Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla başlayan savaş üçüncü yılına girdi. Hamas’ın geçtiğimiz 7 Ekim saldırısıyla başlayan Gazze savaşı da beşinci ayını doldurdu. Her ikisinin de yol açtığı korkunç zayiata rağmen kısa zamanda biteceğine ilişkin herhangi bir işaret yok. Her iki savaşın ortak yönü, saldırganların yani Rusya ile İsrail’in düşmanlarının koşulsuz denecek şekilde teslimi üzerinde ısrar etmesi, uluslararası toplumun da bölünmüşlüğü ve aczi nedeniyle savaşları durdurmaya gücü olmamasıdır denebilir.
Ukrayna savaşının yıldönümü hakkında çok şey yazıldı ve söylendi. Çoğu yorumcu Putin’in Kyiv rejimini devirmek, yerine bir kukla yönetimi oturtmak, daha geniş bir anlamda eski Rus imparatorluğu topraklarını yeniden ele geçirmek iddiasından vazgeçmediğini, ayrıca 400.000’e yakın asker kaybetmiş olan ülkesine mevcut duruma dayalı bir çözümü kabul ettirmenin güçlüğü karşısında savaşa devam etmekten başka seçeneği olmadığını düşünmekteler. Putin için belki en önemli sorun Ukrayna’daki rejim değişmediği takdirde yanı başında canlı bir demokrasinin kendi diktatörlüğü için yarattığı tehlikedir. Sırf o nedenle bir ateşkesi kabul etmeyeceği açıktır. Bunu defalarca söyledi. Putin başta kaldığı sürece uzlaşı mümkün görünmüyor.
Zelenskyy açısından bakıldığında da uzlaşı zor görünüyor. Rusya o kadar zayiattan sonra ülke topraklarının sadece %15’ini işgal edebildi. Sırf aylar süren Avdiikva muhasarasında Rus ordusunun verdiği kayıp 47.000 olarak tahmin ediliyor. Ele geçen de orta boy bir şehirden ibaret. Oysa üç yıl süren Kurtuluş Savaşımızda verilen şehit sayısı tam bilinmemekle beraber 20.000-40.000 arası olarak tahmin ediliyor. Ayrıca Putin iktidarda kaldığı sürece şimdiki duruma dayalı olarak onunla yapılacak bir ateşkesin ne kadar kalıcı olacağı endişesi muhakkak Zelenskyy için geçerlidir. İki yıl geçtikten ve muazzam kayıplardan sonra en azından görünürde emellerinden vazgeçmeyen Putin’in ateşkesi yaralarını sarmak ve güçlendiğini hissettiğinde yeniden saldırıya geçmek için kullanacağını düşünmekte Zelenskyy tabii haklıdır.
Haliyle Ukrayna’nın direnmesi ancak Batıdan aldığı destekle mümkün olabiliyor. Savaşın yıldönümü Avrupa ve ABD liderlerinde desteği yenileyen ifadelerle anıldı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron bayağı ileri giderek, gerekirse NATO’nun Ukrayna’ya asker göndermesinin de bir gün gündeme gelebileceğini, herhalvekarda Putin’in savaşı kazanmasına izin verilmemesi gerektiğini söyledi. Rusya’nın tepkisi gecikmedi: NATO askerlerinin Ukrayna’ya gönderilmesinin Rusya için bir savaş sebebi teşkil edeceği Rus sözcüler tarafından ilan edildi. Bu arada sofistike silahların kullanımına yardımcı olmak için aslında bazı NATO ülkesi askerlerinin gizlice zaten Ukrayna’da bulunduğu haberi de bu ortamda sızınca işler biraz daha karıştı. Macron’un sözlerine en şiddetli tepki başından beri savaşı sınırlandırmaya çalışan, bu amaçla örneğin Ukrayna’nın istediği ve cepheye uzak Rus hedeflerini vurabilecek güçte olan uzun menzilli füzeleri vermeyi kabul etmeyen Almanya Şansölyesi Scholz’dan geldi. AB’nin en güçlü iki ülkesinin liderlerinin bu şekilde bu kadar ciddi bir konuda birbirlerinin zıttı fikirler beyan etmeleri tabii hoş olmamıştır. Putin’in kıs kıs güldüğünü tahmin etmek mümkün.
Savaşın getirdiği en önemli değişiklik 1945 sonrası Avrupa’daki ilişkileri altüst etmiş olmasıdır. Özellikle Helsinki süreci dediğimiz, 1975’li yıllardan başlayan ve Soğuk Savaş bittikten sonra iyice hız kazanan yumuşama, işbirliği ve güvenlik ortamı artık ortadan kalkmıştır. Helsinki sürecinin kurumsallaşmış hali ve merkezi Viyana’da bulunan Türkiye dahil 57 üyeli Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatının (AGİT) bu devirde ne yaptığını merak ediyorum doğrusu. Aynı şekilde merkezi İstanbul’da olan Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) de işlevsiz kalmıştır. Merkezi Cenevre’de bulunan ve bu iki kuruluştan çok önce Doğu ve Batı Avrupa arasında diyalog ve işbirliği forumu olarak faaliyet gösteren Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (AEK) da atıl kalmıştır muhakkak. Ama her üç örgütü de kapatmak tabii gündemde değildir. Daha iyi günlerin gelmesi muhakkak ilgililer tarafından ümit edilmektedir.
Barış ve işbirliğini pekiştirmek için kurulmuş örgütlerin geleceği bir yana, Avrupa’da savaş davulları endişe verecek ölçüde daha çok duyulmaktadır. Son günlerde Birleşik Krallığın eski Genelkurmay Başkanı 1960’lı yıllarda kalkmış olan zorunlu askerliğin geri getirilmesi çağrısında bulundu. Gerçi Savunma Bakanı böyle bir planları olmadığını açıkladı ama bu konuda devam edecek bir tartışmanın açıldığı kesin. Danimarka ve İsveç’te de makam sahipleri tarafından ülkelerinin birkaç yıl içinde savaşa hazır olması gerektiğine ilişkin açıklamalar yapıldı. Estonya Başbakanı Putin Ukrayna’da emellerine ulaşırsa gelecek hedefinin ülkesi olacağını söyledi. Bu ihtimale değinen ve Estonya nüfusunun nerede ise yarısının Rus kökenli olduğuna dikkat çeken başka yorumculara da rastladım. Estonya’ya yapılacak bir saldırıya NATO ve AB yükümlülüklerine uygun bir şekilde karşılık verirse Üçüncü Dünya Savaşı çıkar. Karşılık vermezlerse ne AB’nin ne de NATO’nun işlevi kalmış olur.
Savaş olasılığı en azından şimdilik ve Putin Ukrayna’yı yenmedikçe veya kontrolü kaybettiği bir anda nükleer silah düğmesine basmadıkça pek yakın görülmemektedir. Ancak Ukrayna’nın savaşı kaybetmemesi için gerçekten ne yapılması gerekiyorsa yapılmalıdır. Savaşın ne olduğunu çok iyi bilen Romalıların bir atasözü vardı: “Si vis pacem, para bellum” (Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol). Avrupa da bunu yapıyor. Trump’un yeniden seçilmesi ihtimaline karşın Avrupa’nın Amerika’sız savunma durumunda kalabileceği düşüncesiyle otonom bir güç oluşturma fikri en azından dile getiriliyor. Bunun için savunma bütçelerinin büyük miktarda arttırılması, sosyal harcamaların azaltılması gerektiğine dikkat çeken ve kamu oyunu hazırlamaya yönelik açıklamalar şimdiden Avrupa’lı siyasetçiler tarafından yapılmaktadır.
Batı zaman zaman bazı soru işaretlerine yol açacak tereddütlere de meydan vermekle beraber Ukrayna’yı destekliyorsa da, aynı şeyi dünyanın kalan kısmı için söylemek mümkün değil. Ukrayna savaşını Rusya’nın kendi kendine değil, Batının tahriki üzerine başlattığı yolundaki Rus propagandasına inanan birçok Latin Amerika, Afrika ve Asya ülkesi Batı ülkelerinin öncülüğünde uygulanan yaptırımları reddetmek suretiyle Rus ekonomisinin en azından şimdilik ayakta kalmasına yardımcı olmakta. Tabii Rusya ile ticaretini sürdüren ülkeler arasında biz de varız. Gerçi birçok Avrupa şirketinin de yaptırımları delmekte rol aldığı de yadsınamaz. Bu sayede, savaşın uzayabilmekte olduğu bir gerçektir.
Yazının başında gerek Ukrayna savaşında, gerek Gazze savaşında dış dünyanın ortak bir tutum benimseyemediğinden bahsetmiştim. Ukrayna savaşında en azından sivil halkın savaşın ilk günlerinden sonra cepheden uzaklaşması sayesinde sivil zayiat sınırlı kalmıştır. Bugün milyonlarca Ukrayna vatandaşı çeşitli Avrupa ülkelerine göç etmiştir. Bu tür durumlarda her zaman karşılaşıldığı şekilde savaş bittikten sonra dahi 1/3’inin ülkelerine dönmeyip bulundukları yerlerde kalmaları beklenmektedir. Batı ülkelerinde iş gücü açığını kapatmaları, eğitimli olmaları ve din başta olmak üzere başka nedenlerle entegre olmalarının nispeten kolay olduğu da bir gerçektir.
Ukrayna’lılara açık olan Türkiye dahil yakın veya uzak komşularına göç etme imkanı sayıları 2 milyonu bulan Gazze halkı için mevcut değil. Mısır, aynı dil, din ve etnik kimliğe sahip olan Gazze halkına kapılarını kapattı. Savaş acımasız bir şekilde devam ediyor, Türkiye’de medya dikkatini tamamen iç tartışmalar ve yaklaşan yerel seçimlere çevirdi ancak yabancı haber kanalları o dehşet veren manzarayı izleyicilerine her akşam gösteriyor. 5 ayda verilen kayıp 30.000’e ulaştı. Ancak Ukrayna savaşında olduğu gibi Gazze savaşında da uluslararası toplum ahenkli bir tutum benimseyemedi. Ukrayna konusunda ayırım Batı ile diğer ülkeler arasındayken, Gazze savaşında ayırım hem Batı ülkeleri hem de üçüncü ülkeler arasında. AB ülkeleri arasında Almanya başta olmak üzere bir grup katıksız İsrail destekçisi, İspanya ve Belçika ise daha dengeli tutum içinde. Dış dünyada da benzer farklılaşmalara rastlıyoruz. Brezilya ve Güney Afrika Filistin’lileri desteklerken, Hindistan ve Azerbaycan daha sessiz bir şekilde de olsa İsrail’den yana.
Bu bölünmelerin neticesinde savaşlar devam ediyor, tek amaç en azından şimdilik yayılmalarını engellemek olarak gözüküyor. Avrupa’lıların korkusu savaşın kendi ülkelerine yayılması, Orta Doğu’da da hedef aynı şekilde mücadelenin bir çember içinde tutulması. Ne yazık ki Birleşmiş Milletler ABD ve Rus vetoları karşısında her iki savaşta da işlevsiz kaldı. Birleşmiş Milletlerin bir yan kurumu olan Uluslararası Adalet Divanı (UAD)insanların vicdanını belki bir ölçüde rahatlatan ancak ne yazık ki pratik bir sonucu olmayan bir davayı yürütmekten ve onu zamana yayarak etkisini büyük ölçüde azaltmaktan başka bir şey yapamadı. Hızını alamayan ve kırk yılı aşkın bir süredir şiddet kullanarak ayakta kalmayı başaran Nikaragua rejimi de kendi performansına bakmadan Almanya’nın İsrail politikası nedeniyle UAD’de onu aleyhinde dava açmaya kalkıyor.
Sonuç olarak dünyamızın tehlikelerle dolu bir dönemden geçtiği gerçeğiyle yüzleşmek gerekiyor. Benim nesilden olanlar neredeyse Soğuk Savaşı özler duruma gelecekler. O zamanlar Batı dünyası ABD etrafında kenetlenmiş, nükleer şemsiyesinin güvencesi altında huzur içinde yaşayabiliyordu. Dünyanın çeşitli kıtalarında meydana gelen vekalet savaşları karşı iki blokun desteklediği ülkeler arasında cereyan ettiği ve her iki blokun da savaşın çığırından çıkmasını istemediği için frenlendiği nispeten sakin bir dönem yaşadık. Soğuk Savaş bittikten sonra 20 yıl kadar devam eden yumuşama dönemi Putin’in sebep olduğu saldırılarla bitti. Bu gidişle de geri gelmeyecek. Bütün dünyanın buna hazırlıklı olması gerekiyor. Ülkemizde de kafamızı kumdan çıkarıp biraz etrafımızda olup bitenlere baksak iyi olur aslında.