Mubi, uzun süredir kendisini bağımsız sinemanın evi olarak tanıtıyor. Dünyanın dört bir yanından festival filmlerini, görünmez kalmış küçük hikâyeleri seyirciyle buluşturan bir platform olarak “sanatın yuvası” imajını zamanla güçlendirdi. Ancak geçtiğimiz aylarda alınan bir karar, bu imajı ciddi biçimde tartışmaya açtı: Mubi, Sequoia Capital’den 100 milyon dolarlık yatırım aldı.
Burada mesele yalnızca bir yatırım değil. Sequoia Capital, son dönemde İsrail’in askeri teknolojisine büyük fonlar aktarıyor: Palantir Israel bağlantılı girişimlerden insansız hava araçları üreten şirketlere kadar. Yani Gazze’de çocukların öldüğü, kültürel mirasın yok edildiği, sanatçıların ve gazetecilerin hedef alındığı bir savaşın doğrudan sermaye akışıyla desteklendiği bir alana yatırım yapıyor. Mubi’nin büyümesi de böylece bu yıkım mekanizmasının bir parçasına bağlanmış oluyor.
Bu duruma itiraz gecikmedi. Aki Kaurismäki’nin de aralarında bulunduğu 37 sinemacı, Mubi’ye açık bir mektup yazarak bu ortaklığa karşı çıktılar. Metinde, sanatçılar bu ortaklığın yalnızca finansal bir mesele olmadığını, doğrudan ahlaki bir sorun olduğunu vurguluyor. “Gazze’de siviller, gazeteciler, sanatçılar ve sinema emekçileri öldürülürken, Filistin’in kültürel mirası yok edilirken, soykırımdan kâr eden bir sermayeyle işbirliği yapmak hepimizi suça ortak ediyor” diyorlar. Ve ekliyorlar: “Sanat yalnızca kâra değil, daha geniş bir sorumluluğa sahiptir. Bizim için ahlaki görev zarara yol açmamaktır.”
Sanatçıların kaygısı yalnızca finansal değildi; sanatın vicdanı ile pazarın kârı arasındaki çelişkiydi. Çünkü sinema, yalnızca ışık ve gölge oyunu değil, aynı zamanda bir vicdandır. Sinemacıların bu açık mektubu ile tekrar tekrar hatırlanması gereken bir soruyu dünyanın gündemine de taşımış oldular. Gazze’de çocuklar açlıktan ölürken, bu yatırımla büyüyen bir platform hâlâ bağımsız sinema adına konuşabilir mi?
Sanat ile iktidar arasındaki gerilim eski bir tartışmadır. Platon’dan bu yana, sanatın düzeni bozduğu için iktidar tarafından kuşatılmak istendiğini biliyoruz. Modern çağda ise mesele tersine döndü: iktidar, sanatı kuşatarak onu zararsız bir vitrine çevirmek istedi. Sermaye eliyle finanse edilen sanat, çoğu zaman eleştirdiği düzenin yeniden üreticisine dönüştü.
Oysa sinemanın tarihsel hafızası bize başka şeyler söylüyor. Costa-Gavras’ın Z filminde siyasetin ve sermayenin baskıcı mekanizmaları ifşa edilirken, Ken Loach’un Ben, Daniel Blake’inde sosyal devletin çöküşü bireyin hayatını nasıl kemirdiğini görürüz. Elia Suleiman, Tanrının Müdahalesi’nde Filistin halkının gündelik yaşamındaki absürd şiddeti görünür kılar. Joshua Oppenheimer’ın Öldürme Eylemi ise soykırım faillerini sahneye çıkararak sanatın, şiddetle yüzleşmekten başka çaresi olmadığını hatırlatır. Bu filmler, sanatın iktidara gölge düşürdüğü ölçüde gerçek anlamına kavuştuğunu gösterir.
Mubi’nin seçimi ise tam tersine işliyor. Sanatı, iktidarın görünmez suç ortaklığının finansal meşruiyetine dönüştürüyor. Sanatçılar bu yüzden itiraz ediyor. Çünkü bir filmin ruhu yalnızca yönetmenin kamerasında değil; o filmin hangi koşullarda izleyiciye ulaştığındadır. Eğer bu koşullar bir soykırımdan kâr eden bir sermayeyle lekelenirse, sinema bir vicdan olmaktan çıkar ve sadece bir ürün haline gelir.
Gazze’de kameralar hâlâ çalışıyor: yıkıntılar arasında belgeselciler, sanatçılar, gazeteciler gerçeği kayda geçiriyor. Kültür mirası yerle bir edilirken, sanatçılar tanıklık ediyor. İşte sinemanın gerçek yüzü oradadır. Ama aynı anda, başka bir yerde, sanatın adını taşıyan bir platform, bu gerçeğin kanı üzerinden finansal ortaklık kuruyor. Bu yalnızca bir şirket kararı değil; sinemanın ahlaki iddiasına vurulmuş bir darbedir.
Kaurismäki ve diğer sinemacıların sesi bu yüzden yalnızca bir protesto değil; sinemanın ruhunu koruma çağrısıdır. Çünkü sinema, eğer bir şeye inanıyorsa, o da insan hayatının değerine inanmak zorundadır. Ve bugün sormamız gereken soru basit ama yakıcıdır: Sinemanın yüzü insana mı dönük olacak, yoksa pazarın kârına mı?