Başlıktaki, Galatasaraylı futbolcu Abdülkerim Bardakçı daha Konyaspor futbolcusuyken onu transfer etmek isteyen Ali Koç tarafından, görüşmeler esnasında söylediği iddia edilen, bir söz. Bu şekliyle cereyan ettiğinden hâlâ emin olamadığım bu görüşmeden sonra Abdülkerim Galatasaray’a transfer oldu ve oldukça da başarılı devam ediyor.
Onun iyi oynadığı her maçtan sonra bu soru hep aklımın bir köşesinde dönüp durur. Pazar akşamı da, iki golle yıldızlaştığı maçtan sonra, aynısı oldu. Ali Koç, ona böyle bir şey dememiş olsa bile, spor kamuoyu o sözü kendisine hızlıca yakıştırdı. Bu kibirli sorunun sonunda, ilahi adaletin tecellisi olarak, “Yeşilçam’ın zengin antagonistinden” intikam alan halk çocuğu hikayesinin cazibesine kapılmamak mümkün değil. Hele ki futbolun kimlikleri eşitleyip, duygusal ötekilerimizle savaştığımız bir ritüel alanı olduğunu düşünürsek.
Tabii bu tarz bir kibir sadece Yeşilçam fabrikatörlerine has bir durum değil. Mesela son aylarda gündemi meşgul eden Seçil Erzan davasında, özellikle “muhalif” yayınlarda, kulağımı çokça tırmaladı bu kibir hali. Gazetecisinden yorumcusuna, hemen hemen herkes, futbolcuları açgözlülükle suçlarken bir yandan da futbolcu taifesinin ne kadar da çok parası olduğuna şaşırıyor, kendi kazançlarıyla kıyaslıyor, “dolandırıldıkları” için de içten içe dalga geçiyorlardı.
Futbolcuların bu denli para kazanması gerçekten bu kadar anormal bir şey miydi? Hele hele binlerce kişinin doldurduğu stadlarda, yoğun stres altında, taş çatlasa on beş bilemedin yirmi sene yapabilecekleri bir mesleği icra eden, sakatlık riski olan, üstüne üstlük on binler hatta belki milyonlarca rakip arasından sıyrılıp üst düzey bir sahnede yirmi iki kişilik kadroya girebilen futbolcular için. O sahneyi izleyen milyonlarca insan yarattığı milyarlarca reklam geliri içinden bu işin baş aktörlerinin kazandığı paraların abartılı olduğunu, özellikle televizyona çıkan kimseler, düşünmüyorlardır herhalde.
Peki bu basit denklemi kurabildiğimiz halde neden şaşırıyoruz?
Çocukluğumdan beri sekülerliğin ve solun ağır bastığı bir çevrede büyüdüm. Yani benim mahallem aslında orası. Hep duyduğum bir argüman vardı. Basketbolcular daha “düzgün” insanlardı. Düzgün derken neyi kastettiklerini burada uzun uzun yazmak istemiyorum çünkü siz bunu gayet iyi anlıyorsunuz. Basketbolcuların büyük çoğunluğu üniversite mezunuydu. Yabancı dil biliyorlardı. Oysa futbolcular öyle değildi. Bir iki istisna hariç pek çoğu avam ve cahil insanlardı, kültürlü değillerdi ama bir yandan çok da para kazanıyorlardı. En azından benim çocukluğumda para kazanmaya başlamışlardı. Sadece futbolcular da değil aynı zamanda türkücüler, arabesk sanatçıları ve daha niceleri. Onların da çoğu “düzgün insan” değillerdi. Yani Bayrampaşalı Arda, Adanalı Fatih ya da Urfalı İbrahim o kadar etmezdi. Etmemeliydi.
Birinci dünya savaşı sonrasında, yeni devlet düzeninde yaygınlaşan, eğitim, kültür ve “çağdaşlıkla” oluşacak refah, paradigmasının yıkılışına bir tepkiydi aslında bu düzgün insan tanımı. Hele hele, benim neslim civarında başlayan ve hâlâ da devam eden, çocukları yarıştırma hali işte bunun sonucuydu. Hayatlarımızın en deli çağlarını, en renkli ve meraklı zamanlarını okullarda yarışarak, imtihan olarak, karne stresiyle geçirmemize vesile olan bu paradigma aslında çok önce yıkılmış hatta belki başından beri hiç olmamıştı. Sınavdan tam puan alamadığı için ön sırada hırsından ağlayanlar, zar zor geçer not alan ve buna sevinen arka sıradakilerin refaha ulaşmasını, belki de kendilerinin patronu olmasını, kolay kolay hazmedemiyor ancak yine de paradigmayı sorgulamadan, ona öğretilen sonsuz inancı korumayı tercih ederek, onlara “sen o kadar eder misin” diye sormayı tercih ediyor.
Belki şu an bir yerlerde Emin Çapa, gençlere dünyadaki akranlarıyla yarışta geri kalmamaları gerektiği ve bunun için de çok çalışmaları tavsiyesini veriyordur. Sıkça örnek verdiği Japonya ve Kore’de gençler arasında git gide yaygınlaşan depresyonu umursamadan. Ya da bayrak taşıyan adama yumruk atan gencin avukatı, Nevşin Mengü’nün yayınında söylediği gibi, müvekkilinin özünde “düzgün” bir insan olduğunu okuduğu üniversite bölümü ve akademik başarısı üzerinden kurmaya devam ediyordur. Yumruk yiyen kişi, Ali Koç gibi, Harvard’da okusaydı bu sefer şartlar eşitleniyor mu olacaktı bunu hiç düşünmeden. Ya da ne işte ne de eğitimde olan yığınla gencin, yurtdışına kaçan, orada iş bulan “parlak” zihinli akranları için ağıt yakmalarını bekliyor bir yerlerde muhalefet partileri.
İdeolojik hakimiyet sayesinde son yirmi yıla kadar bu paradigmanın ekmeğini, bir şekilde yiyen, bizler bu ayrıcalıkları “o kadar da etmeyeceklere” kaptırdığımızda bazı şeyleri daha net deneyimliyoruz. Ancak yine, o eski ve belki de hiç olmamış, paradigmamıza sarsılmaz inancımızı zerre sorgulamak istemiyor, kolaycılığa kaçarak, yeni bir felsefe yeni bir fikir üretmiyor popülist sözlerin peşine takılıyoruz.
Şu an için hakim olanlar da benzer bir bunalımı yaşayacak zamanı gelince ve o zaman iş daha da çıkmaza girecek. Ama “biz” iyi liselerde okumuş, üniversite mezunu, yabancı dil bilen ve her türlü kültür aktivitesine, manen de olsa, iştirak eden “çağdaş” insanlar olarak “hak ettiğimiz” refah ve ayrıcalığa ulaşamadığımız için hayıflanıp, bize öğretilenleri zerre kadar sorgulamadan, birilerine hâlâ “sen o kadar eder misin” sormayı tercih ediyoruz. Bunu sadece biz de yapmıyoruz. Bütün dünya olarak bu durumu yaşıyoruz aslında. Sonunda da duyduğu her şeye şaşıran haberci/yorumcular gibi “Allah Allah nasıl oldu da dünyada uç partiler iktidara geliyor” diye soruyor. “Aydın” kişiler olarak çıldırasıya cevaplar arıyoruz.
Cevap aslında net; Abdülkerim Bardakçı, bana göre Galatasaray forması altındaki, alternatifsiz, performansıyla kesinlikle o kadar ediyordur. Ben kendi namıma, tam içime sindiremesem de, o kadar edeceğimi düşünmüyorum.
Peki ya siz?
Siz o kadar eder misiniz?