Geçen haftaki yazımda Birleşmiş Milletlerin bugünkü dünyamızda karşılaştığımız sıcak savaşları önlemekte ve başladıktan sonra durdurmaktaki aczine değinmiştim. Sorun örgütün zaafından ziyade üye ülkelerin irade eksikliğinden kaynaklanıyor. Bu durum da zaten dünyada yoldan çıkan ülkeleri yola sokacak bir jandarma olmasını istemeyenlerin arzularını yansıtmaktadır.
Savaşları durdurmak dış müdahaleyle olamıyorsa başka seçenek nedir sorusunu cevaplamaya çalışmak yakın çevremizde iki kanlı mücadelenin devam ettiği ortamda belki gereklidir. Tabii ileriyi tahmin etmeye çalışmak, özellikle uluslararası sahne söz konusu olduğunda bir hayli tehlikelidir. Uluslararası ilişkilerde yapılan hataların belki en önemlileri öngörüsüzlükten kaynaklanıyor diyebiliriz. Liderler önlerini göremiyor ve bu yüzden hata yapabiliyorlarsa, benim gibi alelade vatandaşlar için haliyle bu daha da zordur.
Geriye baktığımızda savaşlar ya bir tarafın tükenmesi neticesinde teslim olması, ya da başka devletlerin araya girmesiyle yapılan barış müzakereleriyle sona erdiğini, çok genel ifadelerle ifade etmek mümkün. Örneğin Birinci Dünya Savaşı Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğunun tükenmesi neticesinde teslim olmalarıyla bitmiştir. Arkasından gelen Kurtuluş savaşımız Yunanistan’ın yenilgisi ve işgal ettiği Anadolu ve Trakya topraklarından çekilmesiyle sona ermiştir. İkinci Dünya Savaşında Almanya yenilmiş, işgale uğramış ve teslim olmaya mecbur kalmıştır. Japonya cephede yenilmemiş olmakla beraber ülkesine atılan iki atom bombasının yarattığı felaket neticesinde savaşın sürdürülebilir olmadığına kanaat getirerek teslim olmuştur. Bazı savaşlar, mesela Kore Savaşı, her iki tarafın da kesin galibiyeti veya mağlubiyeti olmaksızın ateşkesle geçici olarak sonlandırılabilmekte, sonra bu ateşkesin on yıllarca yerini kalıcı bir barışa bırakmaksızın devam edebildiğini göstermektedir. Vietnam’da ABD ciddi bir hezimete uğramış, askerlerini çektikten sonra kurmaya çalıştığı yönetim kısa zamanda yıkılmıştır. Afganistan’da değişik dönemlerde Sovyetler Birliği ve ABD yenilgiye uğramış, askerlerini geri çekmek durumunda kalmıştır. Orta Doğu’da ise İsrail ile çeşitli Arap ülkelerin arasında 1948, 1956, 1967 ve 1973 yıllarında meydana gelen savaşları büyük ölçüde İsrail kazanmış, genelde de bu sayede topraklarını genişletmeye başarmıştır. Ancak savaş bitse de, yerini kalıcı bir barışa bırakmadığı malum. Buna karşılık 1980 ile 1989 yılları arasında dokuz yıl devam eden İran-Irak savaşı herhangi bir toprak alışverişi olmadan sona ermiştir.
Bunlar ilk akla gelen örnekler. Bu örneklerin bölgemizde devam etmekte olan ve her gün binlerce ölüme sebep olan iki sıcak savaşın ne şekilde bitebileceğine ilişkin bir ışık tutabilmelerinin mümkün olup olmadığına bakmalı belki.
İlk önce söylenebilecek şey her iki savaşa da dışarıdan müdahale olmayacağıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Avrupa kıtasında çıkan ilk sıcak mücadele olan Yugoslavya’daki savaş, ABD’nin liderliğinde NATO’nun kararlı müdahalesiyle sona ermiştir. Ancak bu müdahale Yeltsin Rusya’sının işe karışmama kararıyla mümkün olabilmiştir. Bugün olsa Putin’in bölgedeki proaktif siyaseti neticesinde ABD askeri uçaklarının 1995 yılında olduğu gibi Belgrad’ı bombalamasına sessiz kalacağı şüphelidir.
Bugünkü şartlarda ne Ukrayna savaşında, ne de Orta Doğu’da buna benzen bir dış müdahale olası görülmediğine göre ve saldırgan taraflar olan Rusya ile İsrail’e karşı kısmen yarım ağızla uygulanan yaptırımlar da fazla etkili olmadığına göre savaşların kendi dinamikleriyle devam etmesi en kuvvetli ihtimaldir. Özellikle Gazze ve Lübnan’da meydana gelen mezalimin boyutları her gün artsa ve kamu oylarında infiale yol açsa da uluslararası toplumda değil müdahalede bulunmak, yaptırımları etkinleştirmek iradesinin bulunmadığı açıktır. AB ülkeleri arasında hem Ukrayna’da hem de Orta Doğu’da fikir birliği bulunmaması zaten bu ihtimali ortadan kaldırmaktadır.
Dolayısıyla her iki savaşın da taraflardan biri tükenmeden maalesef sona ermesini beklemek yanlış olur. Aslında her ikisinde de muazzam miktarda zaiyat verilmesi açısından ikisinin arasında önemli benzerlikler olduğunu söylemek mümkün. Diğer bir benzerlik ise her iki savaşı sona erdirme iradesinin bulunmayışıdır. Her ikisinde de tarafların hiç biri henüz tükenme noktasına gelmemiş gibi. Dolayısıyla emellerinden vazgeçmeye hazır gözükmüyor.
İlk önce Ukrayna’yı ele alırsak savaş başlayalı iki buçuk yıl olmasına ve nüfus ile kaynak açısından düşmanından çok daha geniş imkanlara sahip olmasına rağmen Rusya hedeflerine ulaşmaktan bir hayli uzak. Şu anda cephede günde bin asker kaybettiği hesaplanıyor. Bu muazzam kayba rağmen elde edebildiği toprak kazancı son derece sınırlı. Savaşın bir etkisi Ukrayna’da daha önce pek yaygın olmayan millet hissinin gelişmesi olmuştur. Bunun yanında vatanseverlik kavramı da oluşmuştur. Ukrayna halkının çoğunluğu hala Rusya’nın işgal ettiği Kırım dahil tüm topraklardan çekilmedikçe barış müzakerelerine yanaşmadığı görülmektedir. Gerçi bu çoğunluk zamanla azalmaktadır. Ancak kahraman Cumhurbaşkanı Zelensky hala o çizgiyi sürdürüyor. Daha birkaç gün önce Brüksel’de katıldığı AB Zirvesinde en azından söylemde AB ülkelerinin güçlü desteği kendisine yenilendi. Silah ve para kaynakları Ukrayna’ya akmaya devam ediyor. Her ne kadar Almanya, Fransa ve başka ülkelerde aşırı sağ akımlar bu desteğin azalmasını talep ediyorlarsa da hükümetler en azından şimdilik bunlara kulak asmıyor. Rusya’ya yakınlıklarıyla bilinen Macaristan ve Slovakya hükümetleri ise AB içindeki oydaşmayı önemli konularda bozmuyorlar.
Rusya açısından bakıldığında bu kadar büyük katliamlara sebep olan Putin’in emellerinin en azından bir kısmına ulaşmadan barış masasına oturmak isteyeceği beklenmemelidir. Tabii onun için tehlike yakın çevresinin bu savaşın kazanılamayacağına karar vererek bir saray darbesiyle ondan kurtulmaya çalışmasıdır. Buna ilişkin herhangi bir işaret yoktur. Ancak 2023 yılında kendisine baş kaldıran sonra esrarengiz bir şekilde mücadelesine son veren ve arkadan yine esrarengiz bir uçak kazasında ölen paralı asker Wagner oluşumunun lideri Prigojin’in ne kadar büyük süratle birkaç şehri ele geçirdiği unutulmamalı.
Gazze ve Lübnan savaşlarında da kısa zamanda bir son beklenmemelidir. İsrail sanki düşmanlarına nazaran emellerine ulaşmakta onlardan daha yakın. Hamas ile Hizbullah liderlerini yok etti. Hamas lideri Yahya Sinvar’ın beklenmedik bir anda öldürülmesinin geçici ateşkes ihtimalini yükselttiği yorumları yapılmaktadır. Nihayet Sinvar’ın her hal ve karda İsrail tarafından öldürüleceğini bildiği için ateşkese yanaşması beklenmemekteydi. Ancak Hamas’ı büyük ölçüde zayıflatmış olan İsrail’in olası müzakerelerde el yükseltmesi ve Gazze ile Mısır arasında bir koridor talebinde ısrar etmesi beklenebilir. Lübnan nüfusunun da 1/4’ini kaçmaya mecbur eden İsrail silahlı kuvvetleri Hizbullah’ı da yine büyük ölçüde zayıflattı.
Buna karşılık geçen yıl siyasi kariyerinin sonuna geldiği iddia edilen Başbakan Netanyahu’nun ülke içindeki prestiji yükselmişe benziyor. Kamu oyu yoklamaları bunu gösterdiği gibi artık muhalefetin ve kendi koalisyon mensuplarının onu devirme teşebbüslerinden bahis kalmadı.
Hamas ve Hizbullah bugün için yenilse de Orta Doğu’ya barışın gelmesi o kadar kolay olmayacaktır. Daha önce de terör hareketleri yenilmiş, hatta Arafat döneminde FKÖ terörden vazgeçtiğini ilan etmişti. Ancak Oslo Anlaşmaları sonrasında gördüğümüz gibi Filistin içinde barış yanlıları çıkınca hemen yeni radikal terör örgütleri ortaya çıkıyor. Hamas ve Hizbullah teslim olsa bile onlardan daha radikal bir örgütlenmenin ortaya çıkmasının muhtemel olduğunu tarih göstermektedir.
Bugün için kesin bir şey varsa Netanyahu’nun bir yere gitmeyeceğidir. Dünya ve özellikle bölgede Netanyahu düşmanlığını en azından söyleminde had safhaya çıkarmış olan ülkelerin başında gelen iktidarımız onunla tekrar köprü kurmanın yollarını araştırmalıdır. Tel Aviv Büyükelçiliğimiz ile İsrail’in Ankara Büyükelçiliğinin faaliyet halinde olması bazı iletişim kanallarının açık tutulmaya çalıştığını düşündürmektedir.
Her iki savaşın seyrini değiştirebilecek yakın gelecekteki bir gelişme ABD Başkanlık seçimleridir muhakkak. Bu özellikle Ukrayna savaşı için geçerlidir sanırım. Trump yeniden seçilirse savaşı kısa zamanda bitireceğini iddia etmektedir. Bunu büyük ölçüde Zelensky üzerinde baskı yapmakla sağlamaya çalışacağı söylenebilir. Ancak Ukrayna’nın Rusya’nın taleplerinin bir kısmını kabul etmesi halinde, Putin’in orada durmayıp uzun vadeli hedefi olan eski Rus imparatorluğunu ihya etme yolunda müteakip adımını atması beklenebilir. Bu da Avrupa için yeni bir sınamaya yol açacaktır. Harris kazanırsa mevcut politikanın ve Ukrayna’ya verilen mali ve askeri desteğin sürmesi muhtemeldir. Bu nedenle Putin’in Trump’un seçilmesi için dua ettiğini tahmin etmek zor değil.
Onun kazanmasını isteyen diğer lider tabii ki Netanyahu’dur. Trump’un başkanlık döneminde daha önce hiç bir ABD yönetiminin yapmaya yanaşmadığı şekilde ABD Büyükelçiliğini Kudüs’e taşımış ve bu suretle Kudüs’ü başkent olarak tanımıştır. Trump’un seçilmesi halinde Netanhayu’yu İran’la savaşmaya teşvik edeceği ve ona bu amaçla destek vereceği beklentisi de yaygın. Tabii ABD Başkanının karşılaştığı kurumsal ve hukuki sınırlamalar her istediğini yapmasını engellemektedir. Yine de Trump’un seçilmesinin Orta Doğu’da kalıcı bir barışı daha da zorlaştıracağını söylemek yanlış olmaz. Netanyahu’ya verdiği açık çekin bizim için neticesi de iktidarımızın Hamas sevgisinin olası yeni bir ABD yönetimiyle ilişkilerimizde ilave bir sorun yaratmasıdır.
İlginçtir ki ABD’nin dünyadaki rolünün zayıfladığının iddia edildiği bir dönemde gerek Ukrayna savaşı, gerek Orta Doğu savaşlarının seyri üzerindeki tek etkin güç yine ABD’dir.