Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIŞiddetle duygusal mücadele

Şiddetle duygusal mücadele

Şiddet “iliklerine işle(n)miş”se… Şiddete “ama”sız, koşulsuz karşı olmak duygusal bir mücadele. Duygusal yüzleşmeyi de gerektiriyor. Kaba “şiddet romantizmi” kol geziyorsa, içinle-dışınla ona karşı durmak için duygusal incelik, derinlik, duygusal zekâ, “romantik” direniş de şart. Efsanelerle, destanlarla, “kültürümüzde var”la mücadele. Bu, gözümüzü yaşartan, göğsümüzü kabartan Eşkıya Şener Şen’le bile mesafe gerektiren bir duygu terbiyesi.

Şiddet her şekli, türü, hedefi, dozajıyla geziyor hayatımızda. Yan bakıyor, hatta omuz atıyor…  “Dilde-elde-gönülde şiddet”in hissedilmediği bir yer de yok, sohbete değmediği bir mevzu da zor. Havadan sudan, sıcaklardan konuşsan, gözünün önüne güneşe, havaya ateş edenler geliyor.

Kültürümüzden kimyamıza, “muhabbet”ten siyasete, “el mecbur”dan derin arzulara kadar her yerde. Espri şiddeti de var, reytingini sahnelenen dramatize hüzünden, beladan, kahırdan alan gözyaşı şiddeti de.

Din de şiddete duvar öremiyor, sekülerlik de. Şiddetin eğitimle alışverişi desen… İşe önce yaygın-örgün, bilumum “dolaylı eğitim kurumları”ndaki şiddetten başlaman gerek. “Okumuş çocuklar” orada yetişiyor. “Ocak”larımız, şiddet ocağı.

Her vesileyle yeniden üretiliyor. Sürekli, seri üretim. Her türden ekrana hâkim söyleme, şiddete, tohumlarına -elbette cımbız yetmez- komple ağda yapsan, dilinde yeniden tüy bitecek. Anında… Şiddet hatiplerinin bir nedenle, bir yolla ağzı bir an kapansa, dili tutulsa, bakışı, gözleri, suretindeki, sıfatındaki “ne bu şiddet, bu celâl” konuşuyor.

Kabulü de, reddi de iç içe

Kabulü de, reddi de şiddetle iç içe; geçinemese, dudak bükse, surat assa bile komşu. Şiddetin kabul sınırı, menzili, istikameti keyfekeder. “Ahlâk”ı bile olabiliyor: “Ona olmaz, bu kadarı olmaz…” Rengi de pembeden bordoya, vişne çürüğünden koyu mora, kırmızının 1001 tonu. Pembe şiddetler ezelden kabulümüz. En çok çocuklara, kadınlara yakışıyor.

Şiddetin reddi de öyle; sınırsız, kayıtsız şartsız, tümüyle değil. Kapısı aralık; “Hak edene…” Ara sıra bazı bazı… Hurûfatı şiddeti kabul edenlerin matbaasında diziliyor, hak-hukuk kitapçığı orada basılıyor. Bastırılmış şiddet de bastırma fiiliyle şiddetin çekimi: İçi beni, dışı seni…

Ne kadarı şiddet, ne kadarı değil!

Şiddeti reddedenlerin “kabul ettiği”, bazı durumlarda meşru, hatta “hak” gördüğü, “Helâl!” dediği şiddet de mebzul. Adrese, meseleye göre değişiklik gösterebilse de… Şiddeti kabul edenlerle etmeyenlerin buluştuğu köşebaşı da çok. O anlarda, o “haklı-gerekli” durumlarda kardeş kardeş geçiniyorlar. Sonra herkes kendi -şiddet- yoluna.

Böyle bir karambolde tanımı da birçok insan için muamma. Asıl sorulması, sorgulanması gerekenler, ne kadarı şiddet-ne kadarı değil münazarasında gürültüye gidiyor. Hayatındaki, aklındaki, ruhundaki kantara gelmeyen şiddete mazeret bulamayanlar, çareyi bazen kuyumcu terazisinde, “O kadarı şiddet sayılmaz”da arıyor.

Öyle ki “şiddet dili”nin izahı, kavranması bile “karakter” meselesi. Hukukta yeri olsa da “Nefsi müdafaa”nın hayattaki sınırı belirsiz. “Nefis”in anlamı geniş çünkü… “Meşru müdafaa hakkı” da sınırını çoktan aşan “Yeni Meşruiyet”in karambolünde, mevzuatında mercimek kadar. Görünce eziyorlar.

“Ulusal normalite” köleliği ve şiddet

Şiddetin ayara gelen, ayarını tutturan bir mekanizma sanılması da temel sorunlardan. Tanımı, alanı gereği makine öyle “hassas” ayarlarla çalışmıyor. Öyle sananlar da şiddetin sütannesi, cici babası, delikanlı abisi…

Hâl böyle olunca tümüyle kabulüne de, reddine de koyulan şerhler hayırlara vesile değil. Şerh şiddetin varlığını evcilleştirmeye, -kendince- kaçınılmazlığını ispat etmeye, nihayetinde ayarlanmış hâlini sıradanlaştırmaya çalışıyor. Ki öyle ya da böyle “bir toplumu” olsun.

Bu vesileyle “ulusal normalite” köleliğinin, “Azı karar, çoğu zarar”ın, bu konudaki o mahut “ehven-i şer”in de köküne kibrit suyu. Hatta böyle kabullere “şiddet”le karşı çıkarak… Şiddeti, dayağı, gelenek, “kültür” yapan atasözlerinin, deyimlerin, fıkraların, esprilerin de canı, kendi cehennemine.

Dayağın “Eski Türk”çe anlamı

“Şiddetli” söylemime devamla… Dayağı cennetten çıkaran “tefsirci” de, öyle tahayyül ettiği cenneti de olmaz olsun, Nasrettin Hoca’nın testisi de kırılsın, kızına dayağı “eğitim” görenler sabah akşam dizlerini dövsün, vurduğu yanakta gül bitiren öğretmenin diline dikeni batsın.

Dayağın sözlükte “Eski Türk” diliyle anlamının “dayanak, asa, sopa” anlamına gelmesi bile bugün iyice, ayrıca mânâlı. Bir şekilde şiddete değmeyen, hatta sırtını ona dayamayan toplumsal sorunumuz var mı, bilmiyorum.

Efsaneyle, destanla mücadele

Şiddet, yine şiddet. Azaltılarak bırakılamıyor. Azaltan da tiryakiliğinden tümüyle kurtulamıyor zaten. İçine çekmesen de “dudak tiryakiliği”, istemsiz “el-dil alışkanlıkları” bırakan için de pusuda. Öte yanda tiryakisi ol-olma, “El şakası” da milli eğlencemiz.

Şiddet “iliklerine işle(n)miş”se… Şiddete “ama”sız, koşulsuz karşı olmak duygusal bir mücadele. Öncelikle duygusal yüzleşmeyi de gerektiriyor… Edebiyattan ibaret olmayan bir şiddet destanı var karşında, tarihinde. Bağrında, içinde… Koca bir imparatorluk, sonrasında hep “delikanlı Türkiye” destanı.

Şiddeti “hakkı-hukuku”yla yücelten mevzuatla, efsanelerle, destanlarla, kahramanlık türküleriyle “duygusal” mücadele gerek. Çünkü şiddet bünyeye, topluma duygusal olarak yükleniyor. Bir his, güdü, duygu, ötesi arzu fırtınası.

“Şiddet romantizmi”ne direniş

Köroğlu’nun “düşman kanıyla ıslanan şalvarı”yla, Dadaloğlu’nun “Ölen ölür kalan sağlar bizimdir” aritmetiğiyle, tarihimizdeki incelikli kabadayılarla, sözlük tanımıyla “şâki”yi, yol kesici haydudu, muteber, kahraman “eşkıya” kılan efsaneler, destanlarla, duygusal, hatta bazen “romantik” mücadele…

Kaba “şiddet romantizmi” kol geziyorsa, içinle-dışınla ona karşı durmak için duygusal incelik, derinlik, duygusal zekâ, duygusal direniş de şart.  Bu, gözümüzü yaşartan, göğsümüzü kabartan Eşkıya Şener Şen’le bile mesafe gerektiren bir duygu terbiyesi. Nefsi terbiye.

Epey zamandan beri sinemada “Diriliş”li, “Fetih”li, kavgalı-dövüşlü yerli filmler izlemedim, seyircinin filme aktivist katılımını bilmiyorum ama… Eskiden bilhassa Açıkhava Sinemaları’nda kahramanın “kötü adam”ların ağzını-burnunu kırdığı, kafasını patlattığı sahnelerde, ıslık-alkış-kıyamet ayağa fırlayan seyirci aklımda. Orada dayakçı kahramanların döverken yaptığı, seyirciye kahkaha attıran espriler, ettiği alaylar da… Kahramanı, seyircisiyle onlar da ebeveyn, okulda veli oldu topluma.

Tezâhürü  uçsuz bucaksız

Şiddeti şeytan kovar gibi uzaklaştırmak, sadece akılla değil her zerresine, her örneğine baştan mesafeli bir duruşla, dindar ya da seküler bir tür “îman”la mümkün sanki. Kolay değil… Aracı, hamalı da çok, hedefi, bahanesi de sonsuz. Cenaze töreninden mezara, ölüye şiddet bile sıradan! Heykelin bile “karakteri” nedeniyle taşlandığı, kafasının-kolunun kırıldığı ülke burası. (¹)

Şiddeti önlemesi gereken “kolluk”un, adli mekanizmaların, devletin, hükümetin, -ne kadar öte bilemem ama- öte yanda “aydın”ın, “okumuş çocuklar”ın şiddetinden her an söz edebiliyorsak, bu mevzuda “uç örnek”in de ucu bucağı belirsizleşiyor.

Yediden yetmişe şiddet desen, o da dar, kifayetsiz. Sınırı olmayınca tanımı, belirtileri, tezâhürü de uçsuz bucaksız. Şiddeti toplumsal rahme düşüren de çok, emziren, doğuran, büyüten de…

“Bende zerresi yok” yanılsaması

Herkese bir yer(in)den değiyor, herkes bir yerinden temasta. “Bende şiddetin zerresi yok” diyebilmek, çoğu kez aynasız yahut aynası örtülmüş odada mümkün. Aklına ömrüne serpilen anıların, fikirlerin, tahayyüllerin geldiğinde, zihninden geçenlere dur diyemediğinde yüzünü buruşturduğun, “Kahretsin…”i kendine de yönelttiğin o yankı odasında. Bazen sehpa tekmeliyor…

Eğitimi ömür boyu… Gönül kaydırıyor, dil kaydırıyor, heveslendiriyor, hep pusuda. Şiddet tohumlarını bünyeden, toplumdan ayıklamak, şiddet destanlarına, imayla bile şiddet güzellemelerine, şiddet kültürüne tavır almak yaman mesele. Duygu, tutum, davranış, düşünce, anlatı, “muhabbet”, ahlâk, gelenekle donanmış muharebe alanında siper savaşı. Ömür boyu…

“Genel kültür”-“Umûmî kültür” farkı

Zira şiddet “kültürümüzde var”. Geçmiş değil hep şimdiki zaman kipinde var… Öyle deyince, akan sular, kanlar duru(lu)yor. Bir arızanın, marazanın arkasına o “kültürlü” cümleyi eklemenin bereketi, topraktan, iklimden, mevsimden, havalardan… Ekip, biçenin diskuru, ezberi de o, avantajı da o topraktan.

En “harika” yanı da “kültürümüzde var”ın “kültürlü olmayı” asla gerektirmemesi. “Genel kültür”e bile gerek yok, o “Umûmî kültür” fazlasıyla yeter. Şiddet bu topraklarda “çok kültürlü” dediğimizde de durum karışık. Hangisini kast ediyorsun, hangisi mecâzî, açıklaman lazım. Ama iki anlamının da sereserpe oturduğu yerler sağlam.

Barış “kültürümüzde yok”

Uzlaşma, -karşılıklı konuşarak- anlaşma, yani ruhen-fiilen bir tatmin, bir zafer yaratmayan yollara gelince,“kültürümüzde yok”. Hep sözün bittiği yerde yaşayan, o yeri de pek benimseyen bir halkız herhal. Suskunluk da ondan… Şiddetin iktidarına dayalı gevezelik de. Bakın ekranlara… Sözün başladığı birçok yer de şiddete, savaşa davet(iye). Kabul günleri

Beka dendi mi gözünden, aklından hep şiddetli, “hey hey de yine hey hey” sahnelerin geçmesinin, o filmi o koltuktan seyretmenin kabahati sadece sende değil. Devamı “Gereği yapılır” diye geldiğinde, o “gerek”in neden hep şiddeti hatırlatması, çağırması da öyle. Yani “Kabahat senin, /demeğe de dilim varmıyor ama- /kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”

“Barış”tan destan/kahraman çıkmıyor

Sözel şiddet; edebiyatı, tarihi,  “Sosyal Bilimleri”de kapsayan anlamıyla ekranlarda. Çünkü kavga, tokalaşan-kucaklaşan, öpüşüp barışan insanlarla bitince seyirci dağılıyor. Kalmıyor bir heyecan… “Barış”tan ne destan, kahraman çıkıyor, ne de efsane, reyting, aksiyon sineması.

Toplaşıp kavga etsinler diye bir araya özenle toplananlarla “eğlence”, yemek, moda vs. programları da gırla, “tartışma”, ünlü, celâlli “kadı”lara emanet “hayatın, kavganın içinden” programları da.

Savaş ve barışın itibarî kıyası da öyle zaten. Barışın savaş kadar şânı, şöhreti, efsanesi, destanı ne tarihimizde var, ne de kültürümüzde. Barış ne suspus kelime!

“Barış Harekâtı Savaşı”mız

“Barış Antlaşmaları” hâlâ dil, gönül yarası… İstilacı “Ah”ların er meydanı. Savaş kahramanları her daim başımız üste de, “Barış kahramanı” diye bir tanımlama zaten dilimizde yok. Yabancı dilden çevirmeye gönlümüz, niyetimiz de…

Bu yılın Nobel Barış Ödülü adayları arasında seslendirdiğimiz Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın diliyle, stiliyle savaş-barış terazisindeki yeri de kültürümüzle, ona dayalı yorumlarla tanımlanıyor olmalı.

Öyle ödüllere, iltifatlara savaş zamanlarından kalma “Barış”larla, efsanelerle yürüyoruz. Elbette “Yurtta sulh, cihanda sulh”çuyuz (²), Kıbrıs’ta “Barış Harekâtı Savaşı”mız bile var. Sınır ötesi “Barış Pınarı Harekâtı”mız da… Ama nedense o harekât, hareketlilik suyumuzda, huyumuzda, içimizde yok. Öyle olunca, dilde, lafta da eğreti kalıyor hep.

Nostalji şiddeti de süslüyor

Şiddetin keskin köşeleri çocukluk, gençlik günlerinin onarıcı olmaya, hatta yüceltmeye müsait nostaljisiyle de törpülenebiliyor. O cici bici, sayfaları kenar süslü Hatıra Defteri’nde her şey hoş, saf, doğal.  Şiddete yatkın, bazı hâllerine müsamahalı olmanın kökeninde o nostalji de var. Şiddetin sadece tarihten değil çocukluğumuzdan gelen mirası belki de hepsinden etkili. Ev-aile içi şiddetin “anne terliği”, “adil”, hak edilmiş, “baba tokadı”yla normalleşmesinin, “Her evde olur biraz”ın yumuşatıcı, sıradanlaştırıcı etkisi.

Bunu o günleri tebessümle, kahkahalar eşliğinde anlatan “dil”imizde de görüyoruz. Şiddet aletinin “terlik”, fiilin hastanelik etmeden “kıçına kıçına” olması, ne şirin!

Değinmeye çalıştığım ful aksesuar donanımıyla şiddet, tarihiyle kutsanan “kabadayılık”, “delikanlılık” kültürünün de şahikası.  Bu mesele, bu psikoloji, elbette Divan’a yatıp çocukluğuma inmemi gerektiriyor. Evladı, ahfadı, nihayetinde “kahraman”ı yahut figüranı olduğumuz tedrisatı, “Ah o mahalle günleri”ni, “nezih mahalle kavgaları”nı, iğneli-çuvaldızlı fıçıları eşelememi… O konuya, öyle efsanelere, destanlara sonraki yazımda değinmeye çalışacağım.

(¹) Taş heykeli taşlamak: 2007’de Kemer Belediye Başkanı’nın ahlaka mugayir bulduğu “Aşk Yağmuru” isimli heykeli kaldırma bahanesi arşivlerde duruyor: “Kırk kişilik vatandaş grubu geldi, sökmezsek heykeli taşlayacaklarmış…” Taş heykeli taşlamak!

(²) Önce cihanda sulh: Yeri geldi, yaşadığım, her kelimesiyle unutamadığım bir anıyı araya katmam şart. “Anlatmazsam çatlarım” bence mecaz filan değil. Sadece yazıyı uzatabilir; ki elimi tutan yok bu platformda.

Hacettepe Üniversitesi’nin o dönemde ünlü Sosyal Çalışma Bölümü’nde öğrenciydim. O ünüyle 12 Eylül darbesinden sonra -orada dört yıllık asistanken- YÖK bir bahaneye bile gerek duymadan tak-şak diye kapattıbölümü, hakikaten kapattı.

Neyse… Uzun süreli mezuniyet stajım, kaç yıl sürdüğünü/süreceğini asla, elbette bugün de hesaplayamadığım Milliyetçi Cephe (MC) hükümet(ler)inin yoğun etkisindeki Numune Hastanesi’ndeydi. Her şeyiyle, bilhassa Nöroloji-Psikiyatri servislerindeki anlatılmaz perişanlığıyla akıllara ziyan bir ortamda, öyle bir staj. Belki bir gün onu da yazmaya çalışırım.

Psikiyatri Servisi/Kliniği’ndeki hastalarla mülakat da stajın gereklerinden. “Servis” dediğime bakmayın yahut o terimi “servis etmek” olarak anlayın. O günlerde klinik filan değil Bakırköy için sıra, yer bekleyenlerin tutulduğu “depo”, “terminal” olarak anılıyor. Orada yatan gencecik bir kızla mülakat yapmıştım. Zeki, verilen ilaçlarla aşırı sakin, “durgun”luğa mahkûm edilen gözleri boncuk mavi, yanakları pembe pembe, konuşkan… 

Barışa îmanın hüzünlü güzelliği

Atatürk’e, durma paylaştığı fikirlerine tutkuyla, yürekten bağlı. O konuda düşüncülerini, övgülerini, dizelerini defterine de yazıyor. Bir tek, bir tanecik “ama”sı var: “Canım Atam keşke ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ değil de, ‘Cihanda sulh, yurtta sulh’ deyiverseydin. Cihanda sulh olmadan, yurtta nasıl olsun? Tüm beden hastaysa, kalbim, beynim nasıl sağlıklı olabilir…”

O tezi tartışılır da, hayali, barışa îmanı çok güzeldi. Hüzünlüydü de… O cümleyi heyecanla söylerken, ısrarla “barış barış” derken aklımdan geçen “Kim bilir neler yaşadı…” sorusunun hüznü. “Barış”ını da uygun bulmamışlar, hoş karşılamamışlardı herhalde. Böyle “ters” düşünceleri, heyecanları nedeniyle yatıyordu aylardır o serviste. Akıbeti stajım boyunca belirsizdi de, karşılaşacağı şeylerin, ona servis edilecek “hayat”ın o özlediği kelimeye pek itibar etmeyeceği kesindi.

 YAZI RESMİ: Fransız ressam Alexandre Kabanel’in 24 yaşında yaptığı “Düşmüş Melek (Fallen Angel)” tablosundan bir kesit (1847). Tanrı katından kovulduğu, dünyaya sürüldüğü, düştüğü için -gözündeki bir damla yaşıyla da- öfkeli, iblise dönüşen melek.

- Advertisment -