Ana SayfaGÜNÜN YAZILARISevimli Lovecapone’un “önemsiz” maceraları

Sevimli Lovecapone’un “önemsiz” maceraları

Marcello Mastroianni “İtalyan çapkınlığı” efsanesinin medar-ı iftiharı. Nam-ı diğer “Latin Lover”. Öyle tanınıyor/tanıtılıyor. Öyle ki “İtalya’yı anlamak” babından gezi yazılarında bile Mastroianni de tarihi, doğal bir “eser”. İtalyan erkeklerini anlama rehberi! Lâkin o dünyada hakkıyla alınmış kimlik kadar giydirilmiş toplumsal kimlik meselesi de mebzul.

“Kızlar çapkın çocuğu seçer…” Bir romandan mı aklımda kaldı, bir replik miydi yahut aşkın, flörtün bilirkişileri öyle mi derdi… Hatırlamıyorum. Önemli değil. Zaten ne enteresan bir genelleme vecizesi, ne de kullanışlı bir aşk nasihati. Kamyon arkasına bile yazılmaz artık.

Lâkin erkeği sanık sandalyesine tek başına oturmaktan kurtaran her eril genelleme gibi var bir hikmeti, kulaktan kulağa melodisi: “Çapkınım, hovardayım, 24 ayardayım.” Aslolan erkeğin tarihi bir nişan gibi taşıdığı, olmazsa olmaz çapkınlığı zaten.

Tarihte “Her istediği erkekle, istediği her şeyi yaptığı” rivayet edilen Zelda Fitzgerald gibi uçarı, sözlük anlamıyla “serbest tavırlı” kadınların çapkınlığını etiketleyen “hafifmeşrebizm”, erkeğin sıfatları arasında değil. Erkeğe çapkın deyip geçmek onun tarihinde şık görülüyor.

Karacaoğlan der ki…

Çapkınlık, şarkıların da gözde nağmesi, “ya hey”i, yalellisi. O yağız Karacaoğlan’dan beri ezberi, seyri öyle:  “Ben meylimi üç güzele düşürdüm /Biri şemsi, biri kamer, ille elif /Onların aşkıyla aklım şaşırdım /Hangisinden yad eyleyim gönlümü /Birinin parmağı dopdolu yüzük /Birinin kolunda sırça bilezik /Büyüğünü sevsem küçüğe yazık /Biri şemsi, biri kamer, ille elif.”

Türküsü öyle, işreti öyle; “Dört yanım almış güzeller /Eğildim bir buse aldım bir bir yandan, bir bir yandan”.  “Bülbül sözlü” çapkın tangoları, helâl, ömrüne bereket “şerefine” kadehleri öyle: “Şimdi aşk mevsimidir, gönülde karar olmaz /Çapkınlığın demidir, bir gülle bahar olmaz”.

Klark çekmenin miladı

Çapkın kahramanlar bilhassa polisiye efsanelerde sinemanın da toplumsal reyting ayarı. Erkek heyecanı, filmin kahramanının efsanesi onunla cilalanıyor. Agatha Christie’nin feminen, minyon, afedersiniz aseksüel dedektifi Hercule Poirot’ya hâlâ içimiz sızlıyor.

Clark Gable’ın ise Hollywood’un  “gönül maceraları”nda, baştan çıkaran “kadın avcısı” miladında özel bir yeri var. Gable’ın tek kaş yukarıda, bıyığıyla kıvrımlanan cool, kibirli tebessümüyle “Klark çekmek”, eril Davranış Bilimleri’nin, beden dilinin kadim ünitesi. Onu beceremeyenler bıyık büküyor.

Çapkınlık “okutan haber”lerde de hep gözde… Warren Beatty’nin hayatı boyunca 12 bin 775 kadınla birlikte olduğu haberleri “King Size” yatak efsanesi gibi gelse de, birçok insanı günlük-yıllık oranını kestirmek, hayal etmek için hesap makinesine sevk ediyor muhtemelen. Beatty’nin sinemaya adım attığında “Bonnie and Clyde”la patlayan çekici gangsterliği, Lovecapone olarak adlandırdığım yaşayan kimliğinin yanında sönük kalıyor.

“Ladies Man”in pişmanlığı

Kuşkusuz bu tür efsanelere konu olan jönprömiyelerin keyifle giyindiği-büründüğü o kimliğin yanında, giydirilmiş bir toplumsal kimlikten de söz edilebilir. Mevzu oralara geldiğinde hep “Ladies Man” olarak anılan Leonard Cohen geliyor aklıma.  Cohen’in “Marianne & Leonard: Worlds of Love” belgeselinde iyice ortaya çıkan ve örtülü bir çapkınlıkla cilalanan tatminsizliği, bencilliği yıllar sonra acı itirafları da taşıyor biyografisine.

“Çapkın bir adam (Ladies Man) olarak yayılan şöhretim, yatağımda yalnız geçirdiğim binlerce geceyi hatırlayınca, beni acı acı gülümseten bir şakadır. (…) Bu bencilce bir hayattı ama o zaman öyle gelmiyordu. Bunun acısını çocuklar, yanımdakiler çekti. Çünkü hep gidiyordum”. Yani bu çapkınlık mıdır, yoksa daha kapsamlı ve tek odaklı olmayan bir “Ben bi gidim” midir, tartışmalı. Cohen’in 1994’de bir Zen Budizm manastırında beş yıl inzivaya çekildiğini, orada “Jikan (Sessiz olan)” adını aldığını da biliyoruz.

Anlatılmazsa yaşanmaz

Belki de söylenildiği gibi aşk adına yaşadığı, gerçekleştirdiği şeylerle değilo mevzuda “söylemeyi sevdiği (ya da öyle anılmayı istediği) şeylerle tatmin olan, söylediklerini ise yaşayamayan” bir profil. Cohen Manhattan’daki Chelsea Hotel’in iki numaralı odasında Janis Joplin’le yaşadığı geceyi, aynı adla şarkısına da alıyor. Gecenin cinsel ayrıntıları da var kalın dizelerinde…

Yıllar sonra “I’m Your Man” belgeselinde, LSD ile uçuşta olduğu dönemlerdeki o şarkısı için de özür diliyor: “Geçmişteki en büyük pişmanlıklarımdan birisi Janis’le yaşadıklarımı ifşa etmiş olmamdır…” Hani o “Anlatılmaz yaşanır” temcidi var ya; bu örnekle çapkınlığın “Anlatılmazsa yaşanmaz” zafiyetine de geliyoruz sanki. Fıkralarda bile birilerine anlatılmazsa çapkınlığın tadı-tuzu eksik kalıyor.

İtalya’nın “Latin Lover” rehberi

Bütün bunları “Persepolis” filmiyle ilgili bir haber düşürüyor aklıma. Filmdeki anneyi seslendiren oyuncu Catherine Deneuve, başroldeki kızı Marjane’e sesini veren ise Deneuve’le Marcello Mastroianni’nin kızı oyuncu, şarkıcı Chiara Mastroianni.

Mastroianni “İtalyan çapkınlığı” efsanesinin medar-ı iftiharı. Nam-ı diğer “Latin Lover”.  Öyle tanınıyor, öyle tanıtılıyor. Öyle ki “İtalya’yı anlamak” babından gezi yazılarında bile Mastroianni de tarihi, belki de doğal bir “eser”. İtalyan erkeklerini anlama rehberi!

Gençliğinde Clark Gable hayranı… Onu taklit ediyor, dilinde bugün de unutmadığı o çocuk oyunu tekerlemesi: “Madam Dore’nin ne güzel kızları oh, ne güzel kızları…” İkinci Dünya Savaşı, bombardıman yılları… O günlerde dans ettiği kızın çiçekli elbisesi aklında.

Bir bardak sudaki aşk

Birkaç yıl sonra pazar günü partileri… Kızlardan bir öpücük almanın yolu, “İçmek için bir şey mi İstemiştin? Gel, mutfağa birlikte gidelim”. Kendi deyimiyle o günlerde evdeki tek içilecek şey de bir bardak su, başka bir şey yok. Aşkın üzerine içilen bir bardak soğuk su mu desem.

Hayatındaki Faye Dunaway, Silvana Mangano, Anita Ekberg, Jeanne Moreau, Antonella Lualdi, Maria Schell, Dawn Adams, Stefania Sandrelli, Anna Maria Tato gibi ünlü kadınlar sadece magazinel olanları. Anlık yakınlaşmaların kronolojisi tutul(a)mamış.

Lâkin her söyleşisinde kendisini “Latin Âşık”olarak tanımlayanlara isyan ediyor: “Her tanışmada, her serüvenimde o meşhur, kendime hiç yakıştıramadığım ‘Latin Lover’ karşıma çıkıyor, kimbilir nasıl bir hizmet beklentisi yaratıyor. Oysa ben kesinlikle sıradan bir erkeğim, hizmetlerimde bile…” “Hizmet” kelimesini seçmesi enteresan ve can sıkıcı… Belki de onu ele veren bir ipucu. 

Terk etmek mi, edilmek mi?

Savunmalarında o etiketin üzerine yapıştığı “Dolce Vita (Tatlı Hayat)”(1960) filminden sonra iktidarsız bir karakteri, hamile bir erkeği, filmografisinde bir başyapıt olarak nitelendirdiği Ettore Scola’nın “Özel Bir Gün” filminde bir eşcinseli canlandırdığını da hatırlatıyor.

Zeynep Atikkan’ın 1990’larda Paris’te Mastroianni’yle “yağmurlu bir pazar sabahı yürürken” yaptığı röportajda da o karşı çıkış var: “Kadınları cezbetmeye, baştan çıkarmaya kalkan erkek öncelikle maçodur. Ben maço değilim. Hep terk edildim…”

İlginç bir savunma gibi gözükse de ilişkilerde “terk etmek” yerine “terk edilmeyi” inşa eden insanları düşününce pek öyle gelmiyor. Ona dayalı bir stratejiyi de çapkınlığın kullanım alanı içinde değerlendirmek mümkün. O “karar”ı vermenin yükünü üzerinden atmak, o kararı da “mağdur”a bırakmak. Bir yandan da “Terk etmek mi zor, terk edilmek mi, /Gel sen onu bir de bana sor” meselesi.

“Sadece boyun eğiyorum”

Mastroianni çapkınlığını kadınların çekici dünyasına bir boyun eğiş olarak da yumuşatmaya çalışıyor. Pasif taraf… Ama bu sözleri onun bir aşk haydudu, çetecisi, bir Lovecapone olarak anılmasını ne kadar önlüyor kestirmek zor. Malum… Tanrıların tanrısı gümbür gümbür Zeus bile koskoca, ulu sakalına, cüssesine bakmadan çapkınlık yaparken kuğuya dönüşüyor. 

Dostu, arkadaşı yönetmen Federico Fellini, Marcello’nun kadınlarla ilişkisini yakından değerlendiriyor: “Kadınları çeken bir mıknatıs gibidir. Ona bağlanırlar. Marcello da kadınların kendisini sevmesine, bağlanmasına izin verir. Bazen o kadınlardan bazılarına çılgınca âşık olur. Ama eşinden, kızlarından, evinden kopamaz. Bu yüzden devamlı terk edilir. Terk edilince büyük acılar çeker. Ağlar… Sonra acısı diner… O çok sevdiği kadın güzel bir anıya dönüşür. Ve Marcello bir sabah yeni bir filme, yeni bir aşka başlamak üzere evinden çıkar.” Böyle bir menzilde Mastroianni’nin sıkça söylediği “Sadece film çekerken varoluyorum” sözleri de manidar.

Marcello’nun kitabında aşk yok!

Ömrü öyle ya da böyle bir “Âşık” olarak geçen Mastroianni ölmeden bir yıl önce, 71 yaşında yaptığı bir röportajda “Sizce hayattaki en önemli üç şey nedir?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Sigara içmek, sağlıklı olmak ve bir işe sahip olmak”… Evet, “AŞK” yok saydıklarının arasında. Bu duruma kendi ayrıntılı ses kayıtlarından hazırlanan ve ölümünden bir yıl sonra (1997) basılan “I Remember (Hatırlıyorum)” kitabında da rastlıyoruz. Yaklaşık 200 sayfalık kitapta da aşkla/aşklarıyla ilgili tek bir cümle yok. Mahremiyete saygı olarak nitelendirsek, hayatı hep ortada… Daha sonra da değineceğim gibi gizlisi saklısı yok.
Mastroianni 23 Aralık 1996’da yaşamı kadar cenaze töreniyle de ilgi odağı. Başta Catherine Deneuve, Sophia Loren olmak üzere çarpıcı bir ‘kadın cemaat’ kaldırıyor cenazesini. Boy boy fotoğraflarıyla, barışık görünen bir cemaat…

Kaplan rolü yapmayan kedi

Ahmet Altan “Sevdiğini söyleyememek” denemesinde Marcello’ya, “bir aşk şövalyesi”ne veda ediyor. Çünkü o, bütün erkeklerin binbir maskeyle gizlemeye çalıştığını, bir “stil”e dönüştürmüş: ‘‘O bizim güçsüz, azarlanmaktan ve aşağılanmaktan ürkerek azarlanıp aşağılanan yanımızdı. Bizde bir sahtekârlığa dönüşen güçsüzlük, onda içtenliğe dönüşüyordu.

Saf ve içten bir güçsüzlük ise her şeyden daha çekicidir. Kadınlar daha sonra terk etmek için koşar ona. Biz onu yaşadığı aşklar için kıskanırken, o terk edildiğine ağlar. ‘Hayır’ diyemez çünkü… Onun hayatında daima bir kadın üzülüyordu, ama üzülen Marcello’nun üzülmemesini istediği oluyordu.

Yakışıklı yüzü, yumuşak çizgileriyle hep bir kedi yavrusu gibi baktı kadınların yüzüne, hep sevildi, hep terk edildi. O bizim içimizdeki kedi yavrusuydu. Tek farkı kaplan numarası yapmamasıydı. Onun için arkasından şefkatle üzüldük, onun için onu asla taklit etmedik. En güçsüzümüz oydu, onun kadar güçsüz olmaya bizim gücümüz yetmedi.’’

“Önemsiz”e yaslanmak

Deneuve&Mastroianni’nin Fransız-İtalyan melezi, Akdeniz esmeri kızı Chiara da “Bir aşkın meyvesi” olarak doğmaktan mutlu olduğunu söylüyor babası ölüp, ‘günlerin köpüğü’ durulunca: “Kafasına koyduğunu yapardı babam. Beni armağanlara boğardı, ardından ‘Sciocchezza (Önemsiz)’ derdi.”

Mastroianni Deneuve’dan kızı doğduğunda bile eşi Flora’dan ayrılmayı düşünemiyor, göze alamıyor. Ölene kadar, yarım asır boyunca boşanmıyor ondan. Ve Napoliten, bıyıkaltı bir kedi yanaşmasıyla fısıldıyor eşine: “Sciocchezza… Catherine iyi bir kadın. İşte bak senin dizinin dibindeyim ya…”

“Alçakça kaçtığı kararlar”

Pankreas kanseri ilerlediğinde yatağından Eyfel Kulesi’ni görüyor 72 yaşındaki Mastroianni. Yanındaki son sevgilisi Anna Maria Tato için de, o gücünü güçsüzlüğünden alan sözcüğü yineliyor Flora’ya… Ama artık yorgun nefesi: “Sciocchezza, ciddi, anlamlı bir ilişki değil. Bana iyi bakıyor, hastabakıcım…”

Evet, mutlaka ağır üzüyor, yuvasına döndüğünde böyle tahrip gücü yüksek cümlelerle kırıyor kadınları ama kendince yumuşacık, bir seçimin-kararın yüküne, günahına girmeden üzüyor. “Aşk”ı değil eşini, “ev”i seçiyor. Ama o “naiflik” içinde asla “gönül maceraları”na girmediği “Hatırlıyorum” kitabındaki cümlede gizli: “Bazı kararları almaktan alçakça kaçarım…”

Gizlisi saklısı olmayan bencillik

Flora da röportajlarda benzer, sanki yıllarca temizlenmiş bir pencereden anlatıyor eşi Marcello’yu: “Kadınlar rahat bırakmazdı. O da peşlerine takılırdı. Giderdi, gezer, tozardı, bıkınca ya da terk edilince gelir bana sığınır, yaptıklarını anlatır sonunda da ‘Ciddi bir şey değildi. Benim yerim senin yanın’ der, yaramaz bir çocuk gibi affedilmeyi beklerdi. Bakmayın siz onun çapkınlıklarına, elde edemediği kadınlar elde ettiklerinden daha çoktu.”

Sayısı 13’e ulaşan filmlerindeki efsane partneri Sophia Loren ile arasındaki “olası”, yakıştırılan bir aşk her zaman kapıdan dönüyor. Kapı kapalı… Flora’ya göre Marcello’nun tek asılamadığı kadın Loren: ‘‘Ona bir tanrıça gibi tapar ve ondan çekinirdi.”
“Gizlisi saklısı yoktu. Olduğu gibiydi’’ diyor onun için Flora. Bu bir içtenlik, dürüstlük müdür yahut “şefkatli” bir acımasızlık, bencilliğin “etik” bir temel arayışı mıdır… Bakılan pencereye, o salona da bağlı sanıyorum. Ama “olduğu gibi olmak” insanın bencillikle arasına kabullenilebilir bir sınır koyabiliyor mu çok tartışmalı.

Aşk sakardır, ya âşık?

Belki de Marcello bir yönüyle anıldığı gibi bir tür “inetto” (beceriksiz, yersiz davranan, sakar)… Hani aşk da sakardır, âşık da, gibilerinden. Yahut Fellini’nin ona taktığı (uydurduğu)  şakacı isimle “Snaporaz”. Anlamına dair yorumlar çeşitli; “çıtçıt” mı, yoksa çocuksu, biraz saf, kafası karışık, “çıtır çıtır” mı… Şeytan tüylü, uydum akıllı, sevimli kerata?

Flora Mastroianni de üç yıl sonra, 73 yaşında veda ediyor hayata. Ardında “Hep eşiydim, dostu, kardeşi, annesi, sırdaşı, hemşiresi, hizmetçisi ama hiçbir zaman sevgilisi olamadım” sözlerini bırakıyor. Belki de asıl mesele bu cümlenin gezdirdiği kuytularda gizli.

ÜNLÜ SİGARA SAVUNUCUSU

Marcello Mastroianni  “hayatındaki en önemli üç şey” arasında ilk sıraya yerleştirdiği sigarayı yarım asır boyunca günde iki buçuk, üç paket içmiş. Mısır koçanından sarılan sigaralarla başlamış tiryakiliği. Röportajlarında kabaca hesaplıyor; “Elli yılda bir milyon sigara eder…” Ama sigara yasaklarına her fırsatta sert tepki gösteriyor: Tamam, sağlığa zararlı ama şu Amerikalılara kafayı takmış durumdayım. Bu sigara karşıtı hareketlerini bırakmaları gerek, ne yani bizi siga­ra içiyoruz diye gettoya mı tıkacaklar? Herkesin kendi yaşamı kendi seçimi, kim nasıl isterse öyle ölür, işte ya­ratılan bu yasak baskısı beni deli ediyor.”

“Hayat bana cömert davrandı” diyen Mastroianni’ye sinema da öyle davranıyor doğrusu. Yüz elli filme ulaşan kariyerinde Fellini’nin, Visconti’nin, Scola’nın, Antonioni’nin, Ferreri’nin, Blier’in, Taviani Kardeşler’in, Angelopoulos’un, Altman’ın Louis Malle’in , Vittorio De Sica’nın filmlerinde başrollerde.

YAZI FOTOĞRAFI: Marcello Mastroiannikadim rol arkadaşı Sophia Loren’le yönetmen Lina Wertmuller’in Türkiye’de “Kan Davası” adıyla gösterime giren filminde. Giancarlo Giannini’nin de katılımıyla  “Kan Davası (1978)”, Türkiye’de 1980 darbesine giden günlerde sosyalist, anti-faşist tansiyonuyla birçok sinemaseverin de gözdesi.

Hâli vakti yerinde sosyalist avukat (Mastroinni) ile mafyatik (Giannini) erkeğin tutkulu aşk üçgeninde hamile kalan yoksul dulun İtalyan faşizminin gölgesindeki hikâyesi. Filmi internet üzerinden izlemek olanağına hiç rastlamasam da “Dikkat filmin sonuna dair ağır spoiler!” diyerek devam edeyim: Filmde tiril tiril, biraz hanım evladı Mastroianni’nin Loren’in kirli, “emekçi” ayaklarını aşkla öptüğü sahne hafızalara yerleşirken, finaldeki replik klişeler arasına girse de unutulmaz. Sevdiği iki erkek faşist kurşunlarla can çekişirken Loren onların kulaklarına ayrı ayrı fısıldıyor: “Çocuğum senden…”

Filmin orijinal adı ise çok uzun; Guinnes Rekorlar Kitabı’na giriyor: “Siculiana Kasabasında Dul Bir Kadın Yüzünden İki Erkek Arasında Yaşanan Kanlı Olay. Siyasi Saiklerden Şüpheleniliyor. Aşk, Ölüm, Çalkala. Güzel Lugano. Tarantelle. Ekmek ve Şarap”.

- Advertisment -