“Farkındalık” söylemimize, sözlüğümüze ne zaman yerleşti, trendy oldu bilemiyorum ama bize 21. Yüzyıl’la kısmet olan bir kelime. Dil, hayata yerleşen yeni kelimeler, kavramlar bu ülkede bir yüzyılı geride bıraktığımızı fark ettiğimiz ender alanlardan birisi de muhtemelen. Nefret dilinin bile lugatı genişliyor, örnek cümleleri çoğalıyor.
Zira buralarda yüzyılın değiştiğini gösteren “yapı”larımız, “geçen yüzyılda kalan” toplumsal tutumlarımız, davranışlarımız pek de kayda değer değil gibi. Yanılıyor da olabilirim tabii, ortalığa bakınca yüzyılları karıştırıyorum bazen.
Ayrıca 20 ile başlayan bir şeyin 21. sayılması da kafamı karıştırıyor. Ülkeler arasındaki zaman farkı dilimleri açısından bizim hâlâ 20. Yüzyıl’da olabileceğimize dair kuşkularım da var. 21. Yüzyıl’a geçmekte olan ülkelerdeniz belki de.
Farkındalık yelpazesi
İnsanın farkında, bilincinde olmasını gerektiren durumların, olayların çokluğu bir yana… Farkındalık denilen bilincin, duy(g)unun bir cazibesi de var kuşkusuz. Ona dayalı geniş bir alanı, piyasası da… “Farkındalık yaratmak” insanın hayatının, ilgilerinin her köşesine sızabilen bir kurs, özel bir eğitim, hatta terapi dalı, kişisel gelişim felsefesi. Farkındalığın neredeyse seçilen her mevzuda insana sağlayacağı avantajlara dair uygulamalarbir sektör artık.
Herhangi bir konuda “farkındalık adına” yapılanların yelpazesi de çok geniş. Öyle ki formunu, katlanışını, desenini biraz farklılaştırsan “Bu yelpazeyi ekranlardaki toplumsal yürek serinletme maskaralıklarına karşı farkındalık yaratmak için yaptım” demen bile mümkün.
“Beni fark edin” temelinde modalaşan kimi kampanyalar ise bilinci değil sinir uçlarını, asabiyeyi uyaran, hatta bozan örnekler. Farkındalığı, dikkati konuya değil üzerine çekmenin “TikTok” hâlleri. Olsun, kimsenin “TikTok”una, gürültüsüne müdahale edip üst kattan süpürge vuracak değiliz. Hem o da izleyende bir tür farkındalık yaratıyor.
Şiddet ve karşı şiddet
Toplumsal farkındalık denilen mefhum ise anahtar bir mesele. Her şeyin anahtarı… Ona ulaşmak yolun yarısından fazlası. Yeni yollara fazla istekli, hevesli görünmeyen ülkemiz için de kıymeti çok yüksek. Tutum, davranış değişikliğinin ilk adımı.
Kadın hakları alanında gözle görülür bir farkındalık yükselişinden söz etmek mümkün mesela. Hatta bu mevzuda farkındalığın kadına yönelik şiddete karşı müdahaleci bir davranış geliştirdiği de söylenebilir. Müdahalenin birçok örnekte pataklamaya dönüşmesi ise sırasını bekleyen farkındalık basamaklarından. Şiddete ve karşı şiddete karşı farkındalık.
Ancak özelikle kadın hakları konusunda zorlu bir mücadeleyle kazanılan farkındalığın insan hakları, düşünce özgürlüğü, politika gibi alanlarda da uygun adıma geçtiğini savunmak zor. Bu alanlarda “farkındalık” süreci, iletişimi sığ sularda, bildik derelerde debeleniyor.
Zaten düşüncenin basmakalıp olana direnmesi de farkındalık gerektiriyor. Ama önündeki “seçenek”lerin, hurda modellerin taklitçisi, takipçisi olmak, düşünmekten, derinleşmekten çok daha kolay. O sular çok daha emin. Kıyıda çimerken ayağını toprağ(ın)a basıyorsun.
Bu kadarı da olmaz haberciliği
Farkındalığın yayılması riski karşı cephedeki tansiyonu da yükseltiyor, tahammülsüzlüğü koyulaştırıyor, siper savaşını şiddetli çıkışlarla tahkim etmeye çalışıyor. Haber kanalları farkındalığa da savaş açmış durumda. Devlet, siyaset ve farkındalık Büyük Sözlük’teki örnek cümlelerde bir araya gelebilen kelimeler değil pek.
Şiddet farkındalığa muhtaç sorunların başında geliyor. Lâkin artık sıradanlaşan, “Olur, olur bal gibi olur”a dönüşen “Bu kadarı da olmaz” haberciliğinde, ondan ibaret kanallarda şiddet bir farkındalıktan çok bir alışkanlığın, geleneğin dilinden, haritasından çıkamıyor sanki. Bir tür oyun, eğlence, reality show.
Şiddeti bile eğlenceli, karşı şiddeti müstahak, keyifli kılan bu salgın insanı gerçek hayatın aynasından uzaklaştırıyor, farkındalığı da perdeliyor. Şiddeti oradaki işleyişi, işlenişiyle, kanalın “seçkisi”yle seyreden, bir şekilde onun yamacında duruyor.
Farkındalık değil duyarsızlaşma
Oysa farkındalığa gebe en sarsıcı durumlardan birisi şiddet. Sadece fiziksel yansımalarıyla değil ruhsal etkileriyle, hayatı sarsan türleriyle de sahnede. Kadına, çocuğa, insana, hayvana, doğaya yönelen şiddetin yanında siyasette, ekonomide, yargıda, hak ve özgürlüklerde de o teşhise uyan hayatlarla, korkularla, kaygılarla, travmalarla karşı karşıya insanlar.
Otoritenin gücü pervasızlığın “kesici-delici” keskinliğiyle, sivriliğiyle donanırken, “kaba kuvvet”in tanımı da hayatın birçok alanını içine alarak genişliyor. Her türlüsü etkiliyor insanı, kişisel güvenlik alanını sarsıyor. Depremin her köşede hissedilen etkisi…
Haberlerde aktarılan şiddet ve farkındalık meselesi ise çok tartışmalı bir mevzu. Bazı haber kanallarının ana malzemesi olan şiddet görüntülerinin o yolda ilerleme değil tam tersi gerileme yarattığı yabana atılacak bir tez değil. Kanıksama, alışma, duyarsızlaşma, hatta “merhamet yorgunluğu”na yol açabileceği de…
Korku Tüneli’nin popülerliği
Ancak haber saati her türden marazadan ibaret kanallarda, haberlerde aktarılan şiddetle, sanatta işlenen şiddetin etkileri, derinliği kuşkusuz aynı değil. Şiddeti hissettirmenin yanında onu iliklerine kadar yaşatmak, irkiltmek sinemanın da maharet alanı.
Popüler aksiyon sineması “eğlenceli şiddet haberciliği”nin keyfini, sinemanın sonsuz olanaklarıyla, mutlu, rahatlatıcı, gösterişli finalleriyle olağanüstü katlıyor tabii. Yönetmen Michael Haneke insanların duygusal ikilemlerde kalmaya dayanamadıklarını hatırlatıyor. Zira haberlerden, televizyonlardan, “anaakım dramaturji”den buna, böylesine alışıklar:
“Sadece onlar rahatça evlerine gidebilsin diye bütün soruları cevaplayan anlatım biçimlerini biliyorlar. Bu korku tüneli treni gibi… Sadece beş dakika korkmak ve sonra tekrar sağlıklı olarak o trenden inmek için para ödüyorlar ve sinemanın yüzde doksan dokuzu bu şekilde ayakta kalıyor. Bu, gerçeklik anlayışımızın ticarileştirilmesinin benim kabul etmek istemediğim bir şekli.”
“Seyirci manipülasyonun esiri”
Haneke bu türden filmlerle izleyiciyle alay edildiğini söylüyor ve böyle sahnelerden bir örnek veriyor: “Esirler serbest bırakıldıktan sonra çoğu eski efendisini özlüyor: ‘Hiç olmazsa o zaman ne yapmam gerektiğini biliyordum.’
Özgür bırakıldığında bizim izleyicimiz de böyle. Bunun çok problematik bir örnek olduğunu biliyorum, ancak izleyici gerçekten de bu sürekli manipülasyonun esiridir. Bu manipülasyonun kötü niyetli bir manipülatöre ihtiyacı yok. Aptallık ve sorgulamamak da manipüle edebiliyor.”
Bir sanat olarak sinema farklı. Orada da farkındalığın yolu bazen sert görüntülerden, katlanılamayan sahnelerden, replikleriyle bile ürperten hayat kesitlerinden geçebiliyor. Zira uykuda olan duygular, algılar kapının sertçe açılmasına/kapanmasına muhtaç bazen. Şiddetli farkındalık!
Karanlıkta görmeye başlamak
Ürpersen, hatta reddetmeye, savunma mekanizmalarıyla üzerinden kovalamaya çalışsan da yaratılan ve seni de içine alan bir durumla karşı karşıyasın. Yönetmenin tuttuğu aynayla yansıttığı şiddeti, yarattığı duyguları, kurgusuna kapılıp “içinde” yaşıyorsun.
İnsana, hayata sinen şiddeti, yarattığı sarsıntıyı, karanlığı, sesini, yansımasını kısmadan gösteren, olduğu gibi sergileyen ve dehşetine, derinliğine öyle ulaşan filmler. Toplumda yaşanan her türden şiddeti, dehşeti aktarmayı bir anlamda görev edinen görüntülerde şiddetin “hakkını” da, insana düşen payını da vermek gerekiyor.
Bu, insanın sanık sandalyesine toplumu oturtarak, kendini seyirci sıralarında saklamasını, rahatlatmasını da engelleyen bir operasyon. Kaçışın yok… Yüzleşeceksin, saklanmanın konforu buraya kadar! Ve bu karamsarlık değil olan bitenin, o tablonun paletteki rengi. Ve yeterince karanlıkta kaldığında görmeye başlıyorsun.
İçinden sıvışamadığın şiddet
En sert, sivri dilli, seyircilerine “Rahatsız seyirler” dileyecek kadar “küstah” yönetmenlerden birisi Michael Haneke elbette. Tabiri caizse “farkındalık sineması”nın da üstatlarından. Sadece her türden şiddete dair görüntülere, hayat kesitlerine değil insanın, toplumun içindeki nefret, şiddet tohumlarına yöneliyor, farkındalığın peşine oralardan, o kuytulardan düşüyor.
Evet, şiddet acımasızca gösteriliyor ama o alışık olduğumuz, o alışkanlıkla her seferinde içinden sıyrıldığımız, sıvıştığımız popüler filmlerdeki şiddet değil. Ve şiddetin kuyusundaki “medeniyet” de o tek dişi kalmış canavar değil, porselen proteziyle utanmaz utanmaz sırıtıyor.
Şaşırtıyor, ürkütüyor, sinirlendiriyor, sarsıyor, bazen mahçup ediyor gündelik yaşamının karambolunda hayatın, o hayatın bir parçası, paydaşı olduğunun farkına varamayan, farkındalığı savuşturan seyirciyi. Onu kabuk tutan yaralarını kurcalayarak da yaralıyor. Haneke’nin iddialı deyişiyle “Eğer canınız yanmadıysa sanatla ilgilenemezsiniz” çünkü.
Halının altına süpürülenler birikir
Bu mevzuda onu suçlayanların söylemiyle asıl mesele şiddeti nasıl gösterdiği de değil. İzleyiciye şiddete ve şiddetin sunumuna karşı olan konumunu, duruşunu, hâl-i pür melâlini göstermesi… Burada seyircinin “özel”ine, “Saklı”sına, hatta mahremine girmeye cüret ediyor!
Farkındalık ile yüzleşme, kendini, hayatı sorgulama arasındaki alanda hapsediyor, öyle de sarsıyor. Seyirci başta olmak üzere kimsenin dokunulmazlığı yok onun filmlerinde. Buyrun farkındalığa götüren başka bir patika. Kaşındıran, zehirli sarmaşıklar…
Haneke’nin örneğinde farkındalık bazen “Bir tiyatro akşamında aniden oluşan o büyü gibi; ânın lütfü”. Gözüne takılıyor… Ve o güne kadar “halının altına süpürdüğünüz şey, gün geliyor halıyı harekete geçiriyor”. (¹) Hatta üzerinde argın dalın yürüdüğün halıyı bir anda altından çekiyor.
“İnsanların sinirlenmesi harika!”
Onu izlerken insanı, hayatı filmlerinde kullanış biçimine dayanamayıp, tiksinip, öfkelenip salonu terk edenlerden de sık söz ediliyor. Yönetmen bundan hınzırca hoşnut: “İnsanların sinirlenmesi harika bir şey. İşte o zaman endişelenmeye başlıyorlar.” Endişe ve farkındalık.
Ayrıca seyirciyi koltuğundan kaldıran o şiddet, o celal, o münasebetsizlik Haneke’nin değil iktidarların, otoritenin, her gramajda faşizmin ve o tedrisattaki insanın insanı kullanma biçimi. Prospektüsü öyle. Yan etkileri fazla…
Yıkıcılığı senaryonun, kurgunun, oyuncuların değil yaşanan hayatın yıkıcılığı. Böyle bakınca zıvanadan çıkan şiddet, insanın acımasızlığı, günlük hayattan kopmayan, “yaşanmış olaylardan, gerçek hayattan uyarlanmış” hikâyelerden. Haneke’nin bunu filminin başına yazmaması filmine, seyirciye saygısından. Onu gerçekle bağlarını koparıp uydurmuyor, sadece aslından hareketle kurguluyor. Şiddetle boğuştuğu, “sıradan” hayat tarzları…
Sinemada savaş “tabiilik”
Haneke savaşın dehşetinin, katliamının etkilerinin tehlikesini bugünkü gibi göstermeyip sorgulatmadan önce filmlerde bir tabiilik olarak görüldüğünü vurguluyor. Öyle savaş filmleri işlenişi, estetize edilişiyle seyredeni güvende tuttuğu, finalinde rahatladığı için makul. Şiddetin, dehşetin yaratabileceği ürperme de “kontrollü dozlarda” makbul. Gişesi de oralardan, final masajı gerginliğini nasıl olsa yumuşatacak.
Bugün de savaş filmlerinde, dizilerde o “eski okul”dan medet umarak hayatını, geçimini paşa paşa sürdürenler çok. İnşallah 21. Yüzyıl’a geçmekte olan ülkelerden birisi olarak bizdeki örnekleri, sayılabilecek bir “örnek” değil başlı başına bir ana piyasa. O piyasayı -bir replikle bile- bozanların hâli de ortada.
Kutsamak için de elverişli
Savaş eksik olmuyor dünyamızdan. İçeriden-dışarıdan “haber özetleri”yle, ezelden destanlarıyla, hikâyeleriyle o “gereklilik”e giderek alışıyoruz her seferinde. Savaş nedir, nicedir, nasıldır onu fark etmenin yolu sinemadan da geçiyor.
Öyle ki savaşın karşısında duran filmlerin yanında, onu mutlaka bir yolunu bulup kutsayan örnekleri bile farkındalık yaratabiliyor. Mesela Steven Spielberg’in “iyi paketlenmiş” ürünleri arasındaki gözde, popüler savaş filmleri, “Schindlers List (Schindler’in Listesi)”, “Saving Private Ryan (Er Ryan’ı Kurtarmak)” öyle örneklerden.
Üç yıl önce (22 Eylül 2019) Serbestiyet’te yayınlanan “Hayat için çocuk, ölüm için yetişkin” yazımda vatansever, kahraman Er Ryan’a değinmiştim. Bazı bölümlerini “farkındalık”la harmanlayıp bu yazıma da almak istiyorum.
Kahramanlığa giriş sahneleri
Savaşa dair farkındalığın ülkemizdeki hal-i ahvalini ölçemiyorum ama… Savaşın şan, şöhret, onur, kahramanlık, vatanseverlik, cesaret sahnelerinin “hey hey de hey hey” doluştuğu o filmde (bile) “farkındalık”a gebe bir “şiddet”ten söz etmek mümkün. Filmin ilk 20 dakikası, çok az savaş filminin algıda yaratabildiği cehennemin ta dibi.
O uzun bölümde İkinci Dünya Savaşı’nın dönüm noktalarından Normandiya Çıkarması’na katılan müttefik kuvvetlerinin “sahile ayak basma” sürecini izliyoruz. Spielberg’in askeri tarihçilerin “gerçeğe çok yakın” buldukları filminin ilk sahneleri, aslında savaşlara şiddete dair ipuçlarını halat eyliyor, gerçeğe tırmanmayı arzu edene…
Toprağa basamadan ölüm
Müttefik birliklerinin bir bölümü Fransa’da Omaha plajına çıkıyor. Kökenleri, renkleri, milliyetleri birbirinden farklı askerler önce gemilere, sonra çıkarma botlarına binip ulaşıyorlar sahile. Çıkartma botuna sardalya konservesi misali istiflenen askerlerin çoğuna ölüm korkusu ya da bilinmezliğin kaygısı hâkim.
Bir kısmı da o korkuyla, düşmanı yok edeceğini, kahramanca savaşacağını, memleketine göğsünü madalyalarla kabarta kabarta döneceğini düşünerek mücadele ediyor. Yanaşıyorlar sahile, botlar kuma oturuyor… Alman koruganlarından açılan yaylım ateşle, havan ve obüs sağanağıyla henüz toprağa ayağını bile basamadan, botun, denizin içinde “o an”da hayatını kaybediyor yüzlercesi.
Savaşamadın bile sadece öldün
Ne kahramanlık, ne savaşmak… Daha seni öldüren düşmanın çehresini, neye benzediğini, hatta ateş saçtığı yeri bile göremeden… Ölüm. Öldüğünü, kurşunun alnına değdiğini bile fark etmeden… Ölüm. Savaş(a)madın bile, sadece öldün.
Oysa askerde aldığın çoğu lafız, zerresi uygulamalı eğitime göre elindeki tüfekle neler yapacaktın sen çocuk. Dartta bile bulamadığın isabeti, elinde eğreti tüfekle çatışma sathında arayacaktın. Dörtlü müfreze koluyla sürünüp ardından sıçrayarak tepeyi alacak… Düşman hatlarını yarıp, Rapunzel’i saçlarını hiç acıtmadan kurtaracaktın.
Sonu türlü kıyametten sonra mutlu, şanlı biten filmdeki Ryan gibi eve alkışların, konfetilerin, karanfillerin koridorundan geçerek dönecektin. Savaştan 50 yıl sonra evlatlarınla, torunlarınla binlerce askerin yattığı mezarlığa gidecek komutanının, arkadaşlarının mezarlarını ziyaret edip, gururla selam verecektin.
15 yaşındaki düşmanlar
Nereden bilecekti o çocuklar öyle törenlerde tabutun içinde olacağını. O tabutun önünde dua, nefesini bedduadan alır… Nereden bilecekti? “Çocuk” dedim de, öylesine demedim. O savaşta, Normandiya çıkarmasında yer alan düşmanların düşmanı Alman askerlerinin yaş ortalamasının 19 olduğunu yazıyor tarih.
İhtiyatlar, redifler, muvazzaflar, emekliler falan artık hep savaştaymış, onlar bitince askere alınma yaşı 16’ya inmiş, 15 yaş da 1945’e kalmış. Savaşın son demlerinde cepheye sürülen 15-16 yaşındaki düşmanları da öldürmüş, onlardan birkaç yaş büyük müttefik abileri.
Misal… Fotoğraftaki ağlayan çocuk 16 yaşında. İsmi Hans Georg Henke. Hitler’in “genç” askerlerden oluşan birliğinin üyesiymiş. Fotoğraf Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonundaki mağlubiyetinden bir gün önce, 1 Mayıs 1945’de çekilmiş. O bol paltosu, üniforması bile korkusunu, gözyaşlarını, çocukluğunu örtememiş. İşte o gözyaşı da şiddet, yanındaki karede Hitler’in çocuklara teması da… Filmlerde işlenen şiddetin farkındalıkla ilişkisine gelecek pazar “paramparça” devam edeceğim.
(¹) Thomas Assheuer, Yakın Plan Haneke.