kitap olması için Mustafa Polat’ı sıkıştırdı. Mustafa Polat Sabah’tan, Nurcuların yeni kurduğu haftalık İttihat gazetesine geçmişti.
Mustafa Polat çekine çekine, bir zenginden on bin lira borç aldı. “Acaba iki veya üç baskı yapar mı?” diyerek kitabı bastırdı ve Mihrab Yayınları böylece kuruldu. On bin basılan kitap çabuk bitti, arka arkaya basılmaya devam etti. Halk Minyeli Abdullah’ı ilmihal gibi okuyordu. Bilhassa kadınlar Minyeli Abdullah’ın eşi Sevde Hanım gibi giyinmeye, onun gibi hareket etmeye başladılar.
Yazı yazdığı Yeni Asya gazetesinde Hekimoğlu İsmail diye başka birini gösteriyorlardı.
Ailesi ve çevresi, onun Minyeli Abdullah’ın yazarı olduğunu hâlâ bilmiyordu. Fakat bir süre sonra Mahir İz’in bir toplantısında bir dostunun boş boğazlığı yüzünden deşifre olacak; sadece ailesi ve çevresi değil, askeriye de Hekimoğlu İsmail’in Ömer Okçu olduğunu öğrenecekti.
Askeriye’de epey bir soruşturma geçirdi, evinde aramalar yapıldı, askeriyeden atılma tehlikeleri yaşadı. Soruşturmalardan, mahkemelerden bir netice çıkmadı. 1972’de emekli oldu. Emekli oldu ama askeriyeden alıştığı kep ömür boyu başında kaldı.
Erbakan’a düşmanlar diye Yeni Asya’dan ayrıldı
1972’de emekli olup İstanbul’a gelince, haftalık İttihat gazetesinin yerine günlük yayınlanmaya başlayan Yeni Asya gazetesine yazı işleri müdürü olarak işe başladı. Maaş yoktu, sadece evin kirasını ödeyeceklerdi. Aynı zamanda gazetenin en çok okunan yazarıydı, her gün yazı yazıyordu. Üstelik her akşam ya konferans veriyor veya dini sohbetlere katılıyordu.
Ancak gazete Demirel’i savunmak adına, başka partilere oy veren dindarlar aleyhinde yayın yapınca rahatsız oldu. Özellikle Erbakancılara yönelik aleyhte yayınlar cemaat içinde de hoşnutsuzluğa yol açıyor, bazı Nurcu ağabeyler bu konuyu dile getirse de gazete yönetimi bildiğini okumaya devam ediyordu. Bu neşriyat yüzünden Risale-i Nur’lara soğuk bakan dindarlar vardı. Nurcu demek Demirelci demek ithamları ortada dolanıyordu.
Erbakan’ın parti kurması ve ilgi görmesi Yeni Asyacıları Erbakan düşmanı bir yapıya dönüştürmüştü. Bu durum yazılara, başlıklara da yansıyor, bu da Erbakancılar – Nurcular kavgasına sebep oluyordu. Gazete, Nurculuk eşittir Demirelciliktir gibi bir yayın anlayışındaydı.
“Erbakan’ı sevenler, peşinden gidenler de Müslüman, onların aleyhinde alenen bulunmamalı” diyor, bazen şiddetli tartışmalar yaşıyordu. Bir keresinde iş kavgaya dönüştü. “Erbakancılar aleyhinde bulunamazsınız, Demirel’i bu kadar savunamazsınız” dedi.
Birkaç kişi ayağa kalktı hışımla:
“Bu gazetede bizim, istediğimizi yaparız kimse karışamaz!” dediler.
Hekimoğlu İsmail öfkeyle bağırdı.
“Bu gazete ümmetin malı, Risale-i Nur’un prensiplerine uygun yayın yapılmalı.”
İri yarı biri üzerine yürüdü. O da ona doğru yürüdü. Birbirlerine girecekken araya girdiler. Ceketini alıp ayrıldı.
Gazeteden ayrıldıktan sonra Minyeli Abdullah’ı ve diğer kitaplarını izin almadan Yeni Asya Yayınları’nda yayınlamaya devam ettiler. Onları uyardığında, kitapların onların malı olduğunu söylüyorlardı. Onlara göre kitapları Hekimoğlu İsmail’in değil, cemaatin tasarrufundaydı. Telif almadığı ve çok sattığı için yayınlamaktan vazgeçmek istemiyorlardı. Bunun üzerine onları mahkemeye vereceğini söyledi. Mahkemeyi duyunca çekindiler.
Ahmet Günbay Yıldız’la kurulan yayınevleri
1974 yılında 20 kadar memur ve emekli arkadaşıyla Ankara’da Kalkınma ve Dayanışma Vakfı’nı kurdular. Yazar dostu Ahmet Günbay Yıldız’dan Yanık Buğdaylar romanını alıp kitabı bastı. Birlikte İlmi Araştırmalar Yayınevi’ni kurmuş oldular. Yayınladıkları kitaplar iyi satınca yayıncılık hayatına girdiler. Ardından Türdav yayınlarını faaliyete geçirdi, on ayrı isimle yazı yazacağı Sur Dergisi’ni çıkardı. 1982’de kurdukları Timaş Yayınları ise, zamanla ülkenin en büyük yayınevi haline geldi.
Memleketten İstanbul’a geldiğim bir günde, çocukken mahalle kadınlarına kitabını okuduğum yazarın ofisine uğradım. Okurlarından gelen bir sürü mektupları okuyordu. Anadolu’dan gelen bir genç olarak benimle yakından ilgilenmesi çok şaşırtmıştı. O milyonlar satan kitapların yazarı Hekimoğlu İsmail’in ilgisi çok hoşuma gitmişti. Hele Sur dergisinde Kara Tren adlı hikâyemi beğenip yayınlayınca çok sevinmiştim.
Bütün kitaplarını neredeyse okumuştum fakat benim ilgimi çeken, Türdav’da yayınladığı ama Timaş’ta yayınlanmayan Tefekkür ve Edebiyat kitabıydı. Ele aldığı konuları, üslubu beğenmiştim. En çok okuduğum kitabıydı, yayınlamamalarına kızıyordum. Timaş’taki arkadaşlara zaman zaman söylüyordum ama netice yoktu. İsminden dolayı diğer kitapları kadar satmadığını söylüyorlardı. Fakat ben bu kitaba takılmıştım. Milli Gazete’deki köşemde “Timaş ayıp ediyor” diye yazı bile yazdım; faydası olmadı.
2002’den beri felçli yaşadı
Daha sonra Nesil Yayınları’nda editör olunca kendisinden o kitabı istedim. Benim bu kitaba yönelik ilgim hoşuna gidiyordu. Kitabı verdi, adını Hizmet ve Şahsiyet koyarak yayınladım. Ancak kitabın çıktığı günlerde Şubat 2002’de Eyüp’te sabah namazından çıkarken beyin kanaması geçirerek hastaneye kaldırıldı. Aylarca hastanede kaldı, kendisiyle görüşemiyorduk. Sözleşme de yapamadığımız için kitapları bekletiyorduk. Evine çıktığını duyduğumuzda sözleşmeyi, bir poşet kitabı ve telifini alarak ziyaretine gittik. O an evde yalnızdı ve beni görür görmez kitabını sordu. Belki hastalığından beni bile tanımayabilir diyordum, kitabı sorunca poşetteki kitapları gösterdim, telifini verdim. “Ben senden para mı istedim” dedi, almak istemedi. Zorla ikna ettim, sözleşmeyi imzalattım.
Hekimoğlu İsmail ile zaman zaman görüşüyordum. Sol eli ve bacağı felç olmuştu ama her gün Timaş’a bir araçla getiriliyor, geniş uzun hastane yatağında sağ eliyle kâğıtlara yazmaya devam ediyordu. O haliyle kitaplar yazmaya devam etti. Odasında binlerce kitap vardı.
Zaman zaman ziyaret ediyor, bazen ona yıllardır görüşmediği eski dostlarını getiriyordum, çok memnun oluyordu. Kitaplarından çok kendisine, ahlâk anlayışına, dürüstlüğüne hayran olduğum Hekimoğlu İsmail’in vefatını 15 Ocak 2022’de oğlu Osman Okçu abi haber verince, ailemden biri vefat etmiş gibi içimde boşluk hissettim.
Üç yıl oldu. O boşluk hâlâ devam ediyor.
Yaşadığı ile yazdığı bir olan değerli bir insandı. “Haramda ölmek sevapta dirilmek” onun hayat felsefesiydi. Türkiye’de romanı en çok satan yazar gibi değil, sıradan bir insan gibi her şeyiyle sadeydi. Allah rahmet eylesin.