Türkiye’de “Yılbaşı kutlamaları” umudu, dileğiyle de olsa “Kurtuluş Günleri”ni andırıyor senelerdir. Önceki yılın, “eski”nin rahmetle anılmadığı, hatta def(n)edildiği özel günlerin belki de en yaygını, evrenseli. Özellikle târumar edilen yılları kader niyetine sürgit yaşayan ülkelerde. Hâl böyle olunca geçen her senenin ömürden çaldığı süre de bir yılla ölçülemiyor.
Lâkin kutlanan bir şey olduğu için yeni yılın eskiyi, gelenin gideni aratacağını söylemek, beterin beterinden dem vurmak da o an münasebetsiz biraz. En azından o gece… Tablo karakalem-çalakalem de olsa umutsuz yaşanmıyor. Yeni yıl deyince -umut dâhil- her şeye bir “yeni” eklemek de âdetten.
Medyayı sarıp sarmalayan “Yeni Yıl” fallarının, yerden ayağı kesilen vaatlerin yükseleni yıldızlı zaten. Pırıl pırıl “Yıldız Haritası”nı kaldırıp yılbaşı sofrasına memleketin siyasal, idari, beşeri, iktisadi haritasını sermek de o an biraz zamansız.
Masayı tependen gelen “nasihat” süsü verilmiş talimatlar, icraatlar sallıyor zaten. O da şişesinde durduğu gibi durmuyor o gece. Bilhassa devletlû, ihtiyâri değil “iktidarî”, “tebliğci” olanı… O tepeden de bağır bağır “Yeni yılda (da) yapmaman gerekenler listesi”nin dâhili-hâricî gazeli okunuyor.
Hayallerimi çalmışlar, saygısızca!
O gece onca yeni yıl dileği arasında “dilek kırıklığı” yaratmak hoş değil. Hayalleri çalmışlar, bari dilekleri paramparça etmeyelim. “Yeni” önemli. Misal, daha önce “diskografi”me asla girmeyen, dilime hiç değmeyen “Şikâyetim Var” şarkısının Diren Polatoğulları’yla yepyeni yorumuna bayıldım. İlk iki dizesinden sonra gerisini getiremesem de mırıldanıp duruyorum:
“Hayallerimi çalmışlar /Almış kaçmış insafsızlar /Gözyaşlarım çocukluktan miras bana /İnanmışım aldanmışım, karanlıktan korkarmışım /Bu korkular çok eskiden kalmış bana.” Bazen duygular da öyle; her şeye, hatta güftesine rağmen nağmesinde, gönüllere değişinde iç kıpırdatan, umut veren, değişen bir şeyler var. İçinde kıpır kıpır direniyor bir şeyler.
Yılın ilk gününün şarkılı sürprizi de Serbestiyet’teki video-haberle, haykıra haykıra geldi: “Yaşandı bitti saygısızca!” Eskiden yine esamisini, güftesini okumadığım Burak Kut’un o şarkısı da “günün mânâ ve ehemmiyetine binaen” sözleriyle mânâlı, yeni geldi bana. Şarkılar her şeyi bir yere çekmeyi kolaylaştırıyor.
O gün dişini sıkacaksın biraz
Yani yeni yılı da bir gecede eskitmemek için biraz dişini sıkacaksın… Zor da sayılmaz. Eskinin uğurlanmasıyla yeninin karşılanmasının bu denli pürtelaş, kovalamacalı olduğu başka gün yok. “10-9-8… 3-2-1…” yeni yılı ateşliyorsun. “Güle güle” ile “Hoş geldin” bir dakika bile değil saniye. Rengini gökten alarak “havâî” yahut mecâzi anlamıyla “havâ(y)î” de olsa fişek işte.
Filmlerde ölüm döşeğindeki kralın soluğunun “son nefes” olduğu hevesiyle kapı kulaklarının anında çoğalttığı nida kadar vefasız biraz: “Kral öldü, yaşasın -yeni- Kral!” Biraz beklemek daha mâkul gibi… Eskisinin ardından yeni kralı, yeni yılı da haftaya çekiştiririz.
Adı üstünde “o gün” önemli
Hem “belirli günler” adı üstünde. O gün önemli… Hatta resmi mesaisiyle de ki 8 saat. Bugün “Ulusal Egemenlik” bayramını coşkuyla kutluyor, o pek sevdiğim (çünkü güldüğüm) eski deyimiyle “idrak ediyorsun” misal, yarın “ulus”un hâli de, idrâki de umurunda değil.
Ulus günlük dilde arada uğranan bir semt isminden ibaret bazen. Bakın geçerli, “rayiç” dile… Şöyle ağız dolusu “Millet”le “Ulus”un, “Milli”yle “Ulusal”ın yeri, kürsüye-kulağa gelişi, hatta ihtirası aynı mı Allahaşkına (Allah aşkına duygusal vurguda, nidada birlikte yazılır bence)! Öyle ki “Ulusa Sesleniş”de kendine, diline, parmağına nispeten mukayyet olanlar, senli benli “millet”e seslenirken parmağını sallayıp, ağzını bozuyor.
“Milli Hâkimiyet” tetikleyici
Sokak röportajında “Ulusal egemenlik nedir?” diye sorsalar, egemenliğin “g” ile mi “yumuşak g” ile mi yazılıp-söylendiği muammasındasın belki. Mânâsı kavî, tek başına sert olunca “g”sini kulaktan kulağa yumuşatmışlar herhal. Laf ola beri gelesi de telaffuzuyla daha inceden.
Eskisi gibi telaffuzunu incelten “im”i, “şapka”sıyla “Milli Hâkimiyet” deseler bir şeyler, mesela “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” filan gelecek aklına. O mevzuda o kadar da “kayıtsız” duramayan, “Cahil cühelâyla benim oyum bir mi!” diye homurdanan komşunla -lisanınca- tartışacaksın.
“Dile, hatta gönle eğreti değen yahut ağızlarda zor dolaşan kelimelerin kaderi” mi demeli? “Laik”lik ile “layık”lık, hatta “layik”lik de Türkiye’nin dille imtihanıydı mesela. Hâlâ da öyle belki, pek dikkat etmedim. Öyle mânâlı bir karışıklık ki… İlkine layık olamayınca, ikincisine layık oluyorsun sanki. “Layik” deyip ortayı buluyorsun.
Eksik mi kaldık aksak mı?
Eskiden “belirli günler”in sayısı, çeşidi bugünkü kadar çok olmadığı için pek karıştırmıyorduk galiba. Bazı önemli günlerde bugün elini kaldırıp “Çak!” demenin atası “Elden gel!”le paylaşıyorduk “belirli” talimatlara uygun ortak duygularımızı. Şimdi ibadullah… Misal dün “Spagetti Günü”ydü, haftaya da “Baklava Deseni Günü”nü, hemen ardından “Bitter Çikolata Günü”nü kutlayacağız kısmetse.
Çocukluğumuzda, gençliğimizde özel-önemli günlerin sayısının bugüne oranla daha az, belki daha siyah-beyaz, “tasarruflu” olmasının karakterimize, kuşağımıza etkisinin ne olduğunu kestirmem de zor. Kuşağımızı -böyle- bağlamak da…
Zira bugün coşkuyla, özel yemekler, hediyeler, hatta partiler, farklı ritüeller, törenler, festivallerle kutlanan özel-önemleri günlerin çoğunun adını bile anmadan geçti yıllarımız. Eksik mi kaldık, aksak mı, yoksa fazla mı, kendince muamma.
“Yaşgünü”nü bilme ayrıcalığı
Muhitimizde yine de şanslıydık. En azından büyük şehirlerde, belli semtlerinde “Yaşgünü”yle körelttik biraz nefsimizi. Sonradan bırakın o günü pastası, hediyeleriyle kutlamayı, doğum gününü tam tarihiyle bilemeyenleri, doğduktan ne zaman sonra kütüğe “1 Ocak” yazılıp geçilenleri tanıdık.
Çoktu, tanıdıkça… Yeni yılın ilk günü “doğan” çocuklar, tarihi, sosyolojik, psikolojik ve dahi demografik bir problem bizde. “1 Ocak” gibi özel bir günde “doğan” şanslı çocukların (!) sayısı bugün bile Facebook’a sığmıyor.
Boş bulunup “1 Ocak’ta doğan şanslı yeni yıl çocuğu”na iltifat ediyorsun, “Yooo” diyor; “Ben yazın doğmuşum ama nüfus(t)a öyle yazmışlar”. Adı da Azmi değilmiş aslında. “Azad” koymuşlar, nüfus memuru “Olmaz -olsun- öyle isim” deyip “Azmi” yazmış kütüğe.
“Soy ağacı memuriyeti”nin önemi
“Nüfus(t)a öyle yaz(dır)mışlar”la “Nüfus memuru öyle koymuş”lar, hatta sonradan adını, soyadını değiştirilenler kim bilir ne kadar soy ağacını kurutmuş, yerine, “nüfus”una ne kadar “kütük” dikmiştir o tarihlerde. Yani burcunun yükselenini, aşağı yukarı doğduğu saati bileni bırakın… Doğduğu günü, soy ağacını, adını soyadını, anlamını, nereden, nasıl geldiğini, mirasını bilen çocuklar bile ayrıcalıklıdır bizim kuşakta.
Nereden, nasıl geldiğini bilemeyen, adı bile “resmen” reddedilenler yahut kuşaktan kuşağa reddi miras edenler de “Ne mutlu Türküm diyene”de, “Hepimiz Müslümanız”da aradı belki kabullenilmeyen aidiyetini.
Burcu bile “helâl” olmayanlar
Bazısı adını-soyadını değiştirdi, değiştirmek zorunda kaldı. “Samuel Agop Uluçyan” Sami Hazinses adıyla söyledi şarkılarını, filmlerde öyle oynadı. O “ses”in “hazin”, o yeni soyadının, o “hazinses”in esasında bir nevi “soy adı” olduğunu bile algılayamadık yıllar boyunca, güldük çıktığı rollere. Son yıllarında kaldığı huzurevinde ağırlaştı, öldü “kalp yetmezliği”nden.
Burcu yükselemeyenler ise yıllar sonra teselliyi Çin astrolojisinde buldu, eğer doğduğu seneyi -doğru- biliyorsa yıllara göre belirlenen Çin burçlarıyla avundu. Velâkin burcu domuz, sıçan, yılan filan olanların yıldızlarının tercümesi, pırıltısı yine kadersiz. Kolaysa anlat burcunun “helâl”, “domuz”la “koç”un, “oğlak”ın, “boğa”nın aynı familyadan, çift toynaklılardan olduğunu.
Tanklı-toplu “bayram” ülkesi
Bir bakıma özel-önemli günler çok da dert değildi eskiden. Düşünün! “Dünya Sevgililer Günü”nü bile kutlamadan, belki o günleri resmi bayram mesajlarındaki kalıp ifadeyle “idrak da etmeden” geçti çocukluğumuz, ilk gençliğimiz. 14 Şubat’ı keşfetmemiştik henüz. “Kısa çeken” bir aydı zaten.
O yıllarda idrak edilen günler ise -o günün mesajlarıyla bile- aklımda: “30 Ağustos Zafer Bayramı, Başkent Ankara’da, tüm yurtta, yavru vatan Kıbrıs’ta ve dış temsilciliklerimizde ulusça, törenlerle idrak edildi.”
“Resmen” idrak edilmesinde radyodaki, gazetelerdeki bu mesaj da etkiliydi elbette. İdrakin her yıl resmi törenlerle, “resmigeçitler”le, “top arabaları”yla, tanklarla pekiştirilmesi de… Sivili bile “Fener Alayı”yla. 12 Eylül 1980 darbesinden bir yıl sonra bile yukarıda kupürden, 31 Ağustos 1981’deki Milliyet Gazetesi’nin manşetinden tanklar geçiyor. Üst başlığıyla “Tüm yurtta ve dış temsilciliklerimizde törenlerle…”
Bayram… Da, tanklar darbe günündeki gibi yine sokaklarda, caddelerde. Yıllar sonra 28 Şubat kısa kalmasa, o dönemde Ankara Sincan’dan geçirilen tanklar da belki “kutlanacak günler”den sayılacak. O caddenin adı değişecek: “Tankçı Üsteğmen ……… Caddesi”.
Füzelerden doğan güneş
Geçen ay, 22 Aralık’taki “Türk savunma’ sanayilerimiz ve Manav Amca” yazıma da “yazı fotoğrafı” olan yukarıdaki afiş de meselenin bugünü. Milli Eğitim Bakanlığı’nın çocuklar için bezenen özendirici “Yerli Malı Haftası” afişinde gökyüzümüzü, havayı-denizi yine savaş araçları donatmış. MEB’in resmi sitesinde 11 Aralık 2024 tarihli taze taze afişinde gökte savaş uçağı, helikopteri, denizde savaş gemisi, altında da o haftayı o havayla doldurduğu “kesekağıdı”yla, “kumbara”sıyla kutlayan çocuklarımız var.
Çocukluğumda Hipodrom’a getirilen dört füzenin üzerine tek tek yazılan “Şafak (Ufuk muydu yoksa)”, “Tan”, “Doğan”, “Güneş” kelimeleriyle oluşturulan (u)mutlu cümleyi de hatırlıyorum. “Ordular”, “İlk”, “Hedef”, “Akdeniz” kelimeleri de Ankara Anıttepe’deki yan yana dört sokağın adı olup kuruyordu cümlesini. Hiç bitmedi savaşımız. Bazen “yel değirmenleri”yle de olsa, berdevam.
Yıllar sonra sokaklara da “ad yakıştırmayı” pek seven Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek de denedi yola sokaklardan çıkmayı. Birçok sokağın, caddenin adını olmadı numarasını değiştirdi. “Angora Evleri”nin çevresindeki sokakların birbirinden neşeli, sevimli isimlerini değiştirip “Zemzem”, “Medrese”, “Müderris”, “Kümbet” filan yaptı. Ama cümle kuramadığı için yargı reddetti, sokaklar gerçek ismine kavuştu yeniden.
“Resmen Sevgililer Günü”
Neyse, yine “sevgili” günlere dönersek… Çocukluğumda, ilk gençliğimde sevgiliye, aşka dair özel günler de “resmen” anılıyordu esasında. Resmi Evlilik Cüzdanı ile kayda geçen “Evlilik Yıldönümü”yle… Bugünün zamana ayarlanan (“zamâne”) “ilişkimizin ilk ayı” vb. kutlamaları ne kelime, aile arasında kesilen “söz”, “nişan” yıldönümlerini kutlamak bile âdetten değildi.
Evlilik yıldönümü de kutlanmaktan çok anılır, hatırlanırdı desem sanki daha doğru. Öyle şâşaalı kutlamalara, eğlencelere filan pek tanık olmadım çocukluğumda. Sarılırlardı… Çevremizde de annelerde “Bugün 20. yılımıza girdik” babından bir iç çekiş… Babaların o tarihi, kaç yıl geçtiğini bile hatırlamadığına dair buruk ama modası geçmeyen espriler.
“Tek taş” bile yok, anlıyor musun
Özel günlerin, yârin, sevgilinin kıymetini “şiir”den öğrendik biraz. “Komünist Nâzım” bile önemsiyordu doğrusu: “Yapraklara dallara, yeşiller allara, /nice nice yıllara gülüm, nice nice yıllara…” Sevdalısına zindandan seslenişi bile kulağımızda: “Karım benim, iyi yürekli, altın renkli, gözleri baldan tatlı arım benim.”
Aşkın “Postacı”sı Mario’nun “Şiir yazanın değil ona ihtiyacı olanındır” manifestosuyla Pablo Neruda’nın şiirini (ç)alıp sevgilisine vermesi misali, “sevgili günler”de “şiir ödünç alma”yı da sevdik sonradan. Ama aynen (ç)alınırdı saygıdan, bugünkü gibi bir şeyler uydurup altına şairlerin imzası eklenmezdi.
Şiirden gayrı neyimiz var. Düşünün, hayal edebilirseniz hayal edin… “Tek Taş” bile icat edilmemiş muhitimizde. Olmaz ya… Hani izdivaç teklifinde müstakbel refikanın, zevcenin önünde diz çöksen, ellerin bomboş. Bir demet papatya uzatsan arsalar onlarla dolu. Koparıp yoluyorsun zaten; “Seviyor, sevmiyor, seviyor…”
Alyans yerine “devrim yüzüğü”
Ötesi Ankara’nın göbeğinde, en mûtenâ semtinde yaşayan annemle babamın alyansı bile “hususi” değil “resmi”, nikelden. “Teneke” diyen de var. Zira altın yüzüklerini 27 Mayıs’tan sonra Silahlı Kuvvetler’in “devrim”ine yardım-destek kampanyasında -Askerî- Hazine’ye bağışlamışlar. Parmaklarında onun yerine verilen üzerinde evlendikleri gün değil bir örnek “27.5.1960” yazılı, Ay Yıldızlı, defne dallı, ince “devrim yüzükleri” var. Sonradan değiştirdiler.
Belki değiştirmelerinde o bağışın ardından çıkan haberler, rivayetler de etkili oldu. Halkın alyanslarından elde edilen gelirle Ankara Yücetepe’de, İstanbul Gayrettepe’de subaylara lojman yapıldığı iddiası… Yıllar sonra orada oturan bazı ailelerin çocukları evlerinin Emlak Bankası kredisiyle alındığını savunsa da (¹) tarihe “Alyans evleri” diye geçmiş bir kere.
“Resmen” kutlanan, çoğu kez öyle de anılan “sevgili günlerimiz”e gelecek pazar önce annelerle devam edeceğim. “Cumartesi anneleri”nin, “sivil”inin yanında/karşısında “resmen” anılan “Pazar anneleri”yle… Ardından da anne yarısı öğretmenlere değinmeye çalışacağım.
(¹) “Alyans değil alınteri”,Fatih Tekeci, Hürriyet Ankara, 6 Mayıs 2013.