Günümüzün önemli teorik sorularından biri demokrasinin tıpkı Covid aşısı gibi öyle sanıldığı kadar etkili bir ilaç olmadığının ortaya çıkmasıdır. Bazan olur barış sürecinin bile başarısı demokrasisizliğe rağmen mi mümkün oluyor yoksa bizzat demokrasisizlik sayesinde mi mümkün oluyor diye sormak gerekiyor. Aynı şekilde başarılı bir ülke olmak için demokratik olmak gerektiğine dair varsayımlara artık demokratik ülkeler bile inanmıyor.
Acaba öncü demokrasilerde bile demokrasinin popülerliğini kaybediyor olması sadece bir iştahsızlık meselesi mi, yoksa bizzat demokrasinin kendisinden kaynaklanan yapısal bir sorun mu? Demokrasi gerçekten her bünye için ilaç oluyor mu? Belki de demokrasi sadece bir iyi gün dostudur. Nasıl Amerikan rüyası herkes için mümkün bir imkan değilse (çünkü bunun için birkaç gezegen miktarınca kaynak gerekir) demokrasi de acaba tüm aktörler için mümkün olmayan bir imkan mıdır? Bu soruyu nomotetik düşünen, ilişkiselliği ve bağlamları görmezden gelen iyiniyetli yaklaşımlar dile getirmeyebilir. Ancak pratik bize bu soruların geçerli sorular olduğunu ve tartışılması gerektiğini söylüyor.
Ben demokrasiye inanan bir insanım. Ancak demokrasinin canlı bir şey olduğunu ve her ortamda yeşermeyebileceğini görmek gerektiğine inanıyorum. Devletlerarası ilişkisellik (buna uluslararası ilişkiler, hatta bazan emperyalizm) demokrasinin tıpkı madalyalar gibi her yarışmacı için ulaşılabilir olmadığını gözümüze sokuyor. Demokrasiyi alanlar başkasının demokrasi olmasına izin vermiyor veya demokrasilerini onlar için bir dezavantaja dönüştürüyor olabilir. Yani demokrasi güçlülerin ve/ya güçle muhatap olma sorunu olmayanların tadını çıkarabildiği bir lüks meta olabilir. Avrupa’nın ortasındaki İsviçre’nin veya kenarındaki Yunanistan’ın güçsüz halde bile bir demokrasi önceliği yaşaması mümkündür. Ancak bu Türkiye için geçerli olmayabilir.
Bu hükme tersinden de varmak mümkün. Şu soruyu soralım: Bizdeki otoriterlik demokrasisizlikten veya tek adamın otoriterlik arzusundan mı kaynaklanıyor yoksa başka bir sebep mi var? Yani otoriterliğin sadece demokrasisizlikten kaynaklandığı varsayımı tartışmaya açıktır. Otoriterlik bir sebep degil de bir sonuç olabilir mi? Bence bugün Türkiye’deki otoriterlik demokrasisizlikten kaynaklanmıyor. Hatta şu bile denebilir: Bugün gördüğümüz otoriterlik demokrasiden kaynaklanan bir otoriterlik de olabilir. Bunu açmam gerekiyor.
Liberal düşünce ve onun kabulleri, güvenliğini sağlamış (zengin veya güvenlik sorunu olmayan) devletlerin iç tüketimi için anlamlı kabullerdir. Fakat bu kabullerin evrenselleştirilemediğini görüyoruz. Rusya bir Putin çıkarmak zorundaydı ayakta kalabilmek için. Çünkü demokrasi oyunu kağıt üzerinde oynanan birşey değil. Rusya örneğinde olduğu gibi süpergüç bile olsan kurtlar sofrasında demokrasi bir halk için yıkım ve sürünme anlamına gelebilir. Türkiye eğer tam Rusya değilse tam Avrupa da değil. İçeride demokrasi, dışarıda riyakar kurt olan Avrupa bile demokrasi oyununu Amerika onu koruduğu için oynayageldi. Bugün bundan uzaklaşıyor. Türkiye’nin bir Belçika ya da hatta bir Yunanistan olmasını beklemek belagatın yasalarına, tarihselleştirmenin gereklerine aykırıdır.
Türkiye’nin Avrupa’nın içinde bile değil, dışında bir Avrupa olmasına bizzat Avrupa’nın kendisi engeldir. Avrupa’nın demokrasisinin olması, aynı demokrasinin Türkiye için de eşit ölçüde ve şekilde mümkün olduğu anlamına gelmiyor. Ortadoğu’ya, Asya’ya, Afrika’ya, Güney Amerika’ya baktığımızda demokrasisizliğin bir beceriksizliğin sonucu değil, yapısal bir imkansızlığın sonucu olarak yaşandığını görüyoruz. Bu sebeple, demokrasi konusuna daha nüanslı yaklaşmalı ve her bağlamın biricikliğini gözetmeli. Bu çerçevede Türkiye’deki otoriterlik hakkında şöyle bir tespit yapabiliriz.
Türkiye’deki otoriterlik, devletin rasyonelleşmesinden kaynaklanıyor. Ve bu rasyonelleşme bu aşamada rahat bir demokrasiye izin vermiyor, onu askıya almak zorunda hissediyor. Mutlaki monarşilerde yaşanana benzer bir merkezileşme süreci bu. Devlette veya siyasette rasyonelleşme aktörlerin aynı dili konuşması demek. Rasyonellik doğru olanı yapmak demek değildir. Rasyonellik ortak bir referansın evrensel kabul görmesi demektir veya bir değere etrafının asimile edilmesidir.
Dolayısıyla modern devlet, istibdadın ancak sondajla kısmen ulaşabildiği mülkün tümünün bağlantılılık ve iletkenlik ile fethedilmesinin ürünüdür. Merkezi ve taşrası bir olan devlete modern devlet diyoruz. Bu genişleme sultan veya kralı patlatıp halk suretinde ülke sathina dağıtıyor.
Bu dağıtma süreci yani halkın kral olması ve demokrasiyi mümkün kılacak entegrasyonu sağlaması popüler bir süreçtir: halkın nüfuslaşması ve rasyonelleşmesi gerekiyor. Halkın menfaati hikmet-i hükümet suretini alıp kamu çıkarı veya ortak iyi adı altında devleti yönetiyor. (Ulusal güvenlik bunun abartılı versiyonudur).
Türkiye’de aşağıdan bir modernleşme yaşanıyor ve devlette modernleşme önce rasyonelleşmedir, demokratikleşme değil. Bu rasyonelleşmenin getirdiği inzibat hali bedenin entegrasyonu için gerekli görülüyor. Bu sağlanmadan demokrasi oyununu oynamak çok zor. Dış müdahaleler ile muhatap olacak bünyeler için demokrasi zaaf ve kırılganlık anlamına gelebiliyor.
Bugün Türkiye’de demokrasi askıya alındı. Ekonomi çok kötü. Liyakat yok, her yerde yalakalık ve adaletsizlik var. Bunlar doğru. Ancak Türkiye’nin tarihsel ve coğrafi gerçekleri onu iç siyasetten ve gündelik ekonomik şartlardan bağımsız olarak önemli kılıyor. Çünkü bu koşullardaki bir devletin birinci önceliği halkının güvenliğini sağlamak, o sağlandıktan sonra sadece ve sadece bu altyapıya sahip ülkelerin tadına baktığı bir lüks olarak demokrasi ödevine çalışabilir. Otoriterliğin sadece demokrasisizlikten kaynaklandığı varsayımı işte bu yüzden tartışmaya açıktır. İçi demokrasi, dışı kurt olan uluslararası toplum isimli kurtlar sofrasında iç entegrasyonunu ve savunma kapasitesini oluşturmamış bir devletin demokrasi adı altında kuzu olarak kalması yanlış ve tehlikeli olabilir.
***
Peki Avrupa’ya girmek için Türkiye ne yapmalı?
Türkiye’nin Avrupa ile bütünleşmek ve demokratik standartları Avrupa’yla veya Avrupa’sız yakalamak gibi stratejik bir hedefi olmalı. Ancak Türkiye’nin Avrupa’ya girişini Avrupa Birliği’ne giriş ve onun naif prosedürizmine bağlamak stratejik bir hata olur.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne o kağıt üzerindeki kurallar çerçevesinde girmesi mümkün değildir. Bunu Avrupalılar defalarca söyledi. Buna kimsenin artık şüphesi yok. Bu kadar büyük bir Müslüman ülkeyi Avrupa Birliği içinde başat bir aktör haline getirmek istemediler. Haklılar.
Türkiye Avrupa Birliği’ne alınacak kadar küçük bir ülke değil. Ayrıca kendini o vizyonla sınırlamak Türkiye’yi küçültür. Türkiye sadece Avrupa’ya bakan bir ülke olamaz. Böyle bir boyun tutulması tarihe, coğrafyaya ve ülkenin kendi potansiyeline ihanet olur. Kağıt üzerinde bile Türkiye’nin Avrupa ile ilişkisi daha farklı olmak zorunda. Bugüne kadar AB vizyonu Türkiye’ye bir normatif rehberlik sağladı, kendi demokratik standartlarını geliştirmesine yaradı. Ancak bugün Avrupa Birliği zayıflayan ve kısmen dağılan bir blok.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne hele hele muhtaç bir mülteci gibi yaklaşması artık imkansızdır. Türkiye gücüyle Avrupa’yı kendine muhtaç kılacak bir strateji izlemeli. Binbir prosedür ve onur kırıcı akrobası yerine, Türkiye’nin AB ile ilişkisini ticari ve askeri gücüyle tesis etmesi en doğru taktiktir. Prosedür dilenciliğinden çıkıp askeri amir konumuna gelmek gerekir. Yani basit bir dille söylersek: Türkiye için Avrupa’ya girişin en ekonomik (hesaplı) yolu savunma sanayi devi ve askeri güç olmaktır. Sonuçta ya Türkiye’nin Avrupa’ya (demokrasi dahil) ihtiyacı olmayacaktır (ki ideal olan budur) yada Türkiye Avrupa ile eşit bir partner olarak işbirliği ve entegrasyon yolunu tutacaktır. Türkiye’nin kendini Avrupa’ya indirgemesi Türkiye’ye yazıktır. Avrupa Türkiye için bir dilenme ve asimile olma mercii değil bir fırsat sahası ve işbirliği alanıdır.