Ana SayfaGÜNÜN YAZILARISigaranın dumanı…

Sigaranın dumanı…

“Önemli olan hayatınızdaki yıllar değil, yıllarınızdaki hayattır” demiş Paul Auster. Hayat da ona göre anlattığımız ve inandığımız hikâyelerden ibaret. Dünya da birbirine bağlı hikâyelerden oluşan bir (b)ağ. Anlattığı hikâyeler, mekânlar, insanlar hep dumanlı: “Yazmak, normalde duman gibi kaybolacak olanı anmanın, fizikleştirmenin bir yolu.” Dumanın ağırlığını bile teraziye koyup ölçmüş hikâyelerinde. Ki hayat da o terazide bazen: Biraz kül, biraz duman…

Hayatı boyunca şiirlerini, hikâyelerini, romanlarını, senaryolarını sayısız sigaranın dumanında, “sis”inde yazan, hatta epik hikâyesiyle “Smoke (Duman)” ve “Blue in the Face” filmlerine imzasını atan Paul Auster salı günü öldü. İki yıldır boğuştuğu akciğer kanserinden, 77 yaşında… Geride, “önemli olan hayatınızdaki yıllar değil, yıllarınızdaki hayattır” cümlesini de bıraktı.

Bu düsturuna meydan okuyup, diskuruna geçip “Keşke içmeseydi, zamanında bıraksaydı o mereti” filan demeyeceğim elbette; o başka -sıkıcı- bir filmin repliği. Hem bırakın öyle bir cüreti… Böyle bir tahayyül başta o filmlerini, hikâyelerini yok eder, benim de yazımı, anlatacaklarımı tahrip eder, hevesimi eksiltir. O mevzudaki birikimime de yazık olur ayrıca.

Sigara sağlığa kuşkusuz zararlı. Eziyetiyle bile ölümcül… Lâkin Auster’ın hayatı, portresi sigarayla, ince “cigarillo”larla öyle iç içe ki… The Telegraph’daki ölüm yazısında (obituary), Türkiye’den bir hayranının Auster’la tanışmak ve ona bir paket Türk sigarası hediye etmek için Brooklyn sokaklarını arşınladığına bile yer veriliyor. O cümle öyle bir “özet”te yazıya “Türk gibi sigara içmek” çağrışımıyla mı ilişti bilmiyorum, ama ben şahsen gurur duydum. “İlişikteki Türkiye”ye az biraz da okur, yazar sevgisiyle girelim.

Dumanlı New York üçgeni

Auster’in Smoke’un hemen ardından yine Wang’la yönettiği “Blue in the Face” de dumanlı tabii. Derinden çevirisiyle “nefessiz kalmış, morarmış, bitap düşmüş, yorgun” suratların filminde âraf-cennet-cehennet yine aynı kutsal mekânda. Smoke’un devamı olarak nitelendirilse de esasında o filmin -arkadaşlar arasında- muhabbeti. Doğaçlama tadında…

Kadroya Auster’ın kadim arkadaşı Lou Reed, dostu Tom Waits’in de kankası Jim Jarmusch da eklenmiş. Zaten “Auster-Jarmusch-Waits’te marjinalleşme ve ütopya” yani “Öteki Amerika” kitap bile olmuş. Dumanlı New York üçgeni…

“Son sigara” ayrı hikâye

Filminde Jarmusch, Auggie’nin (Harvey Keitel) sigara-puro-tütün dükkânına onunla son sigarasını içmeye geliyor. Sigarayı bırakacak ama damağındaki tadı hâlâ diline dolaşıyor: “Kahve ve sigara, şampiyonların kahvaltısı…”

“Coffee and Cigarettes” Jarmusch’un keyifli filmlerinden birisinin de adı oluyor dokuz yıl sonra. O da arkadaşlar, eş dost arasında bir muhabbet. Hele ortak dostlarından Iggy Pop… Waits ile kol kola girseler, markaların tabelalarını sırtlanmaya gerek kalmadan dolaşan “cigara” reklâmı.

Son sigara, bırakan tiryakinin yeniden sigaraya başlaması, onun “masum”, “olağan” nedenleri zaten başlı başına hikâye imkânı. O ikiliyle en güzel hikâyelerinden birisi de Jarmusch’un filmindeki dumanlı mizahın başyapıtı olmuş gönlümde.  

Edebiyatta-edebiyatçıda sigara

Kolanın o beylik “Onunla her şey daha gider” sloganı bence bir sigara tiryakisinin buluşu, belki intihali. Tiryakisi için sigara öyle, edebiyatı bile var; “……’den önce sigara”nın da edebiyatı var, “……’den sonra sigara”nın da… Boşluklara her şey eklenir. O dumanı seven o “edebiyat”a, sigara edebiyatına da vurgun zaten.

Edebiyat, yazar da sigara paketini kalemin yanına koyunca, muhâvere, muhabbet tamam… Eli uzanıyor; ömrü bağımlılığın dar koridorunu değil bazen her mevzuda “tiryakilik sanatı”nı yaşatıyor, finalde öldürüyor maalesef çoğunu. Acı ama… İşte o an, o tiryakilerin ardından “Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni…” akla gelen ilk ağıt oluyor sanki.

Auster da öyle benim için. Bazı kitaplarını okumuştum ama ben de onun sislerin, dumanın arasından sıyrılan büyüsünü, senaryosunu yazdığı, Wayne Wang’la birlikte yönettiği “Smoke” filminde yaşadım. Orada anlatılan, gösterilen hikâye içindeki hikâyeleriyle… Waits’in müziği de eşlikçisi, yanındaki “bourbon”u.

Biraz kül, biraz duman…

Unutulmaz sahnelerinden birisi filme adını da veren dumanın ağırlığı… William Hurt’ın canlandırdığı yazar Auggie’nin dükkânındakilere soruyor:  “Dumanın ağırlığını ölçebilir misiniz?” Genellikle çok şaşıran insanlar değiller ama “Yok canım, olmaz”lar, dudak bükmeler tabii.

O usulca anlatıyor: “Sigarayı teraziye koyarsınız. Sonra yakar, içer; ardından izmariti, tüm külleri teraziye koyar, yeniden tartarsınız. Aradaki fark dumanın ağırlığıdır.” Bazen hayat da o terazide sanki. Kalan, “biraz kül, biraz duman”…

Auster “duman”ı senaryosuna, hikâyelerine alırken, hayatında, kitaplarında da cümlesini kuruyor: “Yazmak, normalde duman gibi kaybolacak (hayatın rüzgârı, fırtınasıyla dağılacak) olanı anmanın, fizikleştirmenin bir yoludur.” Filminde sadece sigaradan ibaret olmayan o “duman” hikâyeleri dinleyenlerin de gözünü yaşartıyor, Brooklyn’deki, dünyadaki dumanın ağırlığı üzerlerine çöküyor.

Dumanla kutsanmış müdavim mekânı

Kaybolacak olanı anmak, anlatmak, yazarak yahut fotoğrafla kaydetmek Smoke filminin de anahtarı, ana fikri, çarpıcı sahnesi… Harvey Keitel’ın -fikrimce pek rol yapamadan- harika canlandırdığı Auggie, 13 yıl boyunca her sabah, -saniye saniyesine- aynı saatte, aynı açıdan, aynı yerin fotoğrafını çekiyor: Brooklyn’deki dükkânının -karşıdan- aynı noktadan, fotoğrafını…

O muhteşem “dükkân”a, dumanla kutsanmış müdavim mekânına değinmemek olmaz; görüntüsüyle, reklâmıyla çağırır, sigara içmeyeni baştan çıkarır. Yol üstünde, tam köşedeki “büfe”yi iki köşesinde uzanan koskoca iki tabela büyütüyor: “Brooklyn Cigar CO.” Üzerinde bir küçük tabela daha: “208 imported cigars-Fine tobacco.” Gazete, dergi de satılıyor.

İster sigaranı içerken ayaküstü muhabbet et, ister al sodanı, gazozunu, kahveni, otur bir sandalyeye gazeteni-dergini oku, tüttür… Kapısı tanrı misafirine, dünyaya, dünyanın renklerine ardına kadar açık. Müzeyyen Senar elinde rakısıyla girip, “Sigaramın dumanı /Yoktur yârin imanı /Altından köşk yaptırdım /Gümüşten merdivanı” diye mırıldansa, otururlar o merdivenin, hayüoallerin basamağına, dinlerler hikâyesini. Hayatla marine edilmiş sesi Waits’e de ahbap gelirdi belki.

“Aynı” fotoğrafların “an”ları

Auggie’nin çektiği binlerce fotoğraf aynı gibi ilk bakışta. Her günü birbirine benzer geçen bir ömür gibi… Oysa hiçbir kare aslında aynı değil. Fotoğrafın çekildiği an, hatta bazı insanlar aynı da olsa, onu “o an” yapan farklı şeyler, hayatlar var.

Mevsimiyle, havasıyla, güneşiyle, esintisiyle  “o an”dan geçen, sonraki fotoğrafta artık ol(a)mayan ya da fotoğrafa yeni katılan insanlarıyla… Hatta karelere denk gelen “dakik” siluetlerin bile, kıyafetleri, ruh halleri, ifadeleri, ritmleri, mutlulukları-mutsuzlukları bazen farklı.

O fotoğraflar külliyen bir ömrün -o açıdan- albümüyse, büyük harfle “Hayat” fotoğraflardaki farklarda, “an”larda, hikâyesinde saklı. Auster’ın vurguladığı gibi “Bir insanın hayatı bir dizi hikâyeyle ortaya çıkıyor”. O caddeden “giden”leri, “gelen”leri; gelip de geçenleri, gelip de kalanları ya da hiç geç(e)meyenleriyle… Hepsi hikâye.

Derine inip geri dönebilmek

Ama fotoğraftaki farkın farkında olmadığımızda hepsi bize aynı geliyor. Ve hayat, fotoğraflardan bile önce sararıyor, soluyor. Onu kayda geçirmenin en hoş, derinlikli aracı da hikâye anlatıcıları, yazarları… Olmasalar kuru, iki satırlık bir paragraf, iki-üç cümlelik ölüm ilanı kalır çoğu kez geriye. Şanslılarında yani…

Auster’ın ayrıntı sevgisi, “teferruat” diye geçiştirilene saygısı, tutkusu, hikâyeyi görme, peşine düşme, derinleştirme mahareti riskli de… Lâkin kendi deyişiyle hikâye anlatıcılığının sırrı da derine inmek, hikâyenin içindeki hikâyelere ulaşabilmek: “Zor olan, mümkün olduğu kadar derine inmek ve geri döndüğünüzde hala hayatta olmaktır.” Bunu başarıyor.

O mahareti onu hikâye “düşünür”ü, bir tür filozofu da yapıyor belli. “Hikâye”ye dair sözleri, aforizmaları bile bunu hissettiriyor insana: “Hikâyeler yalnızca birisi onları anlatmaya karar verdiğinde gerçekleşir.

Herkesin anlatacak bir hikâyesi vardır. Bu sadece doğru kelimeleri bulma meselesi.  Hepimiz anlattığımız hikâyelerle birbirimize bağlıyız. Dünya birbirine bağlı hikâyelerden oluşan bir ağdır. Evren atomlardan değil hikâyelerden oluşuyor.”

Türkiye de nasibini alıyor

“Hayat anlattığımız ve inandığımız hikâyelerden oluşur” dese de bu onu karamsarlığa, kaderciliğe, teslimiyete sürüklemiyor: “Hepimiz bir hikâye yaşıyoruz ve bazen sonunu

değiştirmemiz gerekiyor.” Auster değişim için de çabalıyor, protestoları Vietnam savaşından bugünün Çin’ine, hak mücadelelerine, düşünce ve ifade özgürlüğüne uzanıyor. Bundan nasibini alanlar arasında Türkiye de var.

Auster’ın 2012’de “yazarların, gazetecilerin hapsedildiği Türkiye’ye gitmeyeceğini” açıklaması, Başbakan Erdoğan’la yaşadığı polemiği de gündeme taşıyor. Erdoğan “Gelsen ne olur, gelmesen ne olur. Sen ne cahil bir adamsın. Gazze’de bombalar yağdıranlar bunlar değil mi” tepkisini gösteriyor.

Yazılanlara, yaşananlara bakınca böyle durumlarda hazırdaki şablonu, belki fıtratı da o. Lafı açılmışken bugün attığı adımları değerlendirirken onu da düşünmeli. Neyse… Auster da “İsrail’de düşünce özgürlüğü var. Ne yazarlar, ne de gazeteciler hapiste” karşılığını veriyor özetle. O da tartışılır elbette.

Bir başka Türkiye sürprizi

Polonyalı Yahudi, göçmen bir ailenin oğlu olan Auster müzik yazarı David Cohen’e İsrail’deki günlerini de anlatmış. “Eski bir Filistinli mahkûmla ve işiyle bağ kuran İsrailli bir gardiyanla” konuştuğunu… Hikâyesi sadece “o memleketli”, aile ocağının o penceresinden değil. Her ülke, her insan var hayatında.

Cohen’in aktardığı sohbet şöyle devam ediyor: “Neşeli bir tavırla ‘Şu anda eserlerimin İran’da korsan olarak satıldığını biliyorum’ dedi ve beni New York’ta kitaplarıyla ilk tanıştıran kadının genç Türk gazeteci Yasemin Çongar olduğunu söylediğimde daha da neşelendi. ‘Bu benim için çok şey ifade ediyor, belki de o yılların harcadığım çabaya değdiğini hissettiriyor.”

Hayatı ayrıntıda güzelleştirmek

Aynı röportajda kızı Sophie’nin bir şarkısını dinletiyor. Auster’in çok sevdiği bir şarkı: “Seni o kadar çok hayal ettim ki artık gerçek değilsin.” Cohen “o dizede özetlenen karakterin Auster’in tüm kitaplarında konuşan bir karakter olduğunu” söylüyor. Söyleşi sırasında melez köpeği Jack de dolaşıyor ortalıkta. Gülümseyerek, “Belki onunla daha önce Timbuktu kitabımda tanışmışsınızdır” diyor.

Timbuktu Brooklynli evsiz barksız şair Willy ile onun can yoldaşı Kemik Bey’in hikâyesi. Aslında Auster’ın da: “İşte ben bunun hayalini kurdum Kemik Bey. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmenin hayalini. Ruhun kasvetli, karanlık kuytularına biraz olsun güzellik katmak istedim.

Bunu bir ekmek kızartıcısıyla yapabilirsin, bir şiirle yapabilirsin, elini bir yabancıya uzatarak yapabilirsin. Nasıl yaptığın hiç önemli değil. Dünyayı bulduğundan daha iyi bir durumda bırakmak. İnsanın elinden gelecek en iyi şey budur.” İşte bütün bunlar “stil”ini de ortaya koyuyor. Ki Charles Bukowski’nin stile dair o harika tiradındaki gibi bazen konserveyi açma, anlatma stili, ekmek kızartma ritüeli de sanattır.

“Düşlediğinde masumsun…”

“Smoke”da Tom Waits’in Brooklyn’den geçen “Downtown Train”ine de bindiriyor bizi Auster.  Filmin finalindeki Waits’in “bourbona yatırılmış”, sigarayla, dumanla tütsülenmiş, kırık, asi sesinden “Innocent when you dream” de o hayatın şarkılarından, hikâyelerinden. Gerçeği, hayatı bazen kurduğun hayallerle temize çekiyor, gerçekleri o hayallerin, şarkıların üzerinde yükseltiyorsun.

Yazımın finaline yürürken de keyifle, hüzünle dinlenir: “Bu çok eski bir his /tarlalar yumuşak ve yeşil /bütün bunlar çaldığım anılar /ama düşlediğinde masumsun, hayal ettiğinde… /Mezarlığa doğru koşarken /arkadaşlarım ve ben güldük /ve hiç ayrılmamaya and içtik /öleceğimiz güne kadar.” Tüm hikâyelere, arkadaşlara, dostlara, “an”lara/andaşlara, o hikâyeleri paylaşanlara bir çağrı, teselli sanki. Meşaleleriyle, sigaralarının ateş böcekleriyle geçip giden duman alayı.

“Her insan tüm dünyadır”

Auster, Jarmusch, Waits “Öteki Amerika”nın olağan şüphelilerini, “dışardakiler”i, kaybedenleri, serserileri, ayyaşları, şairi, yazarı, müzisyeni, sanatçıyı bile kapsamına, tanımına, şablonuna alan bir düzendeki “işsiz güçsüzleri”, “sıradan” insanları,  o sokakları, hayatları anlatıyorlar hikâyelerinde, filmlerinde, şarkılarında…

Onlar sayesinde ansiklopedik olmaktan çıkıyor hayat, onları aritmetmeden, etiketlemeden, kategorileştirmeden “sayıyor”, seviyor birçok insan. Koyu bir noktayı da artık nesli giderek tükenen analog yazarlardan Auster koyuyor, Olympia daktilosuyla: “Her insan tüm dünyadır ve genlerinde tüm insanlığın anısını (hikâyesini) taşır”.

- Advertisment -