Depremin 1999’da ulusal yas çığlığı, hazin sloganı haline gelen “Sesimi duyan var mı?” haykırışı maalesef bu kez arama-kurtarma ekiplerinin enkaz başındaki gür seslenişi, arayışı değil. Depremin olduğu andan itibaren böyle cümleleri enkaz altında kurtarılmayı bekleyenler, enkaz başındaki yakınları, komşuları, hemşerileri kuruyor.
Önce enkaz altındaki, oradaki yalnızlığın karanlığında, ardından akşamın karanlığında birçok enkazdan saatlerce duyulan ses: “İmdat… Sesimi duyan var mı?”. Enkaz başında hiçbir şey yapamadan, çaresizce, öylece bekleyenler de ekranlardan, sosyal medyadan sesleniyor: “Perişanız, çaresiziz, sesimizi duyan yok mu?” Gözyaşları, çığlıklar sadece enkaz başındaki dayanılmaz görüntülerle değil bazen enkaz altındakilerin çektiği çaresiz görüntülerle de ulaşıyor sosyal medyaya.
Önce ulaşabilmek lâzım
Bu satırları yazarken deprem 40. saatini dolduruyor. O süreyi enkaz altında geçirenleri düşünmenin tarifsiz ağırlığı, enkaz başında göçüğün altındaki yakınlarını 40 saattir çaresizce, yalnız başına, öylece bekleyenleri düşününce de koyulaşıyor.
Bölge çok geniş, deprem çok ağır. Herkes bir şey yapmak, bir yardım eli uzatmak istiyor. Ama nasıl, nereye, hangi yolla, ne yolla, hangi organizasyonla… Organizasyon yok ya da yetersiz, ulaşım sorun. Ve ikisi de birbirine sımsıkı bağlı ana meseleler. Önce oralara ulaşabilmek, ulaştırabilmek lâzım.
Anlatılması, çözülmesi zor ifadelerle ekrana çıkan AFAD yetkililerinin “her yer kontrol altında, ulaşılamayan yer yok” açıklamalarının izlerini, ipuçlarını haberlerdeki, sosyal medyadaki görüntülerde bulamıyorum. Deprem bölgesinin hemen her merkezinden ulaştırılan görüntülerde uzayıp giden yollarda, caddelerdeki enkazların, etrafı bomboş yerlerin yanında yardım ekiplerinin görüntüleri çok yetersiz, hatta birçok yerde istisnai kareler. Hatay’dan, tümüyle yıkılmış hissi veren Elbistan’dan gelen görüntüler, çığlıklar korkunç.
Ulaşımdaki sorunlar
Bölgeye giden yolların bazıları depremde hasar gördüğü için kullanılamıyor, bazıları hava koşulları, kar, izdiham nedeniyle tıkalı. İş makinelerini, vinçleri, ambulansları, itfaiye araçlarını, bölgeden nakil için otobüsleri karayoluyla oralara ulaştırmak da büyük mesele.
Bazı yolların depremden 32 saat sonra açılabildiğini duyuyorum haberlerden. Depremin hemen ardından kullanılabilecek yolların bir süre, tedbiren sadece kurtarma ekibi, her türden acil yardım malzemesitaşıyan araçlara açık tutulması, kullanımın onunla sınırlanması, Türkiye’nin her yerinden oraya akın eden araçların ilk anda ana arterleri tıkamayacak başka bir yolda, alanda bekletilmesi mümkün müydü, bilemiyorum. Organizasyon…
Havalimanları, uçaklar?
İlk gün Sabiha Gökçen Havalimanı’nın yoğunluktan, yeni havalimanının hava muhalefetinden kullanılamadığını duyuyorum haberlerden. Kapatılan, o nedenle pistlerinin sınırlı kullanıldığı iddia edilen Atatürk Havalimanı devreye alınıyor. Sadece kurtarma ekipleri, yardım, ihtiyaç malzemeleri için.
Depremin şiddetle vurduğu bölgedeki Hatay Havalimanı pistlerdeki hasar nedeniyle uçuşa kapalı. Bölgedeki diğer havalimanları da sadece yardım ve kurtarma ekiplerine açık. Oralardan bölgelere ulaşım nasıl, ne halde, nasıl belirsiz. Uçak sayısı da sınırlı. Gönüllü arama-kurtarma ekipleri İstanbul’da öylece, saatlerce bekliyor. Görüntüleri sık sık geliyor ekrana. Depremden yaklaşık 24 saat sonra Cumhurbaşkanlığı’nın bölge için uçaklarından ikisini yolladığını öğreniyorum haberlerden.
Seyyar mutfak, bir tas çorba?
Milli Savunma Bakanlığı 37 nakliye uçağıyla bölgeye ilk gün 154 sorti gerçekleştirildiğini açıklıyor. Ancak haberlerde orman yangınlarında da gündeme geldiği gibi uçak sayısının yeterli olmadığı duyuluyor sık sık.
Ayrıca o kadar geniş bir bölgeye 37 uçakla gönderilen kurtarma ekibi, acil yardım malzemesi, yiyecek, çadır, battaniye vs.’nin bölgeden gelen yüzlerce görüntüdeki örneklerini, izlerini ilk gün-gece boyunca bulamıyoruz. Mesela bir seyyar mutfak, hatta bir tas çorba görüntüsüne rastlanmıyor o uzun saatler boyunca. Ama yokluğuna dair feryatlar çok: “Saatlerdir bir tas çorba içemedik…”
Bir kanal uzun süre İskenderun’da limandaki yangın görüntülerine, konteynırlara sabitliyor haberlerini. Uçak ve helikopterle müdahale edildiği vurgulanıyor. Haber uzadıkça muhabir aynı cümleleri defalarca tekrarlıyor. Defalarca, aynı üç-dört cümleyi çeviriyor: “Yangına müdahale ediliyor, ekipler, itfaiye araçları…”
Madencilerin bekleyişi
Bütün bu nedenlerle bölgeye sivil arama-kurtarma ekiplerinin, ekipmanlarının, acil yardım malzemelerinin nakli zorlaşırken, göçüklerdeki bilgi ve tecrübesiyle depremde de başarılı arama-kurtarma ekipleri arasında olan madenciler de gün boyu bölgeye gönderilemiyor.
CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz pazartesi gecesi, depremden yaklaşık 20 saat sonra çıktığı canlı yayında ve sosyal medya mesajlarında, depremden hemen sonra hazır bekleyen Türkiye Taşkömürü Kurumu’ndaki 500 arama kurtarmacıdan sadece 85’inin karayoluyla bölgeye gitmeye çalıştığını ifade ediyor. CHP Milletvekili Halk TV yayınında AFAD’ın resmi talebi ve onayı gerektiğini, uçak bulamadıklarını, ulaştıkları bir yetkilinin de uçaklarda battaniye olduğunu söylediğini iddia ediyor.
Askeri birliklerin durumu
Depremin olduğu gün boyunca askerleri birliklerin, ekiplerin bölgeye yeterince sevk edil(e)mediği de hemen her vesileyle dillendiriliyor. Oysa askerler geçmişteki hemen her depremin değişmez görüntüsü. Askeri olanakların, ekipmanın depremdeki katkısı sadece kurtarmayla sınırlı değil her türlü emek, işgücü, seyyar mutfak, seyyar hastane, sağlık birimi, nakil-nakliye işleri, hizmet dağıtımı vb. gibi birçok alanda geçerli.
Malatya’da 2. Ordu’nun olduğu vurgulanıyor sık sık. Ancak sivil kurtarma ekiplerinin yanında askeri personelin de yokluğunu gerek televizyon kanallarında, gerek sosyal medyada paylaşılan ve deprem bölgesinin her köşesindeki enkaz başındaki görüntülerde gece boyu görüyor, seyrediyoruz. İnsanlar da enkaz başında gözyaşları içinde bekliyorlar; “Sesimizi duyan var mı?”
“Can”ın enkazda olursa…
Uzmanların hemen her kanalla, yolla vurguladıkları gibi depremde yapılacak ilk iş, en acil görev hâlâ ve henüz yaşayanların çıkarılması, kurtarılması. Hele ki yoğun kış koşullarında… Dışarı çıkarılanlara yönelik tedavi, beslenme, barınma, nakil gibi hizmetler/ihtiyaçlar zaten insanların “dışarıda” yaşarken, nefes alırken hep birlikte alınacak, bir şekilde, en azından “pansumanlanacak” tedbirler.
Aradığın, kurtaramadığın “Can”ın enkazda değil yanında olursa, açlığa, soğuğa bir süre daha katlanmak, hep birlikte bir yol, elden geldiğince, geçici bir “hayati” tedbir aramak, bir tür çare, teselli bulmak, tahammül etmek daha mümkün olmalı.
Depremin yıktığı alan çok geniş… Şiddeti, etkisi çok büyük kuşkusuz. Uyarılara, öngörülere rağmen vaktiyle alın(a)mayan tedbirlerle, yetersiz hazırlıklarla, organizasyon, ulaşım, ekip-ekipman, yiyecek-barınma, acil sağlık hizmetlerinde yaşanan büyük sorunlar, hatta belirsizlikle de bu “ulaşılmaz” alan genişliyor.
Enkazla konuşan kalabalıklar
Haberlerde köyler, küçük kasabalarda durum nedir, oradaki insanların hâli nicedir pek yok henüz. Bunları yazarken, salı akşamı saatlerinde yani depremden yaklaşık 40 saat sonra, hayatını kaybedenlerin sayısı 4 bin 544, yıkılan ev sayısı 6 bin. Ulaşıldıkça ölü ve yaralı sayısıyla birlikte artıyor. O sayıda bir enkaza kaç ekip, kaç ekipman gerekir, kaç kişi enkaz altındadır, belirsiz. Kimse tahmin yapmaya bile cesaret edemiyor.
Bölgenin genişliği, depremin yıkıcılığı her şeyi etkiliyor. Hayatını kaybedenlerin, yaralıların, kayıpların sayısı da “ulaşılabilen”lerle sınırlı. Bomboş, üşüyen, titreyen, omuzlarını içine çekmiş birkaç kişinin bekleştiği yerle bir olmuş enkaz görüntüleri çok. Saatlerdir enkazla konuşuyor insanlar. Ve bugün farklı bir çığlığın ifadesi olan o cümle, o haykırış duyuluyor her yandan: “Sesimizi duyan yok mu?”