“Neler gördük bu hayatta…” deyip bir yazı dizisine başlasam kalemim yazmaya, ömrüm, aklımın son kullanma tarihi bitirmeye yeter mi, sanmam. “Görmüş geçirmiş”e tutunan bir kuşak ayrıcalığını ima etmiyorum. Zaman geçince anlıyoruz ki… Ne yeteri kadar görmüşüz, ne de görülüp de geçirilmiş bazı yaşadıklarımız. Yaşlandıkça kambur da denilen bagajımızda duruyor.
Hem her nesil, her hayat -ömrü yettiğince- yaşadıklarının “tarih” olmasına, öyle hayretlere aday. Söze “Bizim zamanımızda…” diye başlayan zamâne çocuklarının arasında ilkokulu yeni bitirenler var. Okula başlarken alınan defterin üzerindeki etiket bile nostalji.
Eğitim İş’in 2023’de yaptığı araştırmada bir yılda kırtasiye ürünlerdeki artış yüzde 92 ile yüzde 318 arasında değişiyor. Okul forması da üç kat artmış. Kırtasiyeciye bugünlerde yeni çıkan, gıcır gıcır madeni 5 TL ile gitsen toplu iğne alamazsın. Bozukluk da bozulmuş…
Dil-ekran tutulması
Değişimin hızı, öncesi-ânı-sonrasındaki sarsıcı sahnelerin üst üste binmesi, birbirine karışması-eklenmesi, “eski”nin tedavülden kalkması her kuşakta seyredilen filmi değiştirebiliyor tabii. Sinemaya gitmenin, film izleyebilmenin tarihi de bizatihi öyle bir şey.
Çocukluğumuzda beyazperdedeki filmlerin TV’ye, ardından videokasetlere, sonra CD’lere, parmak kadar flash disklere, nihayetinde envaî film sitelerine, “cebe” girmesi elle tutulur örneği. Ömrümüzün de ki 30 yılına artarda, hızla sığan paragraflar. Bu hızlı değişimle ekran tutulması, “dil tutulması”yla da seyredebilen bir sendrom.
Kollu Facit’in istatistikleri
Değişimin gerilimi, etkisi, hayatına, mizacına göre artısı-eksisi, hikâyesi, gözünün ekranındaki filmi fark ediyor. Hayreti… Edip Cansever’in “Denizi ilk defa gören bir çocuğun /Birdenbire yaşlanması neyse” dizesi bizim zamanlı mesela. Deniz görenlerin sayısı, “ilk kez”in yaş istatistikleri de epey değişmiştir muhtemelen.
Ben sayıların, istatistiklerin Devlet İstatistik Enstitüsü’nde (DİE) “Kollu Facit”le hesaplandığı günlere gideceğim. Ki kısa sayılacak ömrü Facit marka hesap makinesiyle muhasebede geçen kıymetli Talat (İnce) amcamız kamusal işyerinde sürekli “Getirin şu faşist”i diye âleme laf çarpardı o zamanlar. Kamuda MSP’li-MHP’li Milliyetçi Cephe (MC) dönemiydi zira… İkincisine kadar saydık, bugün kaç oldu bilmiyorum.
DİE’den TÜİK’e değişen hesaplar
Nüfusun bile sokağa çıkma yasağıyla, tek tek -kafa hesabı- sayılarak yapıldığı dönemler… Bazı temel istatistiklerin örneklemi ülke nüfusu. Orası TÜİK olunca sayılar da değişti, hesaplar da… Nüfustan sayılanların insandan sayılıp sayılmadığı bile şüpheli.
İstatistiki hesaplar da şahsa özel(leşti) desem eğreti durmaz. Yıllık enflasyon, ardından ona uygun maaş zammı oranlarını hesaplayan bilgisayar programını yaz(dır)an şahsın, seçimlerde oy dağılımın açıklamasında kullanılan devletlû programı da yaz(dır)dığı yönünde iddialar, dedikodular yok henüz. Ben de şakacıktan değindim zaten, bence “şık lâtife”… Sakın inanmayın.
Yelkenler “İkinci Bahar”a fora
Günlük hayatın yanında sayıların ömrün terazisindeki yeri, ağırlığı da değişiyor. En çarpıcısı bizim kuşakta 40 yaşındakilere amca diyen, 50-60 yaşındakileri ihtiyar, ötesini “Yaş yetmiş, iş bitmiş” diye geçiştiren çocukların büyüyünce, yaşlanmaya başladığında o aritmetiğin değişmesi belki. Hem gönülde(n) değişiyor, hem de fiilen.
Dünya Sağlık Örgütü’nün yaş dilimleri, genç-yaşlı tanımları, “dünya” değişmiş çoktan. Özdemir Erdoğan’ın 40’lı yaşlarda çıkarıp dertlendiği “İkinci Bahar”ı bugün 80’inde mırıldanıp, ful aksesuar yaşıyor bazı insanlar.
Misal; yaşlılara tavsiye edilen sporlardan mıdır bilmiyorum ama… Türkiye’ye gelip ikinci (üçüncü..?) baharlarına yelken açan Avrupalı tekneciler, bir zamanlar bayram ekranlarındaki Darüşşafakalı Huzur Evi manzaralarından. Yelkeni toplayan genç görürsen yadırgıyorsun. Her konserine “Gençler ve genç kalanlar” nidasıyla başlayan Cem Karaca’nın bile aklına bu kadarı gelmemiş olabilir. Ne yazık, 60’ını da göremedi.
“İhtiyacına gereken” sayılar
Aritmetiği, matematiği, “… yaşıma bastım”ı saymazsan çocukluğumda sayılarla ilişkimizin “sade” olduğunu düşünüyorum. Gerektiğinde, gerektiği kadar… Sorduğunda yaşını parmaklarıyla da -doğru- gösterebilenler dönemin dâhi çocukları.
Okul dışındaki “hayat”ında sayılar, torunumun deyimiyle “ihtiyacına gerektiği” kadar. Bilyelerini, sakızların, çikolataların içinden çıkan futbolcu, artist, otomobil vb. kartlarını sayarken, saklambaç gibi oyunlarda süreyi belirlerken gerekiyor. Bir de oyuncu, sıra filan seçiminde tabii; ama o da “sayısal” değil, “Portakalı soydum… duma duma dum…”la filan “sözel”. Oyunlar 10’a kadar sayamayanlara da açık.
Bugünlerin keyfi, ihtirası ya da kâbusu, depresyonu olan “para saymak” zaten çocukluğun, ergenliğin hesapları, fiilleri arasında değil. Onu durma altınlarını sayan, atletli tek parça mayosuyla o “lira”larla dolu havuza atlayan Varyemez Amca’dan biliyoruz. Disney dünyasında galiba bir tek o sevilmiyor. Kartondan sınıf bilincinin etkisi belki.
Kuruş saymaktaki değişim
Para biriminin de “para” olduğu yıllara, ana-babalarımızın “10, 100 Para”larına filan yetişemediğimiz için o dönemlerimiz “ihtiyacımızı” karşılayan kuruşlarla geçmiş. Banknot sayanlar ise filmlerde, “film gibi” hayatlarda… Filmlerde şaibeli, kirli, sonuna “a” eklenmesine aday “sâbık” hayatların sembolü çoğu kez. Zaten fakir ama gururlu gençler -sertçe ayıplayıp- o paraları, o zenginlerin suratına çarpıyorlar.
“Kuruş saymak” ise daha çok yoksulun, (Orta) Direk cambazının deyimlerinden. O eylemle ilgili “Beş kuruşun hesabı için 40 takla atmak” deyiminin ise aslında daha geniş açılı olduğunu anlıyoruz zamanla. Değişen deyimiyle “Para için 40 takla atmak”ı, her yola başvurmayı, güce yaltaklanmayı, talkın verip salkım yutan o “toplumsal cimri”liği en kralında bile görüyoruz.
El öpenlerin ikramiyesi
Bizim zamanımızda madeni 1 lira, hele 2.5 lira elde de, cepte de ağır. Misketler müstesna, cebini şıkırdatan çocuklar pek yok mahallede. Ama cebinde paran, liran olmaması yoksulluğun kriteri değil o günlerde. Karnı tok, sırtı pek bizim mahalledeki çocukların.
Sokak lezzetleri, simitler, helvalar, macunlar, hatta seyyardaki lahmacunlar, dolmuş parası, sinema, havuz bileti vs. de kuruşların dünyası.
Gerektiğinde, yeri-zamanı geldiğinde “Memur Ankarası”nın altı-üstü “Orta Direk” sayılan çocukları, ergenleri arasında denkleştiriliyor bir şekilde. El öpen çocukların topladığı bayram harçlıkları ise büyük ikramiye.
Bayramlarda cebinde şıngırdayan “1 Lira”larla, her cebe nasip olmayan o koca “2.5”luklarla Yeşilçam konaklarının “küçük bey”i gibi dolaşıyor çocuklar mahallede. Bayram harçlıklarını güncelleyemediğim için bugün “emek”lilere verilen “bayram ikramiye”sine göre değerini bilemiyorum. Ama bizim için büyük ikramiye.
“Eski çağlara ait bir parayım”
Edip Cansever’in deyişiyle “eski çağlara ait bir parayım” biraz bu mevzularda. Öyle ki… Çocukluğumuzun madeni 5, 10, 25, 50 kuruşlarının dünyasının ufkunda, 2000’li yıllarda çıkarılan “madeni 250 bin lira”nın -her yönüyle- tahayyülü bile yüksek matematik esasında.
Bir gün onu verip de sakız filan alacağını hayal etmek ise durduk yere post travmatik stres vesilesi. Sıradan “örnek vaka”ları bugün onla bini, binle milyonu, milyonla milyarı karıştırıyor alışveriş yaparken.
Tam bunları yazarken yeni madeni “5 TL”nin çıktığını öğreniyorum. Nihayet… İçimde sevinç mi desem, hüzün mü, bi duygu, bi nostalji… Yarım asır önce, 1974’de ilk çıktığında da bize -şakayla da- karışık duygular yaşatmıştı. Bugün de içim bi tuhaf, ağzımda madeni bir tat.
O 5 TL’yi verip marketten sakız alamasan da… Üstündeki yeni “Türkiye Yüzyılı” logosuyla derin mânâsı, “ulusal varlığı” önemli. O eski şarkıdaki gibi: “Varlığı bir dert, yokluğu yara…”
“Ya çıkarsa!”nın tarihi tehlikeli
Çocukluğumun, kuruşların dünyasında birdenbire servet kazanma gibi aritmetik hayaller de dar, bir iki haneli. Şans oyunları, bahis, lotolar vs. hem böyle “zengin”, ötesi biri hariç “milli” değil… Hem de Tayyare Piyangosu’ndan devşirilen Milli Piyango bileti kuruşun dünyasına her zaman müsait sayılmaz. Yılbaşından yılbaşına…
Şansına savaşlar, yoksunluklar/yoksulluklar, “karneyle beslenme” isabet eden nesiller de “Ya çıkarsa!”ya daha mesafeli belki. Geçinip gidiyorlar bizim muhitte… Önüne çıkanlar, payına düşenler belli. Büyük hayaller amortiye bile razı. (Fotoğrafta “5 Kuruş”a satılan Ulus gazetesinde (1941) “sol” köşede ekmek karnesi, “sağ” köşede karneyi pekiyi ile dolduracak 100 binlik piyango. “Ulus”un hâli…)
Kuşun kısmeti boktan
Piyangoda ikramiye çıkarsa güzel de… Bana bu koca ömrümde “büyük”, “orta” yahut kayda değer sayılabilecek ikramiye kazanan bir akraba, arkadaş, ahbap, tanıdık, “tanıdığın tanıdığı” filan hiç isabet etmedi. Piyangonun “Talih Kuşu” adıyla hayata, uçan, kanatlı dinozorlardan büyük, ondan bile nadir umutlara konması da sonradan zaten.
Bizim zamanımızda kuşlar sayılamayacak kadar çok ama şansı biraz boktan. Kızılay’da ağaçlarda salkım salkım bıcırdayan serçeler, sığırcıklar bulvarın alâmet-i fârikası. Sesleri ta uzaktan çağırıyor. Altından geçerken kuşların popolarından yağdırdığı kısmetin üstüne isabet etmemesi, şansın, talihin başına konmaması imkânsız. Bedava… Lâkin herkes o kısmeti hemen siliyor, şansı yok ediyor üstünden. İnsan işte…
“Kazı Kazan”ın atası…
Çocukluğumuzun şans oyunu, piyangosu da neredeyse bedava. “Şans, talih, kader, kısmet 5 kuruşa…” nidasıyla sokakları dolaşıyor. “Kazı Kazan”ın atası… Kutudaki küçük deliklerin altındaki yaldızı kazıyorsun, çıkan numaraya göre ikramiyeni anında alıyorsun.
Üstelik yerli malı. Şimdilerin “Kazı Kazan”ı gibi yurtdışındaki basım yeri, patent bedeli, kazancın dağılımı filan muamma da değil. Öyle ki… Ana muhalefet bile bıkıyor; 2019’daki gibi “Kazı Kazan” muammasına dair Meclis’te dönemin Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın yanıtlaması istemiyle soru önergesi vermiyor artık.
Soru önergesinin karşındaki yönergede “yanıtlamak” da yok galiba. Hâlâ verenlerde de “Ya çıkarsa!” gibilerinden bir umut belki. Belki maksat gündeme gelsin de, -gerçek- yanıtı varsın ahirete kalsın gibilerinden.
Beş kuruş için 40 takla
Bizim kazı kazanımızın matbusunda büyük ikramiye büyük çikolata. Markası, tadı uydurma da olsa, 5 kuruşa koca çikolata şansı. Diğer hediyeler küçük şemsiyeli çikolata, ballı badem, sakız, amortisi de o oyuna özgü üretilen küçük “saman gofret”. Ancak çocukluğumda da “beş kuruş için 40 takla” planlayan vicdansız, pervasız bazı özel girişimciler var.
Bu ticari girişimin de hilesi-hurdası, evde, fason üreticileri çıkıyor elbette. Sahtekârlık alınan matbu oyunun kazınacak yaldız sayfası dikkatle sökülüp, altındaki kartondan büyük ikramiyelerin yine özenle silinmesiyle… İkramiyeleri kendin yiyorsun, çifte kâr. Piyangolarla ilgili “büyük yeme iddiaları” ise yine çok sonradan; o da çağ atlamayı gerektiriyor.
Oyunu, kartonunu, yaldızını vs. evde yapanlar da oluyor. İkramiyeleri misketler, okunmuş çizgi romanlar, çikolataların içinden çıkan kartlar, küçük oyuncaklar vs… Onlar ruhsatsız da olsa masum; zabıta filan peşinden koşturmuyor.
Parmak hesabı ve abaküs
Sayıları araç-gereç olarak karşımıza çıkartan ilk nesne ise abaküs sanıyorum. Sayı boncukları sadece kırtasiyelerde değil oyuncakçı vitrinlerinde de yaygın. “Boncuk bulmak” önemli zira. Yaygın olsa da o günlerde dört işlemi abaküste kimsenin pek yap(a)madığını, bebeklerin, çocukların elinde boncuğuyla, sesiyle, renkleriyle oyuncak olduğunu iyi hatırlıyorum. O kadar.
Nesil takibimi Ekşi Sözlük’e bakarak yaptığımda ise biraz şaşırıyorum. Birçok “giri”de ilkokulda zorunlu müfredat araçları arasında… Bizde mecburi olan parmak hesabı; pratik, maliyetsiz, her sıkıştığında yanında.
Abaküs zorunluluğu soyutu somutlamak, temelden mantığını öğretmek, zihinsel, bilişsel becerileri (de) geliştirmek için herhalde. Velâkin katkısı, başarısı çok şüpheli. Boncuklu hesabı öğren(e)meyenler çoğunlukta. Bilene rastlamadım desem yalan olmaz. Biraz da gerek-niyet meselesi… Dört işlem cepte zaten. Ekşi Sözlük’te abaküsün boncuklarıyla bileklik, kolye ya da desenler yapanlar, oynarken boncuğu burnuna kaçıranlar az değil.
Bir eli parada, bir eli süngerde
Uzakdoğu’da yaygınmış ama bizde esnaf filan da kullanmıyor; ya bir uzmanlık dalı olarak “bakkal hesabı”, daha işleğinde mekanik hesap makinesi. Para saymaya gelince… Bankalarda bile elle sayılıyor. Sayarken parmaklarını diline değil yanındaki nemli para-pul süngerine değdiren, parmağına lastik takan ya da kendine has el becerisine ulaşan siluetler hâlâ gözümün önünde. Makine gibi!
Bankalarda, işyerlerinde “çok çok para”nın, mesela o günlerde binlerin, 10 binlerin sayımına tanık olmadığım için o banknotları kaç kişinin, kaç kere, ne kadar zamanda saydığını da bilmiyorum. Zaten okulda o mahut “… işçinin günde … saat çalışarak, … günde bitirdiği işi” diye tekerlenen sorular da, zihni dolduran-boşaltan “havuz problemleri” de heves alanımızda değil.
“Kirli para”dan “Kara para”ya…
Ülkeyi, sokakları dolaşan, dolaştıkça kirlenen paranın elle sayılması “para dediğin elinin kiri” atasözüyle de ilgili muhtemelen. O yıllarda kirli para, haram para, kanlı para deyimler arasında… “Bozuk para” da madeni çınlamasıyla hayatın kaçınılmaz gereği. O deyim mecazen bir bozukluğun, değerindeki bozulmanın da ifadesi değil henüz.
“Kara para” deyiminin ise dilimize epey sonra girdiğini düşünüyorum. “Kara para aklamak” da zamâne deyimlerinden değil. Belki onların hayata, günlük dile yerleşmesi için daha “büyük” değişimler, karanlıklar gerekiyor.
Mevzu buralara gelince bankerlerden, bankalardan, parayı da güzelleştiren çağdaş Güzellik Salonları’ndan filan söz etmek gerekiyor. “Para sayma”nın makineleş(tir)mesi süreci, hayatın manşetlerine yerleşmesi… Onlar da gelecek pazara. Zenginin çenesi de var o hikâyede, züğürdünki de…