Eski Yunanların “kendisi veya bir başkası lehine söylenen nutuk veya savunma”yı karşılamak için bulduğu apologia sözcüğü bugün apoloji olarak Türkçede de kullanılıyor.
Bu yazıda, Ukrayna’da başlattığı savaşın neden olduğu ölüm ve elemlerin apaçık sorumlusu ve suçlusu Rusya lehine söylenen nutuk anlamında kullanacağım Rus apolojisi tabirini.
Türkiye’de Ukrayna savaşı tartışmalarında sahne alan Rus apolojistlerinin arasında, çok ilginç bir şekilde, emekli askerler başı çekiyor.
Yer yer değinilmiş olsa da bu ilginçliğin yeterince vurgulanmış olduğundan emin olamadığım için, önce onu vurgulamak istiyorum. Bu ilginçliği hak ettiği biçimde vurgularsak, “neden?” sorusuna da kapı aralamış oluruz.
Bu, ilkin, askerlik mesleğinden kaynaklanan bir ilginçlik. Zira, TSK’da görev yapan subay ve general/amirallere yaklaşık 70 yıldır “mütecaviz kuvvet” yani gelecekte savaşılacak olası düşman olarak Sovyet/Rus birlikleri ve onların doktrinleri öğretiliyor Harp Okullarında ve Harp Akademilerinde. Ülkenin savunma planlamaları da temelde bu düşman faraziyesine dayanılarak yapılıyor. Türkiye’nin askerî talimnamelerinde ve savunma planlamalarında son yıllarda çok süratli bir güncelleme yapılmadıysa eğer, ki yapıldığını duymuş değiliz, hâlen de öyle öğretiliyor olmalı. Yani Rusya, Türk askerleri için profesyonel anlamda bir “öteki.” Askerlik mesleği bakımından temel durum kısaca bu.
Konunun bir de ideolojik yanı var. Yıllar boyunca, SSCB’nin temsil ettiği düşünülen komünizm ve sosyalizm, İran İslam Cumhuriyetinin temsil ettiği düşünülen siyasal İslam ve irtica ile birlikte Türkiye’de askerlerin zihnindeki en tehlikeli, en “cıs” iki ideoloji olageldi. Bu ikisi yıkıcı ve bölücü akımlar olarak işaretlendiler ve ordu yıllar boyunca bunlara ve bunların türevlerine yer yer abartılmış bir dikkatle mesafelendi.
Askerlerin Sovyetler’e/Rusya’ya dair geleneksel/tarihsel ideolojik imgeleminin bu abartılmış veçhesini iyi açıklayan bir örnek olayı 27 Mayıs askerî darbesine kurmay albay olarak katılan ve Milli Birlik Komitesi üyesi olan Sami Küçük, Rumeli’den 27 Mayıs’a adlı anı kitabında şöyle aktarır:
İhtilali yapmışız ama mesela Komite’den bir arkadaşım, “Aman arkadaşlar sakın ha Sovyet sefaretini ziyaret etmeyin” dedi. Niye? “MİT’in elinde uzaktan fotoğraf çeken aletler var, fotoğraflarınızı çekerler” dedi. (…) Bu evde bir akşam Sovyet sefirini yemeğe çağırmıştık. Bütün arkadaşlara haber verdik. Çoğu gelmedi. Gelmeyenlerden biri bu apartmanda, alt katta oturuyordu. Ertesi gün eşim Yıldız, hanımıyla konuşmuş, neden gelmediniz diye. “Bu politik bir mesele” demiş hanımı. Durum bu yani!
Evet durum öyleydi: Hükümet deviren subayların bile şüyuundan çekindikleri bir şeydi Rusçuluk.
Geleneksel/konvansiyonel meslekî ve ideolojik arkaplan böyleyken, emekli askerlerin bir kısmının bugün benimsemekten ürkmediği Rus apolojistliğinin bu arkaplanla yarattığı kontrastı ısrarla vurgulamak gerekiyor.
Bu öyle bir kontrast ki, askerlerin birçok bakımdan yakın durduğu Devlet Bahçeli bile, bu tavrı “Avrusyacılık” olarak eleştirmişti.
Bugüne kadar yazılanlardan anlayabildiğimiz kadarıyla söz konusu apolojistler, bu tutumlarını “Türkiye’nin çıkarları,” “tam bağımsızlık” gibi esasen el çabukluğuna dayanan kimi argümanlarla gerekçelendirmeye çalışıyorlar. Ama bu gerekçelendirmeler bir zamanlar MİT’in elindeki uzaktan fotoğraf çeken kameralardan çekinen bir anti-Rusçu damarın bugün canlı yayın kameraları önünde Rus apolojistliğine nasıl ve neden soyunabildiğini açıklamıyor.
El çabukluğu derken şunu kastediyorum:
Türkiye’deki Rus apolojistlerinin temel iddiası, iki ülke arasında son birkaç yıl içinde yaşanan olumlu bir yakınlaşmanın Türkiye’yi çevreleyen/kuşatan Batı emperyalizmine alternatif oluşturarak bu kuşatmayı yarmada işlevsel olacağı.
Ancak, bu apolojistlerin geliştirdiği kendi içine kapanık diskur, Türkiye-Rusya ilişkilerinin hakikatte Türkiye yararına stratejik bir ortaklığa evrilmeye müsait olup olmadığı, Ankara ve Moskova’nın Avrasya tahayyüllerinin örtüşüp örtüşmediği gibi sahici tartışmaları ya gereksizleştirmek ya da bu tartışmaları bizden kaçırmak istiyor.
Oysa iyi biliniyor ki Rusya’nın Avrasyacılıktan anladığı, Moskova liderliğinde kurulacak bir jeopolitik blok iken Türkiye’deki Rus apolojistleri Rusya ile eşitler arası diyalog temelinde şekillenen bir stratejik işbirliği varsayıyorlar.
Bu varsayımın halüsinojen bir öforiden başka bir şey olmadığı en son Türkiye’nin intikal halindeki bir mekanize piyade taburunun, Türk Genelkurmayının bütün teyitlerine ve uyarılarına rağmen Rus savaş uçakları tarafından ateş altına alınması ve (resmî açıklamalara göre en az) 34 Türk askerinin Ruslar tarafından hunharca katledilişinde görüldü.
El çabukluğu dediğim yer tam olarak burası: Rus apolojistleri Türkiye ile emperyalist Batı’nın çıkarlarının çatıştığı tezine ısrarla vurgu yaparken, yapısal ve tarihsel olarak açık bir çatışma halinde olan Türk-Rus çıkarlarının uyum içerisinde olduğuna inanılmasını bekliyorlar. Batıyla ilişkiler söz konusu olduğunda ısrarla altı çizilen bağımsızlık teması ise Rusya söz konusu olunca birden berhava oluveriyor.
Bu el çabukluğunun, günümüz Rus apolojistlerinin doğrudan cephe almalarının mümkün olmadığını bildikleri bir nedenden/kavramdan kaynaklandığını veya oraya/orada düğümlendiğini söyleyebiliriz. Orası, demokrasi meselesi. El çabukluğu, demokrasinin karşısına ulusal çıkarı koymada işlevselleşiyor.
Aslında, TSK içinde Rusya’yla yakın ilişkiler kurulması gerektiğini savunan bir grubun giderek öne çıktığını simgelemesi açısından önemli bir olay 2002’de yaşanmıştı. Harp Akademileri’nde düzenlenen “Türkiye’nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur?” konulu sempozyumda, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, söyleyeceklerinin şahsi görüşleri olduğunu belirterek şöyle demişti: “AB, Türkiye’nin milli menfaatlerini ilgilendiren sorunlara menfi bakıyor. Bu nedenle Türkiye başka ülkelerle işbirliği yapmalı. Türkiye’nin Rusya ve İran’ı da içine alacak şekilde bir arayış içerisinde olmasında fayda buluyorum.”
El çabukluğu burada “AB+menfi bakış”ı “bu nedenle” bağlacıyla hızlıca “Rusya ve İran”a bağlamada işlevselleşmişti.
Kılınç bu işaret fişeğini, AB uyum paketleri çerçevesinde Ekim 2001’den itibaren yapılmaya başlanan Anayasal ve yasal değişikliklerinin ertesinde atmıştı.
Yapılan değişikliklerle, ki bu değişiklikler muhtemelen Kılınç’ın menfi dediği şeylerdi, örneğin, düşünce ve ifade özgürlüğü, işkencenin önlenmesi, demokrasi ve sivil otoritenin güçlendirilmesi, kişi hürriyeti ve güvenliği, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı, haberleşme özgürlüğü, yerleşme ve seyahat özgürlüğü, dernek kurma özgürlüğü ve kadın-erkek eşitliği alanlarında yeni güvenceler getirilmiş, ölüm cezası her koşulda kaldırılmış, YÖK’teki asker üye çıkarılmış, TSK Sayıştay denetimine açılmıştı.
Bu bakımdan, Alper Görmüş’ün (21 Mart) “Avrasyacılar Avrasyacı, çünkü arzu ettikleri ‘disiplinli, dejenere olmamış, demokrasisiz’ rejimin yolunun buradan geçtiğine inanıyorlar” saptamasına katılıyorum. Yine Görmüş’ün o yazısında alıntıladığı Sinan Ülgen’in 12 Mart tarihli yazısındaki şu görüşlere de:
“Türkiye’de Avrasya-Rusya-Çin kanadını destekleyenlerin, maalesef bu desteklerin arkasında biraz da Türkiye’ye yönelik gelecek vizyonlarına dair işaretler alıyorum. Nedir bunlar? Türkiye’nin geleceği bu Avrasya tarzı yönetim anlayışı doğrultusunda şekillensin. Temel özgürlüklerin daha kısıtlı olduğu, daha bize özgü bir demokrasi anlayışı hâkim olsun.”
Suat Kınıklıoğlu’nun SWP için hazırladığı “Eurasianism in Turkey” başlıklı raporun benzer minvaldeki şu saptaması da önemli: “Avrasyacılığın mevcut siyasal rejime asıl katkısı Türkiye’deki otoriter yönetime yönelik rıza üretimini konsolide edici bir rol oynaması. Hukukun üstünlüğü, demokrasi ve çoğulculuk konusunda ciddi zaafları olan Avrasyacılar için, devletin çıkarları her şeyin üzerinde ve elbette bu çıkarların ne olduğu münhasıran kendileri tarafından tanımlanıyor.”
Öte yandan, Rus apolojistlerinin yaklaşık son iki aydır ortaya koydukları performansın bir hayrı olmadı değil:
Askerinin yaptığına muhakkak bir hikmet teyellemeye eğilimli olanlar dahil olmak üzere geniş bir kamuoyu, bu öforik performansı önce şaşkınlıkla ardından da kınamayla karşıladılar. Siyasal iktidarın Batı karşıtı söylemleriyle örtüşmesi nedeniyle olsa gerek kendilerine her akşam açılan stüdyolardan ellerindeki ıstakalarla Rus birliklerine doğudan batıya, kuzeyden güneye taarruz istikametleri çizen bu hevesli plan subaylarının müktesebatı, ülkenin aklıselim haritasına not edildi. Mackinder ve Haushofer’e atıflar yaparak diskurlarına sözde bilimsel; Atlantik, Pasifik gibi okyanus isimlerini bolca kullanarak sözde jeostratejik; ve ellerindeki orantısız uzun ıstakayla da kendilerine bilgece bir görünüm vermeye çalışan “kıyı-ev” uydurukçusu Rus apolojistlerinin bütün sakillikleri, çelişkileri ve iç tutarsızlıkları o haritanın lejantında yer alacak.
Keşke eski Yunanlar, “meslektaşları adına utanma”yı tek seferde karşılayacak bir sözcük de bulmuş olsaydı.