Sağlı sollu derken? Tamam, biliyorum: Ne kız çocuklarının okutulmayıp erken yaşta evlendirilmesi sağı bağlar ne de başörtülü kızların okula kabul edilmemesi ve hatta “ikna odaları” gibi uç örnekler solu bağlar. Ne “efendi hazretleri”nin bitmek tükenmek bilmeyen gücü sağdır ne de hayatının son yıllarını “yetmez ama evet”çi “vatan haini” kızıyla küs yaşayan 28 Şubatçı pozitivist amca soldur.
En genel düzeyde bu ülkede hiçbir şey hiçkimseyi bağlamaz. Bu arada ama, bir otorite bize ne yapacağımızı ve hatta ne düşüneceğimizi dikte etmeye çalışır durur. Çoğu zaman kanun gücüyle, bazen de neredeyse kanun gücünde mahalle baskısıyla…
Bu otoritelerden biri, önemli bir güce, hatta mutlak güce sahip olunca, bizi ne kadar doğallıkla (baskılamak doğuştan getirdiği bir hakmış gibi rahatlıkla) sindirdiğini fark ederiz. Kimse hayatını içeride ya da dışarıda hapis olarak geçirmek istemez. Hayatımızın her evresi “yok artık” nidalarıyla “komplocu”lara şaşırarak geçer ama içinde yaşadığımız hakikatin komplolardan daha acayip olduğunu çoğunlukla şaşırtıcı derecede geç anlarız.
Sağ ile sol ya da bu minval üzerinden daha nüanslı ayrımlar ile ifade edilmesi gereken kutuplar, en çok da “ben ne yaparsam doğrudur” üzerinden birbirine karışır. Gücü eline geçiren her türlü baskıyı göğsünü gere gere yapar. Çevresinde gerçek bir ayna bulundurmamaya çok meyillidir. Açık bir tartışmayı kaldıramaz. Nesnenin adıyla çağrılması kutuptakileri dehşete düşürür. Bu durumda, illâ anlamaya çalışacaksak durumu, otoriter olan ve olmayan ayrımı yapalım derseniz, bu sefer de fena hâlde “liboş” sayılırsınız, zira bu kutuplardan uzaklaşma çağrısıdır ve evet, her şey sizin yüzünüzdendir zaten!
O halde, hepsini bir kenara bırakalım ve kroşeyi sadece bir boks terimi olarak kullanalım. “Kızıl Goncalar”, ifade özgürlüğünün olmadığı yerde işte böyle sağlı sollu kroşelerle vuruyor izleyiciye. Kroşe olduğu için kol fazla açılmıyor ama bu bilinen bir yöntem olduğu için ve maç devam ettiğinden, tamamen “beklenmedik” olduğu da söylenemez. Ama burada da iki taraf varsa, her iki tarafın da dayak yediği kesindir, belki eşit sayıda değil, ama o da geçerli bir kriter olarak kabul edilemez çünkü kavgada dayak sayılmaz.
“Kızıl Goncalar” için klişelerle dolu diyebilir miyiz? Kesinlikle evet… Ama yapımcılar, yönetmenler, senaristler ne yapsın? Hem satacak, hem anaakım medyada gösterilecek hem de çekimlere devam edilebilecek. O zaman herkese göz kırpmaktan, her kesime bir nebze olsun ferahlık saçmaktan ya da sayılamayan yumrukları her bir yöne savurmaktan başka bir çare kalmıyor. Aslında en iyisi “mesaj bombardımanı” altında kalsın izleyici, herkese, karşı cenah hakkında söyleyecek bir şey bırakılsın.
Kızını okutmayan tarikatçi baba bir yanda, çalıp büyüttüğü kızı sevemeyen tuhaf anne öbür yanda…
Sınavların acımasız sistemi bir yanda, en sevmedikleri İmam Hatipler için ölen biten sekülerler diğer yanda…
Her şeyi ailenin kutsallığı diyerek örtmeye çalışanlar bir yanda, insanlarla bağlarını koparmış aşırı nevrotik adamların insanlar, aile vs hakkında atıp tutup akıllı sayılması öbür yanda…
Tarikatta küçücük kız çocukların dayakla bağırış çağırışla yola getirilmesi bir tarafta, zengin çocuklarının ceplerinden çıkıveren haplarla teselli bulmaları başka bir tarafta…
Tamam, dizinin çıktığı yolun başında esas olarak tarikatların olduğu açık ama her şey her tarafta aslında… “Twist” merakı yerli dizilerimize de yön veriyor artık.
Bir tarafta “efendi hazretleri”nin söylediği/söyleyeceği her şeyi sorgulamaksızın kabul edeceğinden emin olduğumuz Sadi Hoca. Bir yorumun yanlış olabilme ihtimalini bile “zinhar” kabul etmeyecek tabii ki. Yüzünü muhtemelen hiç göremeyeceğimiz “efendi hazretleri”nin açtığı daracık alanda kendi iktidar savaşını her türlü ayak oyunu ile verecek gibi görünüyor. Ama yukarıdan gelecek en küçük bir ters salvoda yerle bir olacak, fesatlık dozunu artıracak. Cemaate kadınlarla ilgili nefislerini yenemedikleri için kızacak kadar doğrucu ama kızını tarikatin aykırı ama çok parlak genciyle evlendirmeye çalışacak kadar da çıkarcı ve hırslı. Muhtemel yeni efendi hazretlerine de yakın olmak lazım tabii… Savaşta hile mübahtır, kaç yıldır bunu yaşadığımızdan şimdi çok daha iyi biliyoruz bu söylemi. Peki, bu tarikat “yöneticisi” gerçek hayatta olmayacak bir tip mi? Senaristlerin nereden aklına gelmiş acaba?
Diğer tarafta Atatürkçü psikiyatrist Levent, hastanedeki adıyla Levent Hocam… Okumuş yazmış adam. Dindarların, yani tarikatin gücüne boyun eğeceğe benzemiyor. Bu ülkede kamuda çalışıp da yapılması neredeyse imkânsız olan şeyleri yapmaya aday… Yürek serinletmek konusunda kuşkusuz bir işlevi var. Hakkını vermek lazım, ilkeli bir doktor. Hastalar arasında ideolojik bir ayrım yapmıyor (Bir de yapacak mıydı diye masum sorular sorabiliyor musunuz hâlâ?) Aslında derinlikten fazlaca yoksun, kendi döneminin eğitim sisteminin tornasından geçerken hiç sorgulama gereği duymamış, ezberci bir tip. Çalıştığı hastanedeki hastalara “danışan” diyecek kadar siyaseten doğrucu ama ölü sanılıp bırakılan bebeği yoksul ailesine “çaktırmadan” evlat edinecek kadar da ahlaksız. Atatürk referansı olmadan önemli bir şey söyleyemiyor. Ya da söylediği şeyi önemli hâle getirmek için Atatürk’ü hemen araya sıkıştırıyor. Asistan doktor çalışma şartlarının zorluğundan yakınırken, hemen arkadaki büyük Atatürk resmine işaret ediyor. Sen kendi zorluklarına zorluk mu diyorsun? Atatürk ne zorluklarla başa çıktı, hatırlayıp kendine gelir misin? Karşılaşıyor muyuz böyle tiplerle? Senaristlerin nereden aklına gelmiş acaba?
Tarikatin “parlak zeki karizmatik” genci Cüneyd ile tarikatin içinde kalırsa çok fena harcanacağına emin olduğumuz ama dışında da aynı derecede büyük acımasızlıklarla boğuşmak zorunda kalacak olan “parlak zeki karizmatik” genç kız Zeynep… Bu iki karakter kuşkusuz diziyi sürükleyecek olanlar. Hangisinin neye dönüşeceğini merak ediyoruz. Tabii, bunca yasaklama, para cezası, sindirme ve baskı sonrasında dizi çekilmeye devam edilirse…
Dizide ele alınan aslında aşırı fazla sayıda konuyu, klişelerle olsa bile, açıkça konuşamadığımız zamanlardayız. Dahası bu zamanların ne kadar süreceği hakkında bir fikrimiz de yok. Bir diziye bunca şey yüklemek çok tuhaf belki ama “Kızıl Goncalar” işte tüm bu histeriyi taşımaya çalışıyor. Üstü örtülen şeylerin hepsinin örtüsünü iyi kötü aralamaya gayret ediyor. Muhtemelen daha çok “duygusal” nedenlerle ama kime ne? Beğenmeyen izlemesin! Üstüne üstlük böyle yüksek perdeden baskılayıp bütün dikkatleri diziye çekmesin!
“Kızıl Goncalar” dizisini izledikten sonra, “Kızılcık Şerbeti”nin de ilk 4-5 bölümünü seyrettim ama esas olarak o furyayı kaçıranlardanım, “Ömer” hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Siyasetin doğal alanlarının bu derecede daraldığı, baskının alenen yapılmasında hiçbir sakınca görülmeyen güzel ülkemizde, “Kızıl Goncalar” trenine binmek artık neredeyse mecburi. Hiç olmazsa, şu eğlenceyi kaçırmayalım, atıp tutma hakkımızı kaybetmeyelim, hatalı teşbihlerimizi kendimize saklamak zorunda kalmayalım.
Kendi meşrebimize göre, “Helal olsun!” ya da “Bize bu yapılır mı?” diye söylenmek de fena bir fikir değil aslında. Üçüncü bölümü merakla bekliyoruz.