Bu nihayette basit bir yazı. Varılacak noktayı başlık söylüyor. İddia şu: Türkiye siyasetinde (dolayısıyla devlet ve toplumunda) var olan vasatlık, son otuz yılda yeniden şekillenerek kalıcı hale geldi. Bu arka plan bugünün siyasetini fazlasıyla etkiliyor ve öyle ki en muhtemel sonucu Haziran seçimlerinden sonra bir erken seçime gidilmesi olacak. Erken seçim de söz konusu vasatlığı pekiştirecek ve kurumsallaştıracak.
Bu önermeyi iyi anlatabilmek adına adım adım gideceğim. Önce bir ideolojik arka plan: Geçmiş yazılarımda üzerinde epeyce durmuştum, 28 Şubat ve sonrasında gelen (birincisi egemen olarak demokratik, ikincisi egemen olarak otoriter zihniyette) iki AK Parti döneminden sonra Türkiye gerçekte ‘ideolojisiz’ kaldı. Ne Kemalizmin, ne İslamcılığın, ne de Türk milliyetçiliğinin bu toplumu ve ülkeyi yönetebilme niteliği bulunmuyor. Her üçü de fazlasıyla sığ ve bugünün gerekleri karşısında yetersiz ideolojiler. Son dönemde daha sık gündeme gelen Atatürkçülük de aslında bu boşluğu doldurmaya yönelik bir laik hevesten ibaret.
Dolayısıyla ‘kök’ ideolojiye dönüyoruz. Yani İttihatçılığa… Burada uzun uzadıya ayrıntısına girmeyeceğim, isteyenler Serbestiyet’te yayımlanmış olan eski yazılarıma bakabilir. Ama bir özelliğini öne çıkarmamız yeterli: dindarlığı içeren ve devlet merkezli bir millicilik. Nitekim bugün bunu ‘yeni’ TSK’da da izliyoruz. İnsanlar dindarlaşmıyor, ama dini hassasiyeti Türklükle meczeden bir devletçi kimlikleşme yaşanıyor.
İşin bizi ilgilendiren tarafı bu yeni(den) İttihatçı arayışın doğrudan siyasi bir eylem planının olması. Bunu cumhurbaşkanlığı sisteminin teklif edilme sürecinde gördük. (Gülencilerin 2016 darbe girişiminin serencamında da bazı izler bulanlar var, ama onu bir kenara bırakalım.) Cumhurbaşkanlığı sistemi Erdoğan’ın kafasında çoktan, 2015 Haziran seçimlerinde bitmişti. Bu öneriyi Bahçeli getirdi ve önerinin içeriğinin ne MHP üst kurullarında ne de danışman kadrolarında konuşulduğuna dair tek bir belirti yok.
Kısacası Bahçeli bu öneriyi parti dışından bazı ‘özel’ insanlara danışarak ya da onların telkini ile yapmış olmalı. Bildiğimiz üzere sistem bir yüzü devlete, diğer yüzü topluma yönelik ‘ikili’ bir kamusal alan üretti. Birinciye Bahçeli bakıyor ve devletin İttihatçı bir vizyon içinde şekillenmesine katkı veriyor. İkinciye ise Erdoğan bakıyor ve toplumun bu iktidarı yeniden seçmesini sağlamak üzere elinden ne gelirse onu yapıyor.
Sonuç olarak şu anki iktidar tek başına kritik bir oyu devşirme becerisi olan dindar bir popülist ile, devlet-toplum ilişkisini dizayn etme ve devletçiliği daim kılma peşinde olan bir devlet-içi iradenin koalisyonu. Bu tespit şu nedenle önemli: İktidarı Erdoğan ile özdeşleştirmenin maliyeti şu ana kadar yüksek oldu ve seçim sonrası daha da büyüyebilir…
Öte yandan hepimizin bildiği üzere Türkiye devleti, (belki Atatürk’ün keskin bir tasfiye uyguladığı kısa dönem hariç) içerdiği personel ve ideolojik bakış açısından hiçbir zaman homojen olmadı ve bugün de değil. Diğer deyişle devlet içinde şu anki koalisyona karşı olanlar da muhtemelen var. Buna karşılık koalisyonun ortakları da bu iç muhaliflerin farkında.
Buradan iki temel önerme türetebiliriz: Bir, yaklaşan seçim aynı zamanda devlet içi bir çatışmanın izdüşümü olarak yaşanabilir, ya da en azından toplumsal siyasete paralel olarak devletin içinde de bir siyasi mücadele söz konusu olabilir. İki, hem koalisyon ortaklarının hem de onların muhtemel muhaliflerinin bu seçimleri kollarını kavuşturup izlemelerini beklemek fazlasıyla naiflik olur. Muhakkak ki her iki taraf da seçimin olası sonuçları üzerinde düşünecek ve sonucu kendi lehine etkilemek için elinden geleni yapacaktır.
Devlet aktörlerinden siyasete doğru nasıl bir etki gelebileceğini kısaca irdelemiş olduk. Ancak bu noktada bütün sosyal bilimcilerin bir ağızdan müdahale ederek, önemli olanın toplum olduğunu, bu anlattıklarımın bir toplumsal karşılığının olup olmadığının sorgulanması gerektiğini duyar gibi oluyorum. Öyleyse topluma da bakalım…
Yine çok fazla detaya girmeyeceğim ama isteyenler (örneğin PanoramaTR gibi) ciddi saha çalışmalarının son iki yıllık verilerinin serencamına bakabilir. Söz konusu veriler ve her gün gazetelere yansıyan toplum haberleri bir ‘fetret’ döneminde olduğumuzu ima ediyor. Diğer deyişle giderek insanlar (özellikle gençler ve genç çekirdek aileler) ne ideolojik, ne kimliksel, ne de ahlaki bir çıpaya, gerektiğinde baş vuracakları bir referansa sahip değil gözüküyor. Bunun sosyal tezahürlerini, sağlık personelinin yurt dışına kaçma isteğinden Erasmus öğrencilerinin geri dönmemesine, aileleri parçalayan akçalı skandallardan kurumların bir bütün olarak yozlaşmasına kadar bir dizi olayda izliyoruz.
Söz konusu toplumsal fetretin iki yönü var: Ekonomik ve gündelik hayata dair meselelerde bireysel kaçış stratejilerinin üretilmesi; ve kişinin (ailenin) kendisini toplumun geri kalanıyla ilişkilendirdiği, huzur ve güvenliğin öne çıktığı meselelerde cemaatsal/kimliksel tutunma ihtiyacının belirleyici olması. Bunun sonucu olarak toplumsal merkezde bireyselleşmeyi tetikleyen bir kaygan zemin üzerindeyiz. Siyasi merkez açısından ise toplumun karşısında koca bir belirsizlik ve tanımlanamazlık durumu mevcut. Kim (hangi parti, lider) gerçekte neyi savunuyor, ilerde neyi savunacak, ne kadar güvenilir, kim ne kadar kalıcı… Toplumda bu soruların karşılığı net biçimde yokmuş gibi gözüküyor.
Bu durumun sonucu (herkes için içi biraz farklı şekilde dolacak olsa da) tek kelimeyle endişedir… Türkiye toplumu ve (muhtemelen HDP’li Kürtler hariç) tek tek her cemaat bir ‘toplumsal tahayyül boşluğu’ yaşıyor. Toplumsal merkez, cemaatçi yaklaşımın neden olduğu yıpranma nedeniyle elden kaçmış durumda. Bugünün Türkiye’sinde bir süredir toplumsal bir merkez yok. Diğer deyişle teorik olarak bir toplumsal merkez tanımlasak bile, orada somut insanlar yok. Toplumsal merkez dediğimiz şey sadece bir ortalamadan ibaret… Bu merkezin oluşabilmesi, ona tekabül eden bir vatandaş tipolojisinin siyaset tarafından teşvik edilmesini, sahiplenilmesini gerektirirdi ama olmadı…
Bu nedenle (kimlikçi radikaller dışında) toplumda hemen herkes bir ‘siyasi’ merkezin oluşmasını ve böylece güven duygusuna yeniden sahip olmayı umut ediyor. Ne var ki siyaset yelpazesinde de bir süredir ‘merkez’ kavramı anlamını yitirmiş gözüküyor. Hangi partinin merkez olduğu, uçlara kimleri yerleştirdiğimize bağlı. ‘Merkez’ özelliği atfedeceğimiz hiçbir partinin söz konusu merkezi konumu derinleştirme, ideolojik bağlama oturtma, dolayısıyla ileriye dönük kalıcılık duygusu verme yeteneği bulunmuyor.
Bu tablo karşısında toplumun gerçekçi bir arayış sergilediği söylenebilir… Şöyle ki, detay politikalarla, adaletsizliklerle, sıradan yolsuzluklarla fazla ilgilenilmiyor. Bunlar gündelik dedikodu çarkı içinde parlayıp sönüyor ve unutuluyorlar. İnsanların çoğunluğu ‘merkez siyaseti’ ararken düz, kaba, kalın çizgilerle tanımlanmış ama güvenilir bir çıpa peşindeler. Ülkenin kaotik bir döneme girmesinden ürküyorlar; vazgeçtikleri, daralttıkları beklentilerini (hiç olmazsa) bir sağlam kazığa bağlamak istiyorlar.
Konumuz açısından bu duygu atmosferinin özel bir önemi var: Devleti ve toplumu bir arada, fazla çıkıntılık yapmadan yönetebilecek, hem devlet hem toplum tarafından ‘merkezde’ tasavvur edilmeye müsait, İttihatçı hassasiyeti günümüz koşullarına uyduracak bir ‘devletçi popülizmin’ önü açılıyor…
***
Şimdi gelelim işin entrikalı tarafına… Bu arka plan yaklaşan seçimler için acaba ne ima ediyor?
Yine devlet kanadından başlayalım. Devlet içi (ve çeperindeki) aktörlerin Haziran seçimlerini etkilemeye çalışacaklarını varsayabiliriz. Muhtemeldir ki muhaliflerin tavrı daha ziyade uzaktan destek verme, bilgi sunma, dosya kaçırma, seçimi muhalefetin kazanması halinde hazır olma şeklinde olacaktır. Ancak iktidar koalisyonunun parçası olanların çok daha aktif olması beklenir. Muhtemelen ‘bu seçimlerde yine Erdoğan’ı ve Cumhur İttifakını mı destekleyeceğiz?’ sorusunu kendilerine sordular. Nitekim cevabın ‘evet’ olduğunu rahatlıkla varsayabiliriz.
Ama asıl ilginç soru bundan sonra geliyor: Eğer Erdoğan kaybederse ne yaparız? Ki saha çalışmaları (her şey seyrinde giderse) sonucun bu olacağını söylüyor. O halde ‘kazanmayı sağlayacak şekilde işin seyrini etkileyebilir miyiz’ sorusunun da tartışılması şaşırtıcı olmaz. Ne var ki küresel dünyaya entegre bir ülke olarak Türkiye’nin kendi koşullarını (örneğin savaş çıkartmak üzere) fazla zorlama imkanı yok.
Bu durumda koalisyonun devlet kanadı için (ama Erdoğan ve Cumhur İttifakı için de) iki ayaklı bir strateji öngörebiliriz: Bir, Altılı Masa’nın bütünlüğünün sağlanamaması için Masa’daki farklı aktörlerin nasıl kullanılabileceğine bak; iki, her halükarda muhalefetin Meclis çoğunluğunu sağlamaması için strateji geliştir…
Bu gözle bakıldığında Altılı Masa içinde İYİ Parti’nin konumu hemen dikkat çekiyor. İttihatçı projeye, yeni bir ‘devlet-toplum buluşmasına’ ters düşmeyecek bir siyasi parti. Başında birtakım gizli ve açık kırmızı çizgilere uymaya yatkın bir lider; toplumsal tahayyüldeki merkez boşluğuna oturmaya en hevesli ve bu açıdan en esnek siyasi oluşum; Erdoğan’a karşı dik durduğu ölçüde muhalefet, devletçiliğin ideolojik sahibi olduğu ölçüde iktidar olan bir parti görünümü; toplumun kafasını karıştırmayacak kadar kaba kalın çizgilerle çizilmiş bir basmakalıp siyaset çerçevesi; belki en önemlisi güç verildiği takdirde durumu az çok idare edecek, risk içerme ihtimali zayıf bir yönetim aktörü…
İYİ Parti tam da konjonktürün, devlet içi aktörlerin ve vatandaş genelinin (aramasa bile) bulunca yadırgamadığı türden bir esnekliği ve akışkanlığı temsil ediyor. Dolayısıyla belki herkes kendisini biraz oraya yakın hissedebiliyor, herkes bir miktar ‘niye olmasın’ diyor. Bu esneklik ve akışkanlık içinde birçok kişi çeşitli zamanlarda İYİ Parti’nin ve Akşener’in ‘mantıklı’ bir tercih olabileceğini düşünüyor.
Nitekim oyunu istikrarlı biçimde artıran, AK Parti’den oy koparabilen ana oyuncu İYİ Parti… Bunun nedeni (aynı esneklik ve akışkanlık sayesinde) eklektik bir seçmen kitlesine sahip olması. İYİ Parti tabanının Erdoğan’a en zıt taban olduğu bir şehir efsanesi. Öyle bir grup gerçekten de mevcut. Ama parti tabanında tam öbür uçta insanlar da var ve hiç de az değiller. Bu kişilerin muhalefetin adayını beğenmedikleri takdirde herhangi bir rahatsızlık duymadan Erdoğan’a oy verebilecekleri görülüyor.
Buradan yapabileceğimiz çıkarsama İYİ Parti’nin muhalefet ile iktidar arasında ‘ikili’ bir strateji geliştirmek için belirli avantajlara sahip olduğudur. Bu durumun devlet aktörlerinin de dikkatinden kaçmadığını varsayabiliriz… İYİ Parti’nin onların da planlarında yer alabileceğini en azından bir ihtimal olarak akılda tutmakta yarar gözüküyor.
Ancak İYİ Parti’nin avantajı bununla bitmiyor. Akşener ile parti arasında liderin bilinçli olarak yarattığı bir mesafe var. Bu sayede Akşener partisinden daha ‘ilerde’, makul ve konuşulabilir, birlikte iş yapılabilir gözüküyor. Söz konusu anlamlandırma onun Altılı Masa’da kalmasını ama aynı zamanda (aynen Bahçeli’nin AK Parti’ye uyguladığı türden) Masa’ya ideolojik sınır koyabilmesini sağlıyor.
İYİ Parti ve Akşener bahsini kritik bir gösterge ile bitirelim: Acaba niçin HDP ile hiçbir şekilde ilişkilenmek istemiyorlar? Neden en ufak teması bile dışlama konusunda bu denli hassaslar? Acaba Akşener aniden niye Esad ile görüşüp meseleyi çözebileceğini söylüyor? Bu sorulara yanıt ararken şu gerçeği unutmayalım: HDP Meclis’te yer alan bir parti, Meclis başkan vekillerinden biri HDP’li; ve de Esad ile konuşarak hiçbir şeyin çözülemeyeceğini herkes biliyor…
Yani Akşener bilerek boş konuşuyor. Ama boş olması bu sözlerin siyaseten işlevsiz olduğunu söylemiyor. Akşener bir yandan devletçi milliciliğe sahip çıkarak şu anki iktidar ortaklarına göz kırpıyor, diğer yandan da muhalefetin bir blok olarak davranmasını, giderek Altılı Masa’daki bazı aktörlerin muhtemel HDP bağlantısını engellemeye çalışıyor. Acaba niçin?
Benim cevabım şu: Bir, konjonktürün değişmesi durumunda iktidar ve muhalefetin dışında devlet destekli bir üçüncü seçeneğin oluşma ihtimaline hazır olmak istiyor; iki, Altılı Masa’nın Meclis seçiminde çoğunluğu sağlamamasının kendi hareket yeteneğini artıracağını umuyor.
Hemen ekleyelim ki bunlar İYİ Parti ve Akşener açısından ‘akıllıca’ beklentiler. An itibariyle muhalefetin ne yönde ne kadar ilerleyeceğini Akşener belirliyor ve o da muhalefetin HDP üzerinden güçlenmesi halinde söz konusu hareket alanının kısılacağını biliyor. Kritik mesele şu ki aslında muhalefet bu sıkışmaya mahkum değildi. Muhalefet içindeki diğer partilerin ideolojik ve siyasi ataleti İYİ Parti’ye yaradı.
Bir an için İttihatçı yeniden yapılanma dinamiğini, toplumdaki fetret halini, siyasi ve sosyolojik açıdan bir merkezin olmamasını hatırlayalım. Böyle bir durum aslında AK Parti’den koparak ona karşı konumlanan DEVA ve Gelecek için büyük bir imkân sunmuştu. Bu partiler muhafazakarlığı, laikliği, milliyetçiliği ve devletçiliği yeniden (demokrat bir zihniyet çerçevesi içinden) tanımlamak, buradan hareketle devleti, devlet-toplum ilişkisini, kamusal alan konseptini ve vatandaşlığı farklı bir zeminde inşa etmek üzere toplum karşısına çıkabilirlerdi.
Bu fırsat çeşitli nedenlerle kaçtı ve kurumsallaşmayla birlikte muhtemelen o potansiyel kullanılmadan bir kenara itilmiş oldu. Denebilir ki ideolojik açıdan bakıldığında bu süreçte ‘devlet’ için asıl tehdit hiçbir zaman CHP olmadı. Asıl tehdit yeni partilerdi… Çünkü sırtlarında sadece (o da bir miktar) AK Parti’den gelen siyasi yük vardı, ama ideolojik yük yoktu.
Ne var ki bu partiler nasıl büyüyecekleri konusunda yanılgıya düştüler. ‘Büyük parti siyaseti’ yaparak büyüyeceklerini sandılar. Dolayısıyla bir dizi (gerçekten de sağlam içerikte, değerli) raporlar yazdılar. Ama bunlar işe yaramadı. Çünkü toplumun değişimci, reformist kesimlerinin ‘büyük parti siyasetine’ değil ‘büyük siyasete’ ihtiyacı vardı. Yani ‘kendini de konu’ eden, toplumun nispeten ham da olsa güvenebileceği, bugünün dünyasında gerçekçi bulacağı, peşinden gitme arzusu duyacağı bir alternatif ideolojik vizyon… Bu yapılmayınca çok ilginç bir dinamik yaşadık: DEVA ve Gelecek Partisi eleştirileri ile iktidarı yıprattı, ama iktidardan uzaklaşan oy onlara değil İYİ Parti’ye gitti.
***
Ve nihayet geldik işin heyecanlı kısmına… Anlaşılan muhalefet bu gidişle Meclis’te çoğunluk sağlayamayacak. Olacağı varsa bile muhtemelen bir dizi olay ve müdahale ile bu sonuç engellenecek.
Bunda muhalefet partilerinin, medyanın ve özel olarak laik kesimin kendisini yarı profesyonel siyaset uzmanı gören fikir oluşturucularının suçu var. Kendisini bu iktidarın karşısında konumlandıran insanlar ‘bu iktidardan nasıl kurtuluruz’ kaygısını bir anda ‘Erdoğan’ı kim yener’e dönüştürdüler. Kamuoyu yoklamalarında bir dizi insan Erdoğan ile karşı karşıya getirildi. Açıkça söylemek gerekirse bu ‘arayış’ ortaklaştığımız aptallıkların cazibesinden kurtulmanın ne denli zor olduğunu ortaya koydu.
Çünkü muhalefetin cumhurbaşkanı adayının seçimi konusunda denklem apaçıktı: Bu adayı seçecek olan kamuoyu değil Altılı Masa’ydı, adayın Masa’dan çıkacağı belliydi çünkü hiçbir lider ‘ben bu işi kıvıramam ama galiba şu belediye başkanı yapabilir’ diyemezdi, ilk seçeneğin Masa’daki en büyük partiye ait olması gerektiği de belliydi ve nihayet o en büyük partinin lideri cumhurbaşkanı adayı olmayı istiyordu.
Belki idraki zordu ama basit gerçeklik şunu söylüyordu: Kendisi istediği takdirde Kılıçdaroğlu aday yapılmazsa, Altılı Masa dağılır… Nitekim işler o noktaya geldi, ama muhalefetin siyasi enerjisi boşu boşuna harcandı.
Oysa bu enerji çok farklı kullanılmalıydı: Meclis’e girmeyi ve orada çoğunluğu sağlamayı garanti edecek ortak siyaseti arayarak ve üreterek… Bu yapılmayınca iktidar tarafı (ve İYİ Parti) için bir hareket alanı doğdu. Öncelikle HDP’nin yalnızlaştırılması gerekiyordu çünkü CHP ile muhtemel bir yakınlaşma, sadece ana muhalefet partisine avantaj sağlıyordu. Ayrıca iradi veya tesadüfi nedenlerle de olsa sonuçta siyaset boşluk kabul etmedi ve ortaya Zafer Partisi çıktı… Süfli bir içerikle de olsa ‘büyük’ siyasete soyunan bir küçük parti… Nitekim Memleket Partisi ve diğerleri Zafer Partisi’yle birlikte seçime girmeyi planlıyorlar.
Şimdi basit bir aritmetik yapalım: Kararsızlar dağıldıktan sonra oy dağılımı yuvarlak rakamlarla şöyle: Cumhur ittifakı yüzde 40, CHP 25, İYİ Parti 13, HDP 12. Geride 10 puan var. Bir yanda DEVA, Gelecek, Saadet; diğer yanda Zafer, Memleket, Yeni Refah ve diğerleri… Kendi başlarına seçime girdikleri takdirde hiçbiri barajı geçemeyecek. Bir büyük partinin listesinden girebilirler ama bu onur kırıcı olabilir, ufak partileri daha da zayıflatabilir.
Seçim öncesinin psikolojisini veri alırsak herhalde şunu söyleyebiliriz: Ufak partiler tek tek seçime girdikleri takdirde oyları daha da azalacaktır, çünkü seçmen oyunun boşa gitmesini istemeyecektir. Buna karşılık ufak partiler birleşerek tek çatı altında seçime girdiklerinde bir sinerji yaratabilir ve toplam oylarını artırabilirler. Böylece barajı geçme ihtimali de ortaya çıkar…
Eğlenceli ama gerçekçi (belki de trajik) bir soru ise şu: Ya bu ufak partilerden bir uçtakiler birlikte hareket ederken diğer uçtakiler ayrı ayrı seçime girerse? Birleşik olanın barajı geçme şansı daha da artacak, tek tek seçime girenlerin oyu daha da azalacaktır.
Bu hayati bir durum, çünkü özellikle yeni kurulan partilerin Meclis’e giremedikleri takdirde bütünlüklerini koruma, ayakta kalma ihtimali çok zayıf.
İmdi siyasetin dinamiğine baktığımızda ne görüyoruz? Zafer Partisi ve ortakları tek çatı altında seçime girmeye hazırlanırken, DEVA-Gelecek-Saadet cephesinde neredeyse hayatın getireceği sonucu tevekkülle kabullenme gibi bir hal var.
Eğer bu üç parti birlikte hareket etmezse ‘şekil’ ne olur? Zafer ve ortakları Meclis’e girer. En büyük ‘parti’ olarak Cumhur bakiye oylardan daha fazla yararlanır. Millet ittifakı 38 de kalırken Cumhur 43’e tırmanır. İYİ Parti HDP ile iş birliğinin önünü keserken, Zafer ve ortakları da kendi 7 puanlık milletvekili kadrolarını Cumhur ile pazarlık için kullanırlar. Böylece Cumhur ve ortakları Meclis’te mutlak çoğunluğu elde edebilir.
Bu durumda cumhurbaşkanlığını muhalefetin adayı kazanmış olsa bile ülke yönetilemez… Çare erken seçimdir. İronik bir detay ama o noktada DEVA, Gelecek ve Saadet de erken seçimi isteyeceklerdir. Çünkü ayakta kalmak için kısa sürede yeniden seçim atmosferine muhtaç olacaklardır.
Tabii bir de bu ihtimalin ötesi var: Ya yukardaki senaryoya ilaveten Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimini kazanırsa? Esas olarak AK Parti’den kopanların oluşturduğu DEVA ve Gelecek bizzat kendi elleriyle Erdoğan’a meclis çoğunluğunu hediye etmiş olurlar. (Sonrasında muhtemelen laik kesimden keskin zekâlı birileri iki partinin sırf bu amaçla AK Parti’den ayrılmış oldukları teorisini devreye sokacak ve bu komplo uzun yıllar tartışılacaktır.)
Peki ya DEVA-Gelecek-Saadet de tek çatı altında seçime girerse? Sonucu tahmin etmek kolay değil, kıran kırana bir mücadele yaşanacaktır. Ama her iki küçük parti grubunun da barajı geçtiğini varsayarsak, Meclis aritmetiğinde Cumhur artı Zafer ile diğer yanda Altılı Masa 45’er civarı oy almış olacaklar. Yani HDP çoğunluk için muhtaç olunan partiye dönüşecek… Devletimiz sizce buna razı gelir mi? Yine erken seçim en iyi alternatif olarak gözükecektir.
Farklı netice verecek tek senaryo DEVA-Gelecek-Saadet’in birlikte seçime girmesi ve muhalefetten değil, az da olsa iktidardan oy koparması, öte yandan da Zafer ve ortaklarının tek çatı altında seçime girmemeleri. Ama bunun gerçekleşmemesi için her şeyin yapılacağından emin olabiliriz. Hem Zafer ve ortakları tek parti olarak seçime girecek, hem de Altılı Masa’nın küçük partilerinin birleşmemesi için uğraşılacaktır.
Bunun için hangi aktörler veya partiler en fazla uğraşacak sorusunun cevabını okuyucunun basiretine bırakıyorum…
Bu noktada okuyucunun aklına ‘bu ne biçim analiz, içinde ne AK Parti ne CHP var’ gibi zekice bir soru gelebilir. Maalesef bu iki partinin hareket alanları sanıldığından daha dar. Kendilerine toplum nezdinde farklı bir anlam ve işlev yükleme becerileri zayıf. Zaten siyasetteki boşluğun temel nedeni de bu… O yüzden bu analizin çeperinde yer alan, ‘atsan atılmaz satsan satılmaz’ bir seyirci ve yararlanıcı konumundalar.
Buraya kadar sabır gösteren okuyucuya teşekkür ederek bitiriyorum… Umutlu olmak güzel bir şey ama muhalefet aktörlerinde ve muhalefet tabanında belirgin bir ‘aydınlanma’ yaşanmaz ise, adım adım Haziran sonrası bir erken seçime doğru ilerliyoruz. Bir sonraki seçimin epey farklı aktörlerle yapılma ihtimaline şimdiden kendinizi alıştırın. Türkiye rejimin köklerinden gelen ‘sahici ve kalıcı’ vasatlığı bir ideolojik ve siyasi tercih olarak önünde bulacak ve muhtemelen kendini içinde garip hissetmeyeceği bu yeni döneme, pek de fark etmeden, hızla uyum sağlayacak.
Sahici ve kalıcı vasatlığın konsolidasyonunu yaşayan gelecekteki tarihçiler ise, belki de tarihsel sürekliliğe bir kez daha vurgu yapmanın cazibesini reddedemeyerek, tek parti dönemine ‘yontma vasatlık’, ‘demokrasinin’ geldiği döneme ‘cilalı vasatlık’ demeyi uygun bulacaklar…