Pek dikkat çekmez ama doğanın bir tarihi var. Bu öyle kozmolojik bir tarih değil, sosyal bir tarihtir. Doğa dediğimiz şeyin sosyal bir tarihi var. İşsizlik ve dinsizliğin ortaya çıkışı nasıl şehri ve boş zamanı gerektirdiyse, doğa’nın ortaya çıkması için de medeniyet adıyla bilinen kentsel sanayinin sentetik işgalinin vuku bulması gerekiyordu. Doğa, doğa-dışı olan bu insan yapımı mekanın genişlemesi ile, ilk kez bir kullanım ve tüketim nesnesi olarak ortaya çıktı. Modern hayatta doğa ya içeride bir adaya (Maltepe Sahili veya Central Park), veya dışarıda (şehrin dışındaki dağ, taş, orman suretinde) bir yabani kıtaya dönüştü.
Atalet bile, işi mümkün kılan kentsel serbestiyetin çocuğudur. Ne zaman ki sanayi toplumunun inzibat ve çalışma saatleri insanları işe koştu; çalışılmayan saatler “boş” zaman adını aldı. Tatil kavramı da çalışmanın/mesainin bir yan ürünü olarak doğdu. Taşradan gelenin memlekete, şehirde doğmuş elitlerin ise memlekete değil tatile gitmeleri biraz bununla ilgilidir. Biri sıla-i rahim ederken, diğeri güneşleniyordu. Bunların her biri ayrıca tartışılacak ilginç konular olmakla birlikte, bu yazının ana konusu değil. Sadece doğa kavramına nasıl vardığımızı hatırlatmak babından anlattım.
Kentleşme ve sanayileşme bir toplumda civataları iyice sıkmaya başladığında, insanlar teneffüs için şehrin dışına ve iş mesaisinin prangalarından azade bir yere çıkmak isterler. Oksijen çadırı olarak şehirlere kurulan parklar, yeşil alanlar günübirlik teneffüs için faydalı olsa da, rejenerasyon için insanlar dışarıya kaçmak ve kendilerini ‘doğa’ya atmak isterler. Bunun epey bir kısmı yapmacık bir gösteriş olabiliyor, ama o bahsimizden hariç. ‘Doğa’ya olan nostalji günümüzde doğal ürünler, organik tercihler suretinde ifade buluyor. Doğa, bir kelime olarak hem kainatı hem de fıtratı ifade ediyor. Organik varlığımızı mümkün kılan o zenginliğe tabiat, doğa gibi çeşitli isimler verilmiş. İsimlere takılmayalım. Burada önemli olan isimler değil mefhumlar.
Doğa insan ruhuna şifadır. Doğadan daha iyi terapi mi olur diyen çok insan duymuşsunuzdur. Haksız da değiller. Çünkü biz doğadan süzülerek gelmiş varlıklarız. İnsan doğada kendini buluyor. Ayaklarınızın sentetik plastik yerine fıtri toprağa değmesinde büyük bir elektriklenme (veya elektrikte topraklanma) gerçekleşiyor. İnsanın devreleri tamamlanıyor sanki. Fıtratın senfonisi o kadar yalansız, içten ve onarıcıdır ki doğa, insan için hasret kalınan bir dost, ayrı kalındığında geri dönülünce varılan bir ev gibidir. (Bu arada, Avrupa’da sanayi şehrinin dumanı içinde zayi olan doğanın kudsiyetini, Alman Romantikleri büyük bir nezaketle geri restore ettiler).
Zira insan bütün bir kainattan süzülerek gelen bir varlık. Bütünüyle, ya biyolojik olarak, ya duygusal olarak ya da akli olarak ilişkili. İnsanın organik bedeni bir nesne olarak kainata gömülü, patetik kalbî bağlar geliştirerek ona yapışık, sentetik aklı tefekkür ile bütün bir kainat üzerinde raks ediyor. İnsan kainatın/doğanın bir özeti, bir mevyesi, bir temsilcisi ve sorumlu halifesi. Doğaya karşı sorumluluğu bir akrabalık bağı olduğu kadar bir etik sorumluluk. O yüzden, insanın doğada kendini bulmasından daha doğal ne olabilir?
Peki, doğa insana yeter mi? Doğaya kaçınca veya doğaya dönünce tüm sorunları gerçekten çözebiliyor muyuz? Bence hayır. Doğa şehirden (ve bazan kendimizden) kaçış için iyi bir ilaç. Ama tek başına doğa insana yetmez. Doğada susuzluğunu giderenlerin fark edeceği üzere, insanın doğadan başka bir şeye de ihtiyacı var. O da sohbet. Evet, o belki fazlalığından bazan yaka silktiğimiz sohbet: İnsanın insanla muhabbeti. İnsan ruhunun diğer ilacı. (Bu da sağlık gibi kıymeti yokluğunda anlaşılan bir şey.)
Evet, insanı mümkün kılan, onu kaim ve daim kılan iki temel unsur var diyebiliriz: Doğa ve sohbet. İnsanın içinde serpildiği bu iki şey, doğa (kozmos/kevn) ve sohbet (iman/logos) arasında şüphesiz bir süreklilik ilişkisi var. Biri olmadan diğeri olmuyor. Fakat ‘sohbet’te olup da ‘doğa’da olmayan birşeyler var.
Doğada bir derinlik var ama bu sadece bir yere kadar gidebiliyor. Sohbette ise sonsuzluk var. Yani insanın insanla sohbeti, insanın doğayla karşılaşmasına oranla farklı birşey sunar: Anlaşılma. İnsanın insanla ilişkisi, insanın doğayla ilişkisine göre daha dibi olmayan bir ilişkidir, spekülatiftir, sonsuza kadar gidebilir.
İnsanın “anlaşılma” ihtiyacı tam olarak doğada karşılanamaz. İnsan doğada huzuru, mutluluğu, sükûneti bulabilir. Orada tedavi ve tamir olabilir. Ancak anlaşılmak, doğanın dışında vuku bulan sentetik bir şeydir. Çünkü zorunluluğa mahkûm olmayan bir jesttir.
Esma dükkanında alışveriş yapanlar için, bu dediklerimi şöyle de anlatabilirim: Doğa Rahman ismine denk gelir, sohbet ise Rahim ismine. Rahman kainat ölçeğinde bir gıdalanmayı, genel bir ihtiyaca jenerik bir cevabı ifade eder. Rahim ise muhataba özel bir jesttir. Rahmaniyet elmanın gıda olarak kaderi iken, Rahimiyet elmanın bir hediye olarak iradenin jesti olmasıdır. İnsanın insana teveccühünde, sohbetinde rahimiyyet tecelli eder. Kişiye özel olan bu jest, insan-Tanrı ilişkisinde olduğu gibi insan-insan ilişkisinde de söz konusudur ve doğada bulunmayan sentetik bir şeydir. Onun için Antik Yunan’da dostluk hürmeti, ‘doğa’nın zorunluluğuna tabi olmadığı için akrabalık hürmetinden üstün sayılırdı.
İnsan ruhunun hakiki tesellisi doğada ve sohbettedir.