1969 yılı. Siyasal Bilgiler’de sene sonu sınavları yapılıyor. Şerif Mardin’in “Siyaset Bilimine Giriş” dersinin sınavındayız. Şerif Mardin sınavda yok. Soruları bırakıp Amerika’ya gitmiş. İki sorusunu cevaplayalım istiyor. “Joseph Schumpeter’e göre Karl Marks’ın kehanetini eleştiriniz.” İkincisi tam hatırımda kalmamış ama derste anlattığı bir konuda özet istiyor. Ben o zamanın ateşli Marksisti olarak ayağa kalkıp sınıfa seslendim: “Hoca, bize Marks’ın görüşlerinin bir kehanet olduğunu empoze ediyor. Bunu bir dayatma olarak görüyorum ve bu sınavı kabul etmiyorum. Sınavı terk ediyorum.”
Okulun Fikir Kulübü başkanıyım, bütün sınıf benim arkamdan salonu terk etti. Uzun hikaye, sınavın tekrarına karar verildi. Şerif Mardin bu protestoyu içine sindiremedi ve SBF öğretim üyeliğinden ayrıldı. Bu olayı neden hatırladım? Demokrasinin, Batı’da gelişip yeşeren bir yönetim biçimi olduğunu SBF’de okumuştuk. Birinci şartı ise serbest ve adil seçimlerdi. İkinci şartı da düşünce ve ifade özgürlüğü. Şerif Mardin hoca, aslında demokrasinin derinleşmesini, mahalle baskısına karşı hür iradenin nasıl ayakta kalabileceğini düşünen, araştıran, tartışan bir bilim insanıydı. Ona haksızlık etmiştik. Çünkü bize eleştirel düşünceyi anlatmak istiyordu.
Schumpeter’i de o sırada çok yaygın olan Marksizm’e yönelik itirazları yüzünden seçmişti. Türkiye’de kuruluş döneminde ve daha sonra da devam eden eğitimin, çok eleştirecek yönleri olmakla birlikte, Batı’da gelişen eğitim öğretim sistemini izlemişti. Yani “muasır medeniyet” dünyasından ayrı düşmemeye gayret etmişti. SBF’deki eğitim de Batı’da gelişip güçlenen demokrasileri besleyen temel fikir akımlarını anlamayı esas alıyordu. Eleştirel bir gözle çağdaş uygarlık adı verilen dünyanın gelişmiş demokrasilerinin tarihsel birikimini bizlere öğretiyordu. Hocalarımız demokrasi meselesini anlamamızı sağlayan bazı vurgular yapardı: Seçim tek başına demokrasinin garantisi değildir.
Seçmenin adil ve güvenilir bir ortamda yapılan seçimlerde oylarıyla iktidarı değiştireceğine inanması için gerçekten böyle bir güvenin oluşabilmesi ön koşuldur. Bu öğrendiklerimizi anımsayarak yaşadığımız seçimleri de değerlendirebiliriz. Türkiye’de sandık sonuçları 1950’den itibaren sakin ve şeffaf bir ortamda gerçekleşti. Değişik itirazlar olsa bile asıl olarak sayımlarda sonucu etkileyecek itirazlar yaşanmadı. Geçmiş yıllardaki seçimlerde hiçbir şey olmadı demek de gerçekçi değil. Özellikle devlet imkanlarının iktidarlar tarafından kullanılmasının aşırı istismarlara neden olmasına tanık olduk. Adil ve güvenilir seçim meselesi önemli, konuşmayı sürdüreceğiz.