Ana SayfaGÜNÜN YAZILARISavaşın tweet hâli: Trump ve yeni bir despotizm estetiği

Savaşın tweet hâli: Trump ve yeni bir despotizm estetiği

Donald Trump’ı anlamak, onu sevmekten veya ondan nefret etmekten daha karmaşık bir şey. Çünkü Trump, klasik siyaset figürlerinin sınırlarını aşarak bir “duygu rejimi” olarak işliyor. Ne tamamen muhafazakâr, ne tamamen popülist. Ne tam anlamıyla ciddi, ne de tamamen maskara. Trump’ın en güçlü yönü, bu ikilemleri aynı anda taşıyabilmesi. Kendisini hem “barış getiren lider” olarak sunabiliyor, hem de “kıyameti başlatmaya hazır” bir figür gibi konuşabiliyor. Bu çağın despotları mit değil; akış, performans ve duygu dalgası. Onlar sabit kalmıyor, sadece yön değiştiriyorlar. Bu yüzden Trump’ın ardında bıraktığı en büyük miras belki de şu: Artık despotlar konuşmuyor, tweet atıyor.

Dünyanın yeni despotları artık üniformalı general figürleri değiller. Krizleri çözmekten çok yönetir gibi görünen, tehdit ile vaat arasında gidip gelen, öngörülemezlikten güç devşiren “oyuncu figürler”. Bu çağın en görünür simalarından biri Donald Trump. İran-İsrail çatışması gibi yüksek gerilimli bir konuda, bir yandan nükleer tehditleri tırmandıran söylemleriyle dünyayı alarma geçirirken, diğer yandan attığı birkaç tweetle barışçıl bir mesajın ima edilebileceği hissini uyandırıyor. Bu çelişkili ve istikrarsız imge nasıl açıklanabilir, sorusu tam da bu zamanlar için önem arz ediyor.

Bülent Diken’in Metis Yayınları’ndan çıkan “Yeni Despotizm” adlı çalışmasında belirttiği üzere, günümüzün despotları otoriteyi istikrarla değil, duygusal dalgalanmalarla kuruyor. Liderin belirsizliği artık zayıflık değil; stratejik bir etki biçimi. Trump örneğinde olduğu gibi, barış ve savaş, tehdit ve umut, aynı anda dolaşıma sokulabiliyor. Bu yazıda Trump figürü üzerinden yeni despotizmin nasıl çalıştığını, özellikle İran-İsrail gerilimi gibi çatışma alanlarında nasıl etkili olduğuna dair gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.

Şovmen mi Stratejist mi? Trump’ın Belirsiz Persona’sı

Donald Trump’ı anlamak, onu sevmekten veya ondan nefret etmekten daha karmaşık bir şey. Çünkü Trump, klasik siyaset figürlerinin sınırlarını aşarak bir “duygu rejimi” olarak işliyor. Onun siyaseti, geleneksel ideolojik çizgilerin çok ötesinde: ne tamamen muhafazakâr, ne tamamen popülist. Aslında ne tam anlamıyla ciddi, ne de tamamen maskara. Trump’ın en güçlü yönü, bu ikilemleri aynı anda taşıyabilmesi. Kendisini hem “barış getiren lider” olarak sunabiliyor, hem de “kıyameti başlatmaya hazır” bir figür gibi konuşabiliyor. Ve garip bir şekilde her iki hâli de kamuoyunda yankı buluyor.

İran-İsrail geriliminde sergilediği tutum bunun en çarpıcı örneklerinden biri. Bir gün tweet atarak “Artık savaşlar değil, barış zamanı” diyebiliyor, ertesi gün kameraların karşısında İran’ı “yerle bir etmekten” söz ediyor. Bu çelişkili pozisyonlar, zannedildiği gibi bir tutarsızlığın değil, bir stratejinin parçası. Çünkü Trump’ın esas gücü, kaos üretmesinde değil; o kaosu yönetilebilir göstererek meşrulaştırmasında. Belirsizlik onun sahası, kargaşa onun dili.

Bu noktada devreye Bülent Diken’in Yeni Despotizm kavramsallaştırması giriyor. Diken, klasik diktatör figüründen farklı olarak, yeni despotların gücünü sertlikten değil esneklikten, dayatmadan değil duygusal manipülasyondan aldığını söyler. Trump, tam da bu modelin çalışır hâli: bir gün tweet’le sempati toplar, ertesi gün televizyon ekranında tehdit savurur, sonra yeniden şakacı bir dille dünya barışına göz kırpar. Bu tutum, Trump’a olan inancı değil, ona duyulan bağımlılığı güçlendirir. Ne yapacağı belli olmayan bir liderin etrafında hayat, hep “askıya alınmış bir olağanüstü hâl” gibi sürer.

Bu durum, klasik otoriterlikten farklı olarak istikrarsızlığı norm haline getiren bir siyaset biçimi yaratır. İnsanlar onunla aynı fikirde olmasalar bile, onun hakkında konuşmaktan vazgeçemez. Belirsizlik, burada bir zaaf değil, bir dolaşım aracıdır. Diken’in ifadesiyle:

“Yeni despotik figür, halkın duygularını yöneterek, istikrarsız bir istikrar yaratır.”

İşte Trump da bu istikrarsız istikrarın cisimleşmiş hâli. O bir karizma değil, bir yankı odası. Kim ne duymak istiyorsa onu bulduğu bir yankı odası. Barış mı arıyorsun? Trump’ın bir tweet’inde var. Savaş mı istiyorsun? Onun tehdidinde çoktan hazır. Onun politikası, ne söylediğinden çok nasıl yankılandığıyla ilgilidir. Ve bu yankının yönü her gün değişebilir.

Savaşın Sessizliği, Barışın Gürültüsü

Modern dünyada savaş artık sadece cephenin, barış ise sadece diplomasinin konusu değil. Her şey, görünürlüğün, imajın ve duyguların bir parçası. Trump gibi liderler, bu yeni düzlemde yalnızca politik figürler olarak değil; aynı zamanda bir medya fenomeni, bir mesajlar labirenti olarak var oluyor. Attığı bir tweet, milyonlarca insanın kalp ritmini değiştiriyor; bir televizyon röportajı, küresel borsaları sarsıyor. Peki, bu kadar belirsizliğin ortasında neden hâlâ birçok insan onun “barış getirebileceğine” inanıyor?

Çünkü yeni despotik akıl, barış kavramını da savaşın bir parçası haline getiriyor. Trump, İran’ı tehdit ederken aslında İsrail’e göz kırpıyor; “barışı sağlamak için her yolu denerim” dediğinde ise bölge halklarına değil, Amerikan seçmenine konuşuyor. Savaş artık bir şeyin sonucu değil, bir gösterinin perdesi. Barış ise, bu perdenin gerisinde kalan seyirciye verilen müzik: ne kadar naif, o kadar etkili.

Bülent Diken, yeni despotların barışı bile bir duygu mühendisliği aracı olarak kullandığını söyler. Barış söylemi, bir güven vaadinden çok, istikrarsızlık anında yeniden “güç odağını” belirlemenin bir yoludur. Trump’ın en iyi bildiği şey bu: Bir yandan barışı dillendirerek destek toplamak, diğer yandan savaşı ima ederek o desteği sürekli tetikte tutmak. Bu bir tür duygusal mobilizasyon döngüsü. Ne tam huzur, ne tam çatışma. Sürekli bir “bekleyiş hali”.

İran-İsrail savaşında Trump’ın doğrudan cephede yer almaması, onun pasif olduğu anlamına gelmez. Asıl rolü, bu savaşın anlatısını şekillendirmektir. Savaşın kimin suçu olduğu, kimin daha zalim, kimin daha mağdur olduğu… Bu anlatının sahipliği, artık mermilerden çok kelimelerle, imajlarla, ses tonlarıyla kuruluyor. Ve Trump bu savaşı, eline silah almadan ama herkesin zihnine bir tehdit bırakarak sürdürüyor. Despot artık tankın başında değil; mikrofonun arkasında, ekranın önünde, tweet’in içinde. Savaş da artık sadece ölümle değil; belirsizlikle, korkuyla, yorgunlukla inşa ediliyor. Diken’in sözleriyle:

“Despot, günümüzün yıkıcılığı en incelikli yöneten figürüdür. Onun gücü, yıktığını onarmamasında değil, yıktığını onarır gibi göstermesindedir.”

Trump, işte bu yeni yıkım modelinin mükemmel temsilcisi: Ne bir kurtarıcı ne bir cellat. Sadece bir üretici – kaos üreticisi.

Belirsizliğin Rejimi: Yeni Despotlar ve Siyasi Duygusuzluk

Yeni despotizm, yalnızca otoritenin yeniden sahneye dönüşü değil; aynı zamanda siyasetin duygular üzerinden yeniden kurgulanmasıdır. Bülent Diken’e göre bu yeni modelde despot, halkı zorla değil, bir tür “duygusal çöküntü atmosferi” içinde yönetir. Korku, belirsizlik, yorgunluk… Hepsi birer araç. Despotun gücü, halka ne vaat ettiğiyle değil, onları nasıl güvende hissettirmediğiyle ilgilidir. Çünkü artık güvensizlik istikrardır.

Donald Trump bu rejimin figüratif doruk noktasıdır. O bir “istikrarsızlık sağlayıcısı” olarak ortaya çıkar. Bir gün tehditkâr, ertesi gün uzlaştırıcı. Sözleri çelişir, ama bu çelişki onun dili haline gelir. Tutarsızlık onun yeni karizmasıdır. Ve işte bu noktada devreye “sistematik belirsizlik” girer.

Diken’in analizine göre, yeni despotizm üç temel stratejiyle işler. Birinci strateji olan “tutarsızlıkla inşa edilen meşruiyet”te, despot artık “kararlı” değil, “öngörülemez”dir. Bu, halkın onun her adımını merakla takip etmesini sağlar. Trump’ın sabah attığı tweet akşam televizyon haberlerine yön verirken, bu öngörülemezlik siyasetin kendisini bir medya gösterisine dönüştürür.

“Duygusal aşındırma” olarak nitelenen ikinci stratejide halk, sürekli alarm durumunda kalır. Umut kısa ömürlüdür, tehdit kalıcıdır. Barış vaadi bile huzur değil, “biraz daha bekleme hakkı” sunar. Diken’in ifadesiyle:“Yeni despotizm, ne savaşı tam olarak başlatır ne de barışı tam olarak getirir. Sürekli bir ‘bekleme hali’ yaratır.”

“İronik temsil” yani üçüncü stratejide ise  yeni despotlar, kendilerine biçilen rolün farkındadır. Ve bu rolü kimi zaman ironik biçimde oynarlar. Trump’ın mizahı, gafları, kabalıkları bir zayıflık değil; onun halkla kurduğu “duygusal ittifakın” bir parçasıdır.

Bu çerçeve, Giorgio Agamben’in “olağanüstü hâl rejimi” kavramıyla da örtüşür. Agamben’e göre, çağdaş siyaset yurttaşlara artık doğrudan hak tanımaz; onları sürekli “istisna hâlinde” tutar. Despotlar bu istisna hâlini sürekli uzatarak, onu norm hâline getirir. Trump’ın dilindeki belirsizlik ve kararsızlık, bu sürekli istisnayı canlı tutar.

Sonuç olarak, Trump sadece bir siyasetçi değil; yeni bir yönetim biçiminin, yeni bir halkla ilişki kurma modelinin sembolüdür. Otoritenin yeni formudur: katı değil elastik, net değil muğlak, baskıcı değil daima tetikte tutan. Ve tam da bu yüzden yıkılması zor bir figürdür. Çünkü bir sistemi değil, bir hissi temsil eder.

Hegemonya Olarak Belirsizlik: Duygunun Savaşla Yer Değiştirdiği Alan

Trump’ın siyasetinde asıl mesele ne söylediği değil, nasıl hissettirdiğidir. Barış çağrısı yaparken tedirginlik uyandırabilir; savaş tehdidinde bulunurken umutla anılabilir. Çünkü çağdaş iktidarın merkezinde artık ideolojik netlikler değil, duygusal dalgalanmalar vardır. Duygu, iktidarın yeni dili haline gelirken; savaş da bir duygunun—en çok da korkunun—sürdürülme biçimine dönüşür.

İran-İsrail gerilimi süresince Trump’ın oynadığı “hem savaş çığırtkanı hem barış elçisi” rolü, tam da bu yeni hegemonya biçiminin göstergesidir. Despotik figür artık savaşı başlatmaz; onu başlatılabilir kılar. Bu potansiyel durumun kendisi, savaşın yerini alır. Sonuçta korku, ölümden daha sürdürülebilirdir.

Bülent Diken’in ifadesiyle: “Yeni despotik akıl, eylemsizliğin değil, sonsuz olasılıkların tehdidiyle işler.” Trump, bir ülkeye füze atmadan da savaş açabilir; çünkü onun söylemi, zaten psikolojik bir cephe kurmuştur.

Bu durum, Carl Schmitt’in klasik “dost-düşman ayrımı” üzerine kurulu siyaset anlayışının da ötesindedir. Artık kim dost, kim düşman belli değildir. Sadece belirsiz bir “tehlike alanı” vardır. Ve bu alanı yöneten, halkın duygularını yönlendiren kişidir. Trump, işte bu duygusal araziyi çok iyi tanır. Barış dediğinde herkes tedirgin olur. Savaş dediğinde kimse şaşırmaz. Bu bir söylem başarısı değil, bir duygu mühendisliği zaferidir.

İşte bu bağlamda barış söylemi bile hegemonik bir araca dönüşür. Barış artık gerçek bir eylem değil, bir gecikme biçimi haline gelir. Ne olacaksa yarın olur. Ne çözülüyorsa başka bir oturumda çözülür. Sürekli erteleyen, ama bu erteleme sayesinde gündemi kontrol eden bir lider tipi: despot değil, yapımcı. Krizleri çözmez, üretir. Ama öyle bir biçimde üretir ki, onu izlemekten başka seçeneğiniz kalmaz.

Yeni despotizmin savaş algısı, sadece bombaların değil, algıların kontrolüne dayanır. Gerçek çatışmanın yerine simüle edilmiş çatışmalar geçer. Tweetler, hava saldırıları kadar sarsıcı hale gelir. Barış bildirileri, tıpkı propagandalar gibi duygusal manipülasyon içerir. Ve bu manzarada Trump gibi figürler yalnızca lider değil, aynı zamanda hikâye anlatıcısıdır. O hikâyede düşman çoktur ama çözüm hep ertelenir.

Belirsizliğin Despotu ve Seyirci Demokrasi

Donald Trump’ı anlamak için onu ideolojik bir kategoriye yerleştirmek yetersiz kalır. O bir sağcı, muhafazakâr ya da otoriter değil yalnızca; aynı zamanda bir duygu stratejisti, bir belirsizlik yöneticisi, bir yankı ustasıdır. Onun iktidarı emirle değil ima ile işler, baskıyla değil beklentiyle büyür. Bu yönüyle Trump, Bülent Diken’in tanımladığı yeni despotizmin en görünür ve etkili figürlerinden biridir.

Trump’ın liderlik biçimi, artık klasik diktatörlükten çok daha farklı bir evreyi temsil ediyor. Karizma ile kaosun, umut ile korkunun, tweet ile tehdidin arasında salınan bir yönetim biçimi. Belirsizlik onun gücü; çelişki onun dili; istikrarsızlık ise onun normudur. Ve bu norm, sadece Amerika’yı değil, küresel siyaseti de biçimlendiriyor. İran-İsrail savaşında ya da diğer kriz anlarında Trump gibi figürlerin yaptığı şey, çatışmayı çözmek değil, onu izlenebilir hale getirmek, anlatılabilir kılmak. Savaş bir medya içeriğine, barış ise bir pazarlama stratejisine dönüşüyor.

Bu koşullarda yurttaş olmak da değişiyor. Eskiden yurttaş, hak talep eden, hesap soran bir özneydi. Bugün ise çoğu zaman pasif bir izleyici, duygu pazarında dalgalanan bir tüketici haline geliyor. Demokrasi, ekran karşısında gerçekleşiyor; kararlar tweet’lerle duyuruluyor. Despot artık halkı bastırmıyor — onu konuşmamaya ikna ediyor. Çünkü herkes onun ne diyeceğini bekliyor ama kimse onun ne demek istediğini tam olarak bilmiyor.

Bu çağın despotları mit değil; akış, performans ve duygu dalgası. Onlar sabit kalmıyor, sadece yön değiştiriyorlar. Bu yüzden Trump’ın ardında bıraktığı en büyük miras belki de şu:
Artık despotlar konuşmuyor, tweet atıyor. Ve biz, bunu anlamaya çalışırken, belki de çoktan susmayı kabullenmiş oluyoruz.

- Advertisment -