Ana SayfaGÜNÜN YAZILARISırf “evet” densin; “yetmez”i olmasın (istiyorlar)

Sırf “evet” densin; “yetmez”i olmasın (istiyorlar)

Yukarıda gördüğünüz üç devrim lideri hep bu çizgideydi, “yetmez”siz bir “evet” kafasındaydı: Robespierre, Lenin, Mao (ve daha niceleri). Şimdi de bazı İslâmcılar, İslâmcı devrimler adına aynı şeyi söylüyor. Suriye’de, susun ve kabullenin HTŞ ne derse. Öyle boş şeyler istemeyin, laiklik veya kadın özgürlüğü gibi. Avucunuzu yalarsınız. Bunlar olmayacak, çünkü bunların ardında, devrimin kollektif iradesi ve ağırlığı değil, tamamen kişisel zevk ve tatmine yönelik bireysel ve liberal özlemler yatıyor. – 1848’den itibaren, liberalleri (ferdiyetçileri) horlamak Bismarck’tan Bolşeviklere ve Kemalistlere uzanan bir özellikti. Çağın sorunları “demir ve kan”la halledilecekti. Buydu, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki yeni zihinsel sertleşme (Amerikalı tarihçi Robert Palmer’ın dikkat çektiği “new toughness of mind”). Şimdi, bu endişeli aydın sopalama sporunun yeni bir versiyonu çıkageliyor.

[12-13 Ocak 2025] Hemen belirteyim; Suriye’de Ahmet eş-Şara’nın kendisinin yok böyle bir dili ve söylemi. Devrimler her zaman tek bir hamlede ve çığ gibi ilerlemiyor. Farklı aşamalardan, yer yer duraklamalardan, kararsızlıklardan, arayışlardan geçebiliyor.

Arap Baharı sırasında, planlı-teorili devrimler çağı kapandı; bundan sonra olursa, böyle spontane patlak veren devrimler olur demiştim (o zamanki Taraf gazetesinde). Nitekim Suriye, plansız-teorisiz bir devrim (çünkü yılların gerilemiş direnişi, ansızın iktidarın ele geçirilmesine dönüştü). 8 Aralık 2024’ten bu yana nerede duruyor? Üç benzetmeyle anlatabilirim. (a) Fransız Devrimi’nin 14 Temmuz 1789’daki halini andıran bir yerde duruyor. Bastille zaptedilmiş, krallık otoritesi yerle bir olmuş; Jakobenler henüz hegemon değil. (b) Rusya’da 8-6 Mart 1917 “Şubat Devrimi”ni aandıran bir yerde duruyor. Çar tahttan indirilmiş, Çarlık rejimi son bulmuş; Bolşevikler henüz küçük bir azınlık. (c) Türkiye’de 17 Şubat – 4 Mart 1923 İzmir İktisat Kongresi. Bu noktayı seçmem şaşırtıcı gelebilir, ama dikkat ederseniz, bir, Cumhuriyetin ilânından çok önce (sekiz ay önce); iki, esasen orada Cumhuriyetin temelleri tartışılıyor; üç, sonraki katı devletçi rejimde değil, görece biraz liberal, çünkü özel teşebbüse önem veren ve piyasa kurallarına uymayı öngören bir karma ekonomi modelinde karar kılınıyor. Yani 1919-1920’nin yerel kongrelerinde, ardından Büyük Millet Meclisi’nde hep karşı karşıya gelen ve çatışarak pazarlıklaşan iki kesim (radikaller ve ılımlılar, asker-sivil aydın zümre ve Anadolu “burjuvazi”si, Birinci Grup ve İkinci Grup) orada da mevcut ve İzmir İktisat Kongresi’nden uzlaşarak çıkabiliyor. 

Sonrasında ne olduğunu biliyoruz. Fransa’dan kaçan aristokrasinin émigré ordularının saldırmasıyla doğan kriz, Jakobenleri ve giyotini iktidara getirdi. Kerensky’nin (Rusya’nın İngiltere ve Fransa’ya karşı gizli anlaşmalarla girdiği taahhütlerden ötürü) yaz ayları boyunca savaşı sona erdirememesi, Bolşevikleri iktidara getirdi. Bir yanda Terakkiperver Fırka’nın büyümesinden ve diğer yanda Şeyh Sait İsyanı’ndan duyulan korku birleşti. (Ülkenin çehresini değiştirmek bakımından 29 Ekim 1923’ten daha büyük bir milât sayılması gereken) 4 Mart 1925 Takrir-i Sükûn kanununa doğurdu. Kemalistler Tek Parti iktidarına oturdu; üzerine bir de 1929 Büyük Bunalımı binip katı devletçiliği iyiden iyiye forse etti. — Peki, hepsi devrimci diktatörlük yönündeki bu gelişmeler zorunlu muydu? Kaçınılmaz mıydı? Bugünden geriye baktığımızda, ilk ağızda öyle gözükebiliyor (ve zaten devrimciler, daha doğrusu devrimperestler de bu hükme varılmasından yana). Ama oradan, o günden bakarken de öyle miydi? Daha net soralım: Her üç örnekte, devrimci iktidar tekeline yapışmaktan vazgeçip muhalefetle uzlaşmak objektif olarak mevcut bir opsiyon değil miydi? Pek çok devrimde yok mu böyle yol ayırımları? Radikaller iktidara sımsıkı yapışıp başka herkesi dışlar ve ezerse, belki bir halk hareketi olarak başlamış olan devrim, devrimci diktatörlük yönünde ilerliyor. Buna karşılık kritik anda ılımlıları, muhafazakârları, “gerici” denilenleri (en azından bir kısmını) dışlamaz ve ezmez, tersine uzlaşır ve daha geniş bir yelpaze oluştururlarsa, o zaman devrimin şiddet ve otorite tırmanışı durup demokratik reformlar yönüne kanalize olabilir. Bu ihtimal mevcuttur, kötü de değildir; ancak aşırı bir devrimcilik (ihtilâlcilik) ve devrimseverlik (ihtilâlseverlik) tarafından, a priori dışlanabilir.

Her halükârda, HTŞ’nin ve Ahmed eş-Şara’nın oralarda (peşin hükümlü bir otoritarizmde) olmadığı, en azından henüz öyle olmadığı ortada. Yeni bir takiyye spekülasyonuna girmeyeceksek, vaziyet böyle. Eş-Şara İslâmcılığın içinden Leninizm çıkarmakla pek ilgili değil gibi. Somut çözümler arıyor. Belki Suriye’nin ve Arap Baharı’nın kendi tecrübelerinden çıkabilecek derslerle uğraşıyor. Tabii, nereye gidecek bilemem. Başkalarına, illâ diktatörlük olacak ve olsun demeyin derken, kendim illâ demokrasi olacak kehanetinde bulunamam. Ama görebildiğim kadarıyla, yeni Suriye lideri konsensüs arıyor, konuşuyor, dinliyor, özellikle inanç özgürlüğü konusunda şimdiden çarpıcı vaatlerde bulunuyor. Gerçekten çeşitli alternatiflerin açık olduğu esnek ve akışkan bir “ara-zaman”da duruyor ve davranıyor.

Eş-Şara buyurgan, haddini bildirici, yerine göre ısırıcı ve aşağılayıcı değil. O dili, Türkiye’deki bazı kraldan fazla kralcı “Suriye devrimcileri” kullanıyor.

- Advertisment -