SADAT daha önce birçok sosyal medya paylaşımına, birçok köşe yazısına, birkaç kitaba konu olmuştu ama cuma günü hayli yüksek bir elden tekrar tartışmaya açıldı.
Daha önce TÜİK, Merkez Bankası gibi kurumların önüne giderek kamuoyunun dikkatini buralara çekmeye çalışan Kılıçdaroğlu’nun, kulislerden öğrendiğimize göre çok dikkatli bir parti içi planlamayla ve gizliliğe azami dikkat göstererek gittiği SADAT’ın logosu önünde verdiği yukarıdaki fotoğraf, dokunulması cesaret isteyen birtakım sinir uçlarına dokunması bakımından önemliydi.
Hakkını teslim etmek adına eklemek gerek ki aslında Kılıçdaroğlu’ndan önce bu yöndeki bir diğer cesur girişim 2018’de Meral Akşener tarafından yapılmıştı. Akşener SADAT’ın “Tokat ve Konya’da silahlı eğitim kampları kurduğunu” açıklamış, dönemin genel başkan yardımcısı Ümit Özdağ daha da ileri giderek kampların bu iki kentle sınırlı olmadığını, birçok yerde açıldığını iddia etmiş ve şöyle demişti: “Jandarmanın gidip keşif yaptığı yerler var. İhbardan sonra sadece tutanak tutuluyor, ‘Siyasi konjonktür fazlasını yapmaya müsait değil’ diyorlar. Tam cümle bu.”
Ana muhalefet partisi genel başkanının SADAT’ın önünde yaptığı, kuruluşa yönelik özellikle seçim güvenliğiyle ilintili suçlama ve imalar içeren açıklamaları, siyasi konjonktürün başka bir aşamaya geçtiğine veya artık geçmesi gerektiğinin düşünüldüğüne işaret ediyor.
SADAT’ı hedef alan bu açıklamalar bazılarınca “çok büyük bir dönemeç, AKP’nin iktidardan düşmesine yol açacak kimya bozan bir hamle” veya “yeni bir aşama, devletin kurumlarından AKP’nin devlet dışı organizasyonuna karşı bir adım” olarak değerlendirildi.
Bu görüşleri bir miktar “peşinen iyimser” buluyor ve bunlara kısmen katılıyorum. Bu “kısmen”liğin ilk nedeni SADAT hakkında bildiklerimizin az, ama muhtemelen sandığımızdan da az olmasıyla ilgili.
Örneğin, “devletin kurumlarından AKP’nin devlet dışı organizasyonuna karşı ilk hamle” ifadesinin gerçeği ne ölçüde yansıttığı aslında epey tartışmalı. Karşımızda sadece bir siyasi partinin kayıt dışı örgütlenmesi değil, muhtemelen bunun daha ötesinde bir şey var. SADAT’ı 28 Şubat döneminde irticaî eylemleri nedeniyle ordudan ilişiği kesilen Adnan Tanrıverdi’nin, benzer kaderi paylaşan bazı silah arkadaşlarıyla birlikte hayata geçirdiği bir kuruluş olarak görmekle yetinirsek hem SADAT’ın gerçekte barındırdığı sinir uçlarını hem de Kılıçdaroğlu’nun bu girişiminin cesametini gözden kaçırmış oluruz. SADAT gibi uluslararası sahalarda etkinlikler yürüten ve ana kaynakları (muhtemelen) ülke içinde olan bir kuruluşun, devletin çeşitli organlarının en azından bilgisi olmadan bu etkinliklerini sürdürebilmesi ve insan ve malzemeden (ve kuruluş kabul etmese de muhtemelen silahtan) oluşan kaynaklarını ulusal sınırlar arasında seyahat ettirebilmesi mümkün olmasa gerek.
Dolayısıyla “devletin kurumları” denen yerle “AKP’nin devlet dışı organizasyonu” denen yer arasında olduğu varsayılan kesin ayrıklık, gerçeği yansıtmıyor olabilir.
SADAT’ın varsayılan ideolojik kompozisyonu
Kesin bilgimiz olmaması nedeniyle hakkında ancak “muhtemeldir ki…” diye konuşabileceğimiz bir diğer konu, SADAT’ın etkinliklerine yön verdiği varsayılan ideoloji ve bu ideolojiyle uyumlu olmayabilen insangücü kompozisyonu.
Daha önceki bir yazımda (2 Şubat) SADAT bünyesinde görev alan ve kendisini “Atatürkçü” olarak tanımlayan bir emekli subayın hikâyesinden bahsetmiştim.
Bu subayı gündeme getiren, Sözcü’den Aytunç Erkin idi. Erkin’in paylaştığı bir fotoğrafta, söz konusu emekli SAT subayı neresi olduğu belli olmayan bir ülkedeki SADAT eğitim kampında eğitim verirken görülüyordu. Erkin’in verdiği bilgiye göre, söz konusu emekli subay Deniz Harp Okulundan mezun olduktan sonra SAT kursunu birincilikle bitirmiş, 2010’da binbaşı iken kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştı. Erkin, kendisini tanıyanların anlattığına göre bu subayın SADAT’ın fikirlerini benimseyen biri olmadığını ve SADAT eğitimlerinde yer almasının parasal gerekçelere dayandığını belirtiyordu.
SADAT ile ilgili bilmediğimiz konulardan biri de işte bu emekli SAT subayıyla örneklenen konuyla ilgili.
Yukarıda değindiğim gibi kamuoyu SADAT’ı, kurucularının kısaca “İslamcı” diye adlandırabileceğimiz nitelikleri üzerinden tanımlama eğiliminde. Ancak özellikle 15 Temmuz’dan itibaren kuruluşun diğer kesimlerle ne türden ve ne boyutta ilişkilere girdiğini; bu emekli SAT subayı örneğine benzer hangi sayıda eski asker ve polisi uzmanlıklarından yararlanmak adına istihdam ettiğini; fiilî istihdamların yanı sıra örneğin çeşitli vakıf üniversitelerinin bünyesinde son yıllarda açılan güvenlik temalı çeşitli enstitü ve araştırma merkezlerinde pozisyonlar alan emekli asker ve polislerin SADAT’a ne türden akademik destekler sağladığını; ideolojik olarak ve yaşam tarzı bakımından ayrık bu kesimler arasındaki geçişkenliklerin doğasını; faaliyetlerini yürütürken birbirlerine ne tür özerk alanlar tanıdıklarını; hangisinin elinin diğerine göre üstün olduğunu; birbirlerine ne ölçüde güvendiklerini; aralarındaki koordinasyonu sağlayan şemsiye bir otoritenin olup olmadığını vs. bilmiyoruz. Buralar bizim için birer muamma.
İkinci bir boyut şu:
Açıklamalarının ardından üzerinde hemfikir olunan hususlardan biri, Kılıçdaroğlu’nun SADAT’a yönelik bu nokta atışının ardında bir kuşkunun değil, güvenilir bir istihbaratın olduğuydu. Peki nereden gelmiş olabilirdi bu nokta istihbarat?
Bu sorunun cevabı muhtemelen yukarıda değindiğim meseleyle yakından ilgili.
Daha önce başka vesilelerle (örneğin Man adası belgeleri) gündeme gelen adres “kamudaki namuslu memurlar” olmuştu. Geçtiğimiz hafta Ümit Özdağ da sığınmacılarla ilgili elindeki rakam ve bilgilerin kaynağı olarak şunu söylemişti: “Bu ülkede istihbaratçı ve polis yetiştirdim, bu insanlar bana güveniyorlar, beni seviyorlar, bana bilgi de veriyorlar.”
Tarif edilen iki adresi toplarsak, kamuda görev yapan bir takım namuslu memurların ve/veya belirli bir siyasal figürü tanıyan, seven ve güvenen kamu görevlilerinin, görev namusu veya kamusal yarar adına, muttali oldukları çeşitli bilgi ve belgeleri ilgili yerlere ulaştırdığı sonucunu çıkarabiliriz.
Böyle düşünüldüğünde, karşımıza, Kılıçdaroğlu’na o sağlam istihbaratı ulaştırması muhtemel çok geniş bir yelpaze çıkıyor. Devletin resmî istihbarat örgütlenmesinde görevli olanlar ilk akla gelebilecek adresler ama şuralar da düşünülebilir: SADAT’ın “sahada” yürüttüğü etkinlikleri emniyetle icra edebilme adına koordinasyona girmek durumunda kaldığı özellikle sınır ötesinde faaliyet gösteren askerî karargâh, komutan, birlikler ve bu birliklerin personeli, SADAT’ın istihdam etmek durumunda olduğu TSK ve emniyet kökenli uzmanlar ve SADAT ile akademik işbirlikleri yapan güvenlik temalı enstitüler/araştırma merkezleri çalışanları.
Kılıçdaroğlu’nun SADAT’ın hukuk dışına taşan etkinliklerini durdurmak ve kontrol etmek üzere talimat verebileceği bir kamu gücünden mahrum olduğunu hatırlarsak, hamlesinin gücünü aldığı esas yerin, bu yelpazenin çeşitliliğinin yarattığı bulanıklık olduğunu düşünebiliriz. Zira görünen o ki SADAT’ın son yıllarda miktarca ve kapsamca artan ve çeşitlenen faaliyetlerini besleyebilmek için bünyesine dahil etmek zorunda kaldığı insangücünün heterojen yapısı şimdi onun en zayıf yeri haline gelmiş durumda. Ve Kılıçdaroğlu muhtemelen o insangücü çeşitliliğinin, kamu yararını öncelediğini umabileceğimiz bir kesiminin örtük sözcüsü olarak da SADAT kapısındaydı.
Bir kısmî düzeltme
Kılıçdaroğlu açıklamaları sırasında teknik anlamda doğru olmayan bir ifade kullandı. Bunu yaratılacak etkiyi büyütebilmek ve sözlerini daha çarpıcı hale getirmek adına bilinçli olarak yapmış olsa da burasının kısmî olarak düzeltilmesi gerekiyor. (Neden “kısmî” dediğime en sonda değineceğim).
Açıklamanın sözünü ettiğim yeri şu şekilde: “Bu kuruluşun hedefleri arasında gayrı nizami harp eğitimi de var. Dikkatini çekmek isterim kamuoyunun, yani sabotaj, baskın, pusu kurma, tahrip, suikast ve tedhiş. Arapça terör tedhiş olarak tanımlanıyor, Türkçesi de terör. Aynı zamanda terörist yetiştiren bir kuruluş.”
Gerçekten, Kılıçdaroğlu’nun verdiği bu bilgiler SADAT’ın kendi internet sayfasında “Gayri Nizami Harp Eğitim Paketi” başlığı altında yer alıyor ve “tedhiş” kelimesi bu paketin içinde geçiyor.
Kılıçdaroğlu’nun varmak istediği sonuç cümleleri bakımından “amaca uygun” olsa da, SADAT’ın verdiği gayri nizami harp eğitimleri içinde yer alan tedhiş’in terör anlamına geldiğinden bahisle SADAT’ın terörist yetiştirdiğini söylemek teknik anlamda doğruyu yansıtmıyor.
Bunu doğru kabul edersek, TSK’nın organik kuruluşunda yer alan ve gayri nizami harbi yürütmekle görevli olan ve buna yönelik eğitimler veren Özel Kuvvetler Komutanlığının da terörist yetiştirdiğini söylemiş oluruz ki bu elbette doğru bir saptama olmaz.
Teknik/askerî anlamda doğrusu şu: Bu tür eylemler, düşman işgaline uğrayan ülkelerin orduları etkisiz hale geldiğinde, ülkenin kurtuluşu için sivil halkın düşman unsurlarla mücadelesinde kullanılan özel harp tekniklerinin arasında yer alıyor.
Kuşkusuz, Kılıçdaroğlu’nun esas kastı, SADAT’ın bu özel harp tekniklerini düşman işgali vs. gibi koşullar oluşmaksızın, siyasi iktidarın talebi ve arzusu doğrultusunda, bizatihi sivil halkı hedef alarak seferber etme yönünde bir hazırlığın içinde olduğu.
Düzeltmeye “kısmî” dememin nedeni olan soru ise şu: Peki böyle bir şey olamaz mı?
Bu sorunun cevabını genel olarak Türkiye’nin siyasi tarihi veriyor ama tuğgeneralken Özel Harp Dairesi Başkanlığı yapmış olan Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu bir röportajında özel olarak da vermişti: “6-7 Eylül olayları dört dörtlük bir özel harp operasyonuydu.”
Kılıçdaroğlu, cuma günkü hamlesiyle projektörlerin SADAT’ın üzerine doğrultulmasını sağladı. Somut etki doğuracak bir sonuç, bu hamlenin daha geniş ve uzun vadeli bir siyasi stratejinin parçası olmasına bağlı. Umarız öyledir.