Seçimlere doğru Cumhur İttifakı hakkında bir kanaat oluşturmak nispeten kolay; çünkü iktidarda olduğu için, geçmişe ve bugüne dair uygulamaları, artıları ve eksileriyle net bir fikir edinmemizi sağlıyor.
Ama Millet İttifakı hakkında ilk planda kanaat oluşturmak o kadar kolay değil. Özellikle de söylemler üzerinden. Çünkü söylemleri çok genel. Öze ilişkin konulara girmekten özenle kaçınıyorlar ve bunun birbirine hiç benzemeyen tabanlardan aynı anda oy almaya çalışmak gibi çok anlaşılır bir gerekçesi var. İktidara gelse de gelemese de bu tabanlardan biri feci şekilde yanıldığını fark edecek elbette. Ama o zamana dek söylemden bir sonuca ulaşmak güç.
Söyleme değil temel konularda izlenen siyasete bakalım dediğimizde ise ittifakın ana siyasi aktörü olan CHP’nin uzak ve yakın siyasi geçmişi ümitli olmayı güçleştiriyor. Bir yandan helalleşme diyor, Ak Parti-MHP Koalisyonunun yanlışlarına demokrasi retoriğiyle karşı çıkıyor ama iktidarın ilk 15 yılına damgasını vuran en temel demokratikleşme adımlarının esas olarak ona rağmen gerçekleşmiş olması bu iddiasına gölge düşürüyor.
Bu yüzden makul sayıdaki seçmenin haklı bir güven sorunu var. Acaba demokratik bir dönüşüm mü yapar yoksa kısa sürede eski vesayet rejimini tesis mi eder? Daha fazlasına mı sahip oluruz yoksa evdeki bulgurdan da mı oluruz?
Helalleşme mi yüzde 51’e mecbur bırakan seçim sisteminin kerameti mi?
Şimdilerde CHP “helalleşme”den söz ediyor. Ama acaba bunu gerçekten de günahına girdiği milyonlarca insana duyduğu mahcubiyetten mi yapıyor yoksa yeni sisteminin getirdiği başkan seçilmek için yüzde 51’i zorunlu kılan seçim sistemden dolayı mı?
Acaba yeni başkanlık sistemi “herkesi yakala partisi”ni (catch-all party) dayatmasaydı, böyle bir helalleşmeden söz eder miydi yoksa zümre ve resmi ideoloji partisi olarak eski ayrımcılığına devam edip seçimden sonra diğer partilerle koalisyon arayışı içine mi girerdi? Acaba oylarına ihtiyaç duyduğu için mi artık ya da şimdilik muhafazakarlara ayrımcılık talep etmiyor yoksa ayrımcılıktan vazgeçtiği için mi? Helalleşme gerektirecek günahı terk ettiğinden mi yoksa oy gelecek yerden helalleşmeyi esirgemediğinden mi? Şu an birileriyle helalleşirken aynı anda yarın birilerine karşı helalleşmesini gerektirecek zalimliğin aynısını yapıyor mu?
Bana iyi garsona kötü davranan “demokrat”
Bu soruları akla getirmemek imkansız. Ama niyet okumaya gerek yok. Çünkü işimiz çok da zor değil. Çünkü elimizde çok basit ve çok gerçek, dolayısıyla gayet sağlıklı sonuç veren bir test var: Oy hakkı olanlara iyi davranmasının sebepleri varsa oy hakkı olmayana nasıl davrandığına bakarsınız. Oy hakkı olmayan ötekilere bugün nasıl baktığına bakarak yarın ne yapacağına dair bir anlama sağlayabilirsiniz.
İşte o yüzde elli birin içinde yer almayan mülteciler bu bakımdan bize paha biçilmez bir adalet mikyası sunuyorlar. Gündelik hayatta göze görünmeyenler onlar. Seçkin konuklarına nazik davrananların gerçek nezaketini ölçmek için bakılması gerekenler. Oy hakkı olmayanlar. “En alttakiler.” Bütün partilerin tabanında sevilmediklerine dair azımsanmayacak oranlar olduğuna dair “kamuoyu araştırmaları” yayınlananlar. Dolayısıyla yanlarında en pervasız davranılabilecekler. En “demokrat” siyasetçilerin, en “duyarlı” sanatçıların, yüzleri kızarmadan ve ayıplanıp damgalanmadan aşağılayabildiği mazlumlar. Ve tabii adalete en çok ihtiyacı olanlar.
İşte onlar, iktidar ve muhalefet için bütün illüzyonu dağıtan bir ayna vazifesi görüyorlar. Millet İttifakı’nın ve onun içinde yer alan küçük partilerin çevresinde toplandığı CHP’nin başkan adayının on yıllık karnesi bu konuda en net görüntüyü sağlıyor. Kılıçdaroğlu’nun 10 yıl boyunca içinde “Suriyeliler” geçen ilgili grup konuşmalarını okuyun; tüm liderler arasında on yıl boyunca Suriyelileri istikrarlı biçimde gayriinsanileştirip, şeytanlaştırıp aramızdaki kriminaller için ses çıkaramaz kurbanlar haline getiren propagandanın açık ara en başarılısını onun yaptığını göreceksiniz. Ümit Özdağ’ınkinden daha eski, daha istikrarlı ve daha etkili olan onunki.
Mesele Suriyelileri sevmek-sevememek değil
Mültecileri sevmekten veya sevmemekten söz etmiyorum. Sevmese bile yapmaması gerekenlerden söz ediyorum. Ayrımcılık yasağından söz ediyorum. Asgari bir adalet duygusundan söz ediyorum. Onlar hakkında işin doğrusunu bildiği halde bile isteye tersini söyleyip söylememekten söz ediyorum. Üstelik bir değil beş değil. On yıl boyunca, düzenli olarak.
Örnek vereyim: Erdoğan Birleşmiş Milletler’de bir konuşma yapıp, Türkiye’nin Suriyelilere 30 milyar dolar harcadığını söyleyip dünyadan dayanışma talep ettiğinde bunu hemen tekzip edip, bu paranın Suriyelilere harcanmadığını, harcansa bu insanların çöpten ekmek toplamayacağını söyleyen oydu. Ama akabinde, -muhtemelen Erdoğan’ı yalanlamaktansa bu paranın verildiğini söylemenin getirisini hesap ederek- o günden bugüne, her gittiği yerde, “Milyonlarca insanın açlıktan nefesi kokuyor, 40 milyar doları Suriyeliler için harcadık” veya “Suriyelilere 35 milyar dolar veriyorsun, emekliye gelince yok” diyen, bunu sayısız kez söyleyen de oydu. Hem de böyle bir paranın harcanmadığını düşündüğü halde. Üstelik bu söylemin can alan, okuldaki çocuklara yönelen, enkaz altındakini ana dilini kullanmaktan korkutan bir nefreti çoğalttığını bilerek.
Kılıçdaroğlu Suriyelilerin birinci sınıf olmadıklarını, diledikleri okullarda bedava okumadıklarını veya sağlık hizmetlerinden bedava yararlanmadıklarını da biliyor. Bildiğini bizzat kendi partisinin hazırlayıp web sayfasında yer verdiği raporlar söylüyor. Ama o her yerde tersini söylüyor. Doğru olmadığını bile bile “Suriyelinin oğlu üniversite sınavlarına girmez, doğrudan gider kaydını yaptırır” diyor.
Şimdi de zorla göndermeyi vadediyor. Suriye’deki durumu bilmediğinden değil. Onların neden burada ve ne durumda olduklarını bildiği halde tersini söylüyor, seçmenin onlardan nefret etmesini sağlamaktan medet umuyor. Onların hayatını kabusa çevirme pahasına. (Fazlası şurada: https://serbestiyet.com/wp-content/uploads/2021/06/chp-raporu-bekir-berat-o%CC%88zipek-1.pdf)
“Tek konu bu değil” mi?
Şimdi altılı masaya oturup sonra kendilerini böyle bir adayın ardından giderken bulan bazı demokrat dostlarım, “Öyle ama siyasette tek konu bu değil” diyorlar mahcup biçimde.
Siyasette tek konu bu değil elbette. Ama arkadaş seçerken de siyasetçiyi test ederken de bakacağınız en önemli konu.
“Özgürlük ötekinin özgürlüğüdür” der Rosa Luxemburg. Adalet de öyle. En alttakilere, göze görünmeyenlere, yüzüne karşı kötü söz söylenmekten çekinilmeyenlere ve sevmediklerinize karşı tutumunuzdur adil olup olmamanın asıl göstergesi. Adaletin röntgenini de tomografisini de en net biçimde gösteren odur. Oy getirecek yere karşı tutumunuz değil.
“Bana iyi davranan ama garsona kaba olan birine güvenmiyorum. Çünkü o pozisyonda olsaydım bana da aynı şekilde davranırdı” diyordu Muhammed Ali.
Ölçü budur.
Sevdiklerimize karşı iyi olmak için adalete ihtiyacımız yoktur. O asıl sevmediklerimiz söz konusu olduğunda gereklidir ve bizi haksızlık etmekten alıkoyacak olan da sadece odur. Sesi duyulmayanlara, oy hakkı olmayanlara, onların durumunu bile bile kötü davranan, toplumun geri kalanını onlardan nefret ettirmek için uğraşan ve 10 yıl boyunca sabırla nefret biriktiren birinden demokrasi ve adalet beklemek ancak tepkisellikle zedelenmiş bir muhakemenin sonucu olabilir.
En şaşmaz adalet ve demokrasi testi
Suriyeli nefreti iyi analiz edilmeli. Muhafazakarlar, Kürtler ve gayrimüslimler için yüz yıldır yağan nefret sağanağı nasıl bitti? Bitti mi yoksa yön mü değiştirdi? Yarın CHP odaklı yeni bir vesayet kurulursa o nefret seli eski yatağını bulur mu? “Evet, Suriyelilere karşı haksızlık ediyor, ama bana iyi davranacak” denebilir mi? Yoksa bu ilkesizliğini sonra “Yezidiyi dövdürmemeliydik” feryadı mı izler?
Suriyelilerle ilgili yazılıp söylenenler üzerinde düşünen birinin, “Yahu bu adamlar Suriyelileri değil, asıl beni sevmiyor. Suriyelileri bize benzettikleri için onlardan nefret ediyorlar” dediğini hatırlıyorum. Bu tespitte bir haklılık payı olabilir mi?
Şurası açık ki, siyasetin dünyası eskisi kadar siyah ve beyaz değil. Kafa karıştıracak çok şey var. Görmek isteyenler için alametlere ihtiyaç yok.
Ama elimizde çok şaşmaz bir kriter var ki, o bize her zaman hakikati tüm çıplaklığıyla gösteriyor. “Ankara’da Kuğulu Parkta artık Romanların da kovabilecekleri birileri var” demişti bir arkadaşım. İşte onlar, mevcudiyetleriyle bizim gerçek ve bayramlık yüzümüzü gösteren bir turnusol kağıdı gibi aramızda dolaşıyorlar; sağlam bir mihenk taşı işlevi görüyorlar.
Onlara sadece adalet borçlu değiliz. İllüzyonu dağıttıkları, bize ayna tuttukları için teşekkür de borçluyuz.