spot_img
Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIŞarkılar(l)a inanmak-inanmamak

Şarkılar(l)a inanmak-inanmamak

İnsanların müzikli biyografileri, nedenleri, nasılları, ne zamanlarıyla şarkılarının hikâyeleri olsaydı… Bazı tercihlerin -en azından bir dönem- “inanma”yla bir tür ilişkisi olurdu sanıyorum. Mesela bizim “mahalle”deki Rock, Blues fırtınası, Beatles markasını limanına almamıştı. “Beatlemania” yıllarında çocuktuk. Ama asıl nedeni gençliğimizde eskimiş “asi”liklerinin, aykırılıklarının, sahnede en efendi haliyle “Beatles kesimi uzun saç” modasının sahici/samimi gelmemesiydi belki. “İnanç” meselesi.

İnsanların müzikal, daha doğrusu sevdiği, dinlediği şarkıların fonunda müzikli özgeçmişi de yazılsa ne hoş olurdu. Hayatındaki şarkıları, anılarına fon müziği olan kendi hitlerini kapsayan kronolojileri, biyografileri. Spotify grubu listeler değil ama… Nedenleri, nasılları, ne zamanlarıyla şarkılarının etraflı hikâyeleri.

Hatırladığı ilk şarkı, sonraki dönemlerine, yaş dönümlerine eşlik eden şarkılar… O biyografideki şarkılar onunla yahut onun adına, yâdına dinlediği insanlara, “ikimizin” şarkılarına ya da “bizim” şarkılarımıza, mekânlara,  ortamlara da uzanırdı. Serbest düzen.

Hatta duyunca kulaklarının otomatik kapanmasını dilediğin kakofoniler dâhil. Kakofoninin Arapçası “tenafür”, “mütenâfir”miş: “Kulağa hoş gelmeyen, ifadeye uymayan, yakışmayan.” Şarkılara uyarlarsak, bir anlamı da “Birbirinden nefret eden, tiksinen, birbirinden kaçan –notalar-”. Hoş, özlü ifadesiyle “ses itişmesi”, didişmesi. Böyle bakınca, ne mütenâfirler geçti kulaklarımızdan, hayatımızdan. Kakofonik iyaset dünyamızdan da elbette. 

Müzik dinlemek, müzik açmak

Dijital çağda yürürken, gezerken, ulaşımda, her yerde müzik dinleyebilme olanağıyla bazısı uzayıp giderdi müzikli özgeçmişlerin. O uzun listeye tek bir parçasıyla eklenen “Unutulmaz şarkıcılarımız”ı da düşününce kulağıma yine bir şarkı geliyor: “Çoktan unuturdum ben seni çoktan /Ah Bu şarkıların gözü kör olsun.”

Müzikli biyografilerin bazısı da bir yere, bir yaşa gelip noktalanır, “den den” işaretiyle döngel tekerrür ederdi belki. 21. Yüzyıl insanın müzikle alışverişini, müziğin hayattaki yerini de değiştiriyor.

Zira telefondan televizyona ekranında sıralanan sonsuz menüler, filmler, diziler, programlar, ömür mesaisi, müziğe yakınlaşmayı da, uzaklaşmayı da etkiliyor. “Müzik dinlemek”le bir şey yaparken “müzik açmak” arasındaki fark artık daha derin sanki. “Dinleyen” kulaklar zaten duymamaya da fazlasıyla müsait.

Masa başı gezginlik

“Gezgin”in dijital çağrışımı internette gezinmek, “En çok zevk alınan ‘aktivite’ler” istatistiklerinde kupayı kaptırmıyor. Ve müzikal bir seyahati işaret eden bir deyiş değil pek. Aylaklık da sözlük anlamına “masa başı aylaklığı”yla ihanet ediyor. Duyduğuma göre “Al gözüm seyreyle Salih” bile eve, kendine, ekrana kapanmış.

Neyse… Bana ortaokul yıllarımda içinde “hususi hayat”a dair sorular da barındıran “Anket Defterleri”ni de (¹) hatırlatanbu hayalhâneye girip uzun bir liste, şarkılı-türkülü biyografi hazırlamak değil niyetim. Bana çok eğlenceli, cazip gelse de bu yazıda meramım başka.

O müzikli biyografinin, sevilen, etkilenilen şarkıların altında kültürüyle, sözü-müziği-icrasıyla koca bir tercih âlemi var. Duyulardan duygulara kadar… Ama tercihlerin -en azından bir dönem- “inanma”yla, samimilik/sahicilikle de bir tür ilişkisi olduğunu düşünüyorum.

Şarkıların kaldırma marjı

Edebiyat, roman, bilhassa şiir kadar olmasa da, şarkılar da sahte duyguları, samimiyetsizliği, o uğurda boş, kof sözleri, hatta niyeti gizleyemiyor. Lâkin müzik gönül oynatan ritimleriyle güfteyi “laf olsun torba dolsun”a tıkıştırabilen de bir mecra. Bir yönüyle “gösteri sanatı” olduğu için sözlerine, mânâsına dair “kaldırma marjı” daha geniş.

Öyle ki abuk sabuk, anlamsız bir nakarat, zaman zaman ona, öyle bir “an”a, teneffüse de ihtiyaç duyan insanı çağıran, iç kıpırdatan ritmiyle hoş gelebiliyor kulağa. Misal bir yaz masasında “Nerdesin aşkım, burdayım aşkım”, davulla gezinen ritmiyle öyle bir sedâ, tebessümdü benim için. An şarkısı; bazen ne kadar dumbada olursa o kadar iyi.

“Hafifmeşrep”in gönül alıcılığı

Öyle anların nabzına uygun “miş miş miş de muş muş muş” şarkıların “hafifmeşrep”liği de gönül alıcı. Meşrebi rengârenk, “hoppa, serbest tavırlı” insanlar cıvıldamasa sadece hayat değil şarkılar da çölleşirdi. “Ağırmeşreplik” -bilhassa sanatta- çok sıkıcı olabiliyor kimi zaman. Yakışanları, stili öyle (de) muhteşemleşenleri kast etmiyorum tabii.

Kast ettiğim popüler şarkıların markası da olan o türden nakaratlar, Mazhar, Fuat, Özkan’ın “Sude”sinden farklı şüphesiz. Bir kült bile olabilir, müzikte de -ki bence gerekir- gönlübolsan. “Day dahi ya hum /Nurunda nurunda nurunda /Hiya hiya /Ha bu ya da feste sebaha /Dasdisdos”u, Özkan Uğur’u da tanımlayan inşası, yeriyle unutulmaz. İnanıyorum ona da, o şarkısına da… Hiya hiya, iyi ki varmış,  

Sahici şarkıcıya inanmak

İnanmanın ve kendince “sahici”liğin, şarkıları içselleştirmenin ilk gençliğimizdeki Barış Manço&Cem Karaca kutuplaşmasında da payı var. “Sol müzik”ten “Devrimci müzik”e kadar sıralanan bir yelpazenin hayata yayılmasında, marş formundaki şarkılarda-türkülerde inanmanın etkisi.  Manço’nun “Kol Düğmeleri”nin, “Dönence”nin, “Hey Koca Topçu”nun, “Vur ha kardaş, vur ha vur”un gölgesinden çıkması, o dönemin rüzgârında zaman alıyor. “Tamirci Çırağı” öyle değil.

“İnanma”nın Hümeyra’nın eline bir dönem kimsenin su dökememesinde, giderek Neşet Ertaş’ın, belki Müslüm Gürses’in -daha- sahiciliğinde de bir etkisi olmalı. Yine bazı yapmacık, “teatral” mimikli-jestli sanatçıların “Fena Halde Emel”, “Fena Halde Ersen” durmasında, ters etkiden de söz edilebilir.

Beatles’a mesafeli limanlar

Ergenlikten ilk gençliğimize, aslolan Rock ve Blues’a gelirsem… Başta Deep Purple, Led Zeppelin, Pink Floyd, The Doors, King Crimson’la, The Rolling Stones’un “(I Can’t Get No) Satisfaction”ıyla esen fırtına, bizim “mahalle”de Beatles markasını limanına almamıştı mesela. Göl yelkenlisi…

İki nedeni vardı diye düşünüyorum. İlki “Beatlemania”nın patladığı 1963 ve sonraki yedi yılın çocukluğumuza rastlaması, ilk gençliğimizde demode sayılması, kulağa uzaktan gelmesi olabilir. Aşınmış, çoktan aşılmış bir efsaneydi belki. O dönemde “kuşak farkı” üç-beş yılda bir değişiyordu zaten!

Niyetim, haddim yasal satış rakamıyla dünyada 600 milyona ulaşan, çoğaltmalarla muhtemelen milyarı rahat aşan, çığır açan bir grubun kritiği değil kuşkusuz. Sadece zevkler-renkler ve “inanç” meselesi…

Beatles’ın “twist”i demode!

Misal Beatles’ın 1963’de yayınlanan ilk albümlerindeki “Twist an Shout” dönemin pistlerine yerleşse de, bizim kuşağa “Twist Oyun Havası” olarak bile yansımadı. En azından bizim muhitte,  o geniş “mahalle”de, ondan iki yıl önce Chubby Checker’in “Let’s Twist Again”in nostaljisiyle bile yarışamadığını söyleyebilirim.

Batı’nın twist ritimlerinden aranjman, Öztürk Serengil’in markası  “Abidik Gubidik Twist” ise gücüyle ilk yerli hamle. “Lap lap luba luba” terennümünün Serengil’in “Yeşşee”si ile noktalanması ise firmanın ana sloganı. Esti durdu pistlerde, salonlarda, Açıkhava Sinemaları’nda o dönem. İnandırıcılık sorunu, öyle bir meselesi de yoktu:  Yeşşee Yeşilçam gibi.

Rock’ın evcil, efendi hâlleri

“Türkiye’nin Beatles”ı olarak da anılan Mavi Işıklar’ı “çocukluktan kareler” fluluğunda, dergilerdeki, müzik mağazalarındaki posterlerinden hatırlıyorum. İnanamazsın! “Helvacı”, “Çayır Çimen Geze Geze” evdeki, mahallenin dolaşımındaki 45’likler arasında yok zaten. Aranjmanları da itibar görmedi bizim mahallede. 

Nakaratı dışında Beatles’dan Türkçe aranjman “Obladi oblada” ise derin soğutucu etkisi. Yine “Yesterday” aranjmanı “Yalnızım” da maalesef inandırıcılıktan uzakta. Düşününce Mavi Işıklar’ın kabahati, eksiliği değil pek.  O şarkılar bizim için öyle; “Rock”un evcil, efendi örnekleriyle Beatles’a “Popband” diyorsak, o günlerdeki gençliğimize verin.

“Ona babam da razı” asilik

Bu geçişle Beatles’ın dinleme listelerimizde olmamasının ikinci ve asıl nedenine -anca- geliyorum. O yıllarımızda eskimiş “asi”likleri, “aykırı”lıkları, sahneye çıktıklarında yarattıkları bir tür “uzun saç (Beatles kesimi)” modası, güven vermiyor, inandırmıyor, sahici gelmiyordu sanıyorum.

Devre göre kısa değil ama uzun saç desen bir örnek kâ(h)külden ibaret. Sadece durma didiştiğimiz ilk Bahçelievler Orta Okulu’nun müdürü uzun saçtan sayıp girişte çeviriyor, rastgele makas atıyor. Hepsi ilk yıllarda sinekkaydı tıraşları, cicili bicili kostümleri, bir örnek takım elbiseleriyle temiz yüzlü çocuklar.

O kadarcık asiliği, aykırılığı, o günlerin popüler deyişiyle “Ona babam da razı” diyerek geçiştirebilirim. Bizim kuşağın asi-aykırı betimlemesine, “stil”ine geç, “ihtiyar” kalmışlardı. Sonradan saçları, sakalları uzasa da… Kurtarmadı. (Biraz haksızlık ediyor olabilirim, bilemiyorum. “İnanç meselesi”!)

Ve Lennon “Hayal et” dedi

Kulağımıza nispeten sızan parçalarının -Ray Charles “cover”ıyla- “Yesterday” (1965), “Come Together” (1969), son albümlerindeki “Let It Be” olduğunu söyleyebilirim. John Lennon’ın gruptan ayrılması, solo kariyeri ise 12 Mart 1971 darbesinin hemen ardından “Imagine”ı taşıdı hayatımıza:

Ülkelerin, dinlerin, mülkiyetin, uğruna öldürecek ya da ölecek şeylerin olmadığını hayal et, açgözlülüğe de açlığa da gerek yok, insanların kardeşliği, hayal et tüm insanların, bütün dünyayı paylaştığını.” Damardandı tabii, hayal de olsa… Sanki Beatles’da bulunamayan (aslında aranmayan da) ama beklenen, aranan güven, inanma, “samimiyet” Lennon’da da bulunmuştu o günlerde.

“Çok seviyordum abi” cinayeti

O da geçti, yıllar yılları, bizi kovaladı, “müzikli biyografi”lerimizde yine rüzgârlar esti, açık denizler, limanlar, döneme, nabza göre “çaylık, mangallık yahut Kanyaklık-cinlik-votkalık” nefis koylar keşfedildi. Dinleme listelerimizden “Imagine” da düştü, unutuldu ya da sıra gelmedi ona. Belki her yıl düşüş gösteren “inanma, güvenme endeksi”mizin de etkisi var öyle -kolu kırık- hayallerde.

Sonra 40 yaşında, 8 Aralık 1980’de öldürüldü Lennon.  Bizim farklı, daha doğrusu en utanmaz, pervasız hâllerine çok sık tanık olduğumuz, bir tür “Çok seviyordum, öldürdüm abi…” cinayetiyle… Lennon’ın fanatik (meczup) hayranı olan katil Mark David Chapman’ın cinayette ana motifinin kıskançlık olduğu da iddialar arasındaydı.

Artık inanmadığı için öldürmüş

Chapman kimdir, nedir -el altında “Google” olmadığı için- o yıllarda gazetelerden kırpık bilgilerle, flu fotoğrafıyla hatırlıyorum: Texaslı, 15 yaşında tombul bir çocuk irisi. Yazım vesilesiyle baktım, biraz araştırdım… Hâlâ cezaevinde, iki yılda bir şartlı tahliye bekliyor. Cinayetten önce Lennon’ın solo albümlerini dinlediğini, bir yönüyle artık Lennon’a neden inanmadığını, güvenmediğini anlatmış o süreçte: 

“Lennon ‘God’ şarkısında Tanrı’ya inanmadığını, sadece kendine ve Yoko’ya inandığını söylediği için ona kızardım.  Bu kayıt en az on yıl önce yapılmış olmasına rağmen beni kızdıran bir diğer şey de buydu. Yüksek sesle, ‘Tanrı, cennet ve Beatles hakkında bu tür şeyler söyleyerek kendini kim zannediyor?’ diye haykırmak istedim.  O noktada, zihnim tamamen bir öfke ve öfke karanlığından geçiyordu.”

Yoko’yla evlenmeyecektin abi

Lennon’ın kendisi dışında bir tek Yoko Ono’ya inanması da öfkesini katmerlendirmiş olabilir belki. Yoko Ono’yla evliliğinin, onunla yaptıklarının, muhtemelen beş altı yıl sonra, ilk gençliğimizde çevremizde de tartışıldığını, hatta “erkek öfkesi”ne dayalı hurda münazaralar bile yarattığını hatırlıyorum.

Koca Lennon’ı asilikten Yoko’ya tâbiliğe, kılıbıklığa sürüklediği yorumları, çiftin “devrim yatağı” eylemleriyle de alevlenmişti. “Hem de çirkin herkesten” Yoko’yla Vietnam Savaşı’na karşı 1969’da yataktaki pozları da didiklenmişti o günlerde. Masaya vurulan muhafazakâr, “muhafazakâr devrimci” kozlar da vardı tabii: Hem de Amsterdam’ın beş yıldızlı Hilton Oteli’nde…  

“İnanmıyorum, rüya bitti!”

Lennon öldürüldükten sonra “God” şarkısını defalarca dinlediğimizi de hatırlıyorum. İnsanın gönlünde sınır tanımayan ret yahut inanmama hakkı, en hüzünlü, yaman haliyle 1970’de çıkardığı o şarkıdaydı sanki.

Şarkısı “Tanrı acılarımızı ölçen bir tasavvur, kavrayıştır” sözleriyle başlıyor. Ardından Lennon “Hiç birine inanmıyorum” diyerek büyüyü, Tao felsefesini, İncil’i, Tarot’u, Hitler’i, İsa’yı, Kennedy’yi, Buda’yı, Yoga’yı, Hitler’i, kralları, Elvis’i, Zimmermann’ı (Bob Dylan) reddediyor, sıralıyor… Hatta en sonunda yutkunuyor, susuyor, hüzünlü, kırık sesiyle “Beatles’a inanmıyorum” diyerek finali getiriyor: “Sadece kendime, Yoko’ya ve bana inanıyorum ve gerçeğe /Rüya bitti, ne diyebilirim…”

 Son bölümde ise Beatles’ın dağılması sürecindeki değişimini özetliyor: Rüya sona erdi /Dün /Ben rüya dokuyucuydum /Ama şimdi yeniden doğdum /Bir deniz aygırıydım (Mors) /Ama şimdi John’um /Yani sevgili dostlar /Sadece devam etmeniz gerekecek /Rüya bitti…”

Rüyaların dokunduğu kumaşlar

Lennon’ın müzikal manifestosunda -fazla öyle görünmese de- “Rüya bitti”, yüküyle de, pahasıyla da kolay bir itiraf olmamalı. İnsanın neleri rüya, hayal olarak nitelendirdiği de olumluya yahut olumsuza açılabilen kapılardan. Her hâliyle hayırlara vesile değil.

 Bir ömrün, yani bir aritmetiğin “hayat” olması için de rüyalar var, rüya dokuyucuları var, rüyaların yapıldığı, dokunduğu kumaşlar var. Belki de aslolan o kumaş. İnsan rüyaların, hayallerin yapıldığı kumaştan dokunmayınca… Yahut o kumaş konfeksiyon, tek tip olunca… Ömür ne kadar “hayat”?

Shakespeare’in Fırtına’sında Prospero’nun “Şenliklerimiz artık sona erdi” sözlerinin ardından gelen,“Rüya dediğin şey de bizlerden olur işte /ve minicik ömrümüzü yine bir uyku noktalar”ı yahut “Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız biz”i gibi hüzünlü bir esinti. Lennon’ın öldürülmesiyle o şarkısında Atilla İlhan’ın dizesiyle de esen hazin bir yel: “Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız.”

Rüya hırsızlarının hiç mi suçu yok?

Lennon’ın 1956’da, 16 yaşında kurduğu The Quarrymen dört yıl sonra Beatles’a dönüşüyor. Grup 1970’de dağılana, yani 30 yaşına kadar hayatı o “sahne”de. Tüm gençliği… “God” şarkısının finalinin “Beatles’a (da) inanmıyorum”la gelmesi, o cümlesinden sonra aynı ritmde, aralıksız sıraladığı tüm “inanmıyorum”larına verdiği es, o olduğundan uzun gelen sessizlik, ağır etkileyici.

Dinlerken yarattığı, insanda barındırdığı hüzün belki Lennon’ın hüznünden daha koyu ya da daha farklı. O dizelerini dünya şiirini Türkçe’ye çevirmeyi değil “Türkiyeleştirmeyi” seven Can Yücel’e emanet etsen,  çevirisi “Dünle beraber gitti cancağızım /Ne kadar söz varsa düne ait” olacak sanki. Ama hep örtülü bir hüzün de var.

Kabahat rüyada diyen de çıkar ama rüya hırsızlarının, rüyaları kâbus kılan insanların hiç mi suçu yok! (Bkz. her gün yeniden yazılıp çizilen Güncel Türkiye Manzaraları)

Roni Margulies’in ölümü…

Dinlerken yarattığı hüzün, o davetkâr empati belki de Lennon’ın hüznünden koyu ya da daha farklı. O şarkısındaki “inanmama”, hiçbir şeye güvenmeme duygusu bugünün psikolojik, toplumsal havasında da geçiyor hep aklımdan.

“Dünya Değerler Araştırması”na göz attığımda Avrupa ülkeleri arasında birbirlerine en az güvenen insanların yaşadığı ülke Türkiye. Birçok araştırma dine duyulan güvenin de dindarlıktan çok dinlerin örgütlenme biçiminin yarattığı bir güveni işaret ediyor. Böyle bir coğrafyada bir şeye inanmak da, inanmamak da yaman mesele. En basitiyle ve köşeli hudutlarıyla sayfaları ikiye bölünmüş defter-i kebir.

Bu yazımı yazarken şair, yazar, gazeteci, çevirmen, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) üyesi Roni Margulies veda etti hayata, 68 yaşında. Aklımdan Oruç Arıoba’nın “Bir şairin gözleri kapanınca, dünyada görülecek şeyler azalır” sözü geçti. Öyle…

“İnanmama ve tehdit edilmeme hakkı”

Yazılarına, şiirlerine baktım tekrar. Margulies’in “İnanma ve inanmama hakkı” yazısını da yeniden okudum (Serbestiyet, 29 Ocak 2022). Yazısının spotundaki cümleleri bile inanma ve inanmamanın ülkemizdeki hâl-i pür melâline tercüman: “Herkes her istediğine inanmakta özgürdür. Kimse inançlarının doğruluğunu kanıtlamaya mecbur değildir. Ama aynı zamanda herkesin bir şeylere inanmama ve tehdit edilmeme hakkı vardır.”

“Başkalarının her istediklerine inanma hakkını ve inandıklarını ifade ve tebliğ etme hakkını ve bu inançlar doğrultusunda yaşama ve örgütlenme hakkını sonuna kadar savunurum. Savunmam gerektiği hakkında en ufak bir tereddüdüm yok ve olamaz.

Ama yanılıyor olduklarını, yanlış yaptıklarını söylemek ve istersem bar bar bağırarak söylemek de benim hakkım. Bazı kişiler üzülecek, kırılacak, saygısızlık edildiğini düşünecek diye benim bu hakkımın devlet tarafında kısıtlanmasını, yasaklanmasını doğru bulmam.

Irkçılık “ifade özgürlüğü” değil

Ama bunlar ‘normal koşullarda’ geçerli. Günümüzün Batı dünyasındaki koşullarda geçerli değil. Batı’daki ırkçılığın ana hedefi bugün Müslüman çoğunluklu ülkelerden gelen göçmenler, mülteciler, sığınmacılar. Batı’nın ana akım ırkçılığı artık İslamofobi.

(…) Çarpıcı İslamofobik eylemleri hayata geçirenler sıradan insanlar değil, hatta sıradan ırkçılar bile değil. Kur’an yakmak, göçmen derneklerine ve camilere silahlı saldırıda bulunmak örgütlü faşistlerin yaptığı eylemler.

İsveç’teki Rasmus Paludan da basit bir ırkçı değil, parti kurucusu. ‘Normal koşullarda’ inançlara saygıdan ziyade ifade özgürlüğünün önemsenmesi gerektiğini düşünürdüm. Fakat Batı’nın ırkçılık, İslamofobi ve işçi düşmanı koşullarında geçerli değil bu yaklaşım. Burada sorun saygısızlık değil çünkü, ırkçılık ve faşizm.”

“Nasıl bilirdiniz?”in akbabaları

Margulies’in ölümünün ardından sosyal medyada görüşüne, düşüncelerine katılmayan, karşı çıkan, bunu taziye mesajında da lisân-ı münâsiple dile getiren insanlar oldu elbet. Okuyabilse ilgiyle, dikkatle inceler, katılmadığı değerlendirmeleri tartışırdı belki.

Savunduğu düşüncelerde nezaketten, espriden uzak olmayan tartışmalarına, “fikri muhabbet”ine WhatsApp grubunda da olsa, azıcık, birkaç kez tanık da oldum. Dostlarıyla karşılıklı tebessümlerin, esprilerin eksik olmadığı görüş alış-verişleri… Farklı fikirlerin bereketli, özlenen, gülümseyen muhabbetleri. Çiçek sayısının “tartışıldığı” (!) “Yüz çiçek aşçın, bin fikir yarışsın” deyişi.

Ölümünün hemen ardından kanatlarını -yine- hevesle çırpan, uğursuz, pürtelâş çığlığını hakaretle, küfürle, hatta tehditle donatan, köpürten birkaç siyaset akbabası da oldu. O bile neredeyse “olağan” bir “Böyle koşullarda olacak elbet”e, “Böyle başa böyle tıraş”a dönüştü(rüldü) maalesef bu ülkede.

Ölüm İlanları’nın arsız takipçileri

Sadece rüyaları değil inanmayı-inanmamayı da kâbusa çeviren, kaostan, kâbustan, öyle bir yoldan, koyu karanlıktan, dar koridorlardan medet umanlar… Nefret etmeden, nefret suçu işlemeden iki laf etmeyi beceremeyenler, bunu görev edinenler… Var.

Margulies’in “herkesin bir şeylere inanmama ve tehdit edilmeme hakkı”na ölümünün ardından bile bir zerre saygı göstermeleri zaten varlıklarına, sürdürülebilir tabiatlarına, sığındıkları, nefes aldıkları o kirli “hayat”a aykırı da… Çenelerini beş dakika tutmaları bile imkânsız. Ölüm İlanları’nın, o yönde dillerinden, mesajlarından esirgemedikleri bedduaların hevesli, arsız takipçileri.

İşte bu ifade özgürlüğü değil, sokağa çıkıp farklı görüşte kitap, roman yakma bile değil, farklı düşüncelerin tümünü, insanları yakma, yok etme hevesi! Bazısı gizlemiyor bile… Şanı, tek rütbesi oradan.

(¹) Yarım asır filan önce “Anket Defterleri” popülerdi. Belki de kız-erkek ilişkilerinin, ilginin, meylin, aşkın kayda alınmasın, yazılı flört girizgahının, çağdaş “yazılma” argosunun da milâdı . Usturuplu sorularla kimsin, nesin, necisin, neleri sever, nelerden hoşlanırsın, en sevdiğin romanlar, filmler, şarkılar… Serbestiyet’te üç yıl önce o dönemin hissiyat muhasebesini tutan defter-i kebire değinmiştim: Yaşar Sökmensüer, “İlâm”-ı aşk, Serbestiyet, 3 Ağustos 2019.

- Advertisment -