[20-21 Kasım 2024] Bilim, siyasetle ve devletle karşı karşıya gelince ne olur? Bilim kaybeder. Diyeceksiniz ki, uzun vâdede bilim kazanır. Buna inanabilmek güzel bir şey kuşkusuz. Ama kısa vâdede, yani o ân için, kesinlikle bilim kaybeder. Zor iştir bilim. Bilimsel faaliyetin kendi iç kuralları, yöntemleri, prosedürleri vardır. Kendi mecrasında yürür. Yavaş işler. Yanlışları eleyerek doğrulara doğru düşe kalka yol alır. Bilenlerle bilmeyenler bir değildir. Bunu kabullenmek, bilimin de sanatın da özerkliğini tanımak gerekir. Yaratıcılık bu özgürlükle beslenir. Talimatla, emir-kumanda zinciriyle, “olması gereken”i dışarıdan dayatmakla olmaz. Ülkenin ve toplumun menfaati de asıl buradadır, bunu görebilmekten geçer. Lâkin kamuoyu, amatörler, hele politikacılar her zaman anlamayabilir bunu. Ya da bazı kültürler daha çok, bazı kültürler daha az anlar. Bilime (ve sanata) saygılı ve saygısız kültürler diyebiliriz. İkinciler (daha doğrusu, ikinci tip kültürlerin aparatçikleri) hoyrat yaklaşır bilim ve sanat üretimine. Herşeyi bildiklerini sanırlar. Agresif bir özgüvenleri vardır, züccaciyeci dükkânına giren fil misali. Kimileri mânen saldırır ve aşağılar, horlar, hakaret eder. Kimileri ise doğrudan devlet iktidarının gücüne sarılır.
Mesele, sonuçta sırf spesifik bir konuda yanlış yapmalarıyla sınırlı değildir. Asıl sorun, bilimin iç prosedürleri ve hiyerarşisini altüst edip, ideo-politik açıdan beğendiklerini ödüllendirmeleri, beğenmediklerini cezalandırmalarıdır. Sovyetlerde, Mendel genetiğine ve Darwin’e karşı Lamarckçılığı savunan Trofim Lysenko gibi şarlatan ve demagog bir ziraat teknisyeninin, Stalin’in desteğine mazhar olup normalde asla ulaşamayacağı yüksek konumlara gelmesi, yüzlerce düzgün ve dürüst biyologun kariyerine, hattâ (aşırı politizasyon bağlamında “halk düşmanlığı”yla, “Troçkist-Buharinistleri desteklemekle vb suçlanıp atıldıkları Gulag kamplarında) hayatlarına maloldu. Sovyetlerde 1930’da çok ileri bir noktada olan biyolojinin, sonrasında en az elli yıl kaybettiği kabul edilir bu yüzden. Benzer durumlar Mao’nun otoriter müdahaleleri yüzünden, özellikle Büyük İleri Atılım (1958-1962) ve Büyük Proleter Kültür Devrimi (1966-1976) dönemlerinde Çin’de de yaşandı.
Gelelim Kemalizme, Kemalist Devrime, 1930’ların Kemalist Kültür Devrimi denemesine. Bu da çok çarpıcı bir siyasetin zaferi, bilimin yenilgisi hikâyesidir. Trajikomiktir; yer yer çok acı, ama aynı zamanda gülünçtür. Eski Mezopotamya ve Mısır’dan çok önce, İÖ 7000’lerden bile daha gerilerde Orta Asya’da bir Türk uygarlığının olduğu; üstün Türk ırkı tarafından kurulduğu; daha sonra bu beyaz ırka mensup, büyük kafataslı, büyük beyinli Türklerin Orta Asya anayurdundan (veya atayurdundan) bütün dünyaya yayıldığı; gittikleri her yere medeniyet götürdükleri; bilinen birçok kavmin ve eski medeniyetin (Akaların, Etrüsklerin, Hiksosların, Hititlerin, Amerika yerlilerinin yani kızılderililerin, Çin ve Hint uygarlığının en azından bazı dönemlerinin) hep aslen Türk olduğu veya sağa sola göç eden bu Eski Türkler tarafından kurulmuş bulunduğu; nitekim Sümer dilinin de Türkçenin bir kolu ve dolayısıyla Sümerlerin Türk olduğu… şeklinde özetlenebilir. Zor değildir, temelinde yatan kaygı ve kompleksleri anlamak. Kurucuları (1) Yeni ulus-devlet için, İslâmiyetin de Osmanlının da etrafından dolaşan, “saf Türk” bir altın çağ yaratmayı; (2) Doğu Asya’nın “sarı ırk” dairesinden çıkıp, (3) Tanzimat’tan beri süregelen Avrupa’ya dahil olma özlemini, bu sefer “beyaz ırk”a dayandırmayı; (4) Aynı zamanda, atlı göçebelerin (barbarlık suçlamalarına konu olan) bozkır savaşçılığının üzerine, bir medeniyet ve medeniyet taşıyıcılığı kimliği oturtmayı; (5) Hititlerin Türkleştirilmesi yoluyla, Anadolu’ya Yunanlılardan çok önce geldiğimizi ve dolayısıyla bu diyarın tabii bize ait olması gerektiğini ispatlamayı… düşünmüş olmalı. O gün bugündür kimilerine çok çekici, haklı ve soylu geldi bu siyasî amaçlar. Ne ki, yol açtıkları kurgu en ufak bir bilimsellikten yoksundu. Ne tarihe dayanıyordu, ne dilbilimine, ne arkeolojiye. Tümüyle uydurmaydı, yakıştırmaydı; verilerin manipülasyonuyla ve kavram kaydırmalarıyla dokunmuş bir fabrikasyondu. Dolayısıyla çok sınırlı bir kesim dışına akılla, mantıkla, delille, iknayla değil, ancak devletin olanca gücüyle, resmî ideoloji ilân edilmek suretiyle dayatılabilirdi.
İnanılmaz boşlukları, kesintileri, devamsızlıkları var Türkiye’de fikir hayatının. Eleştiri ve tartışma sürekliliği olmayınca, birçok kötülük halının altına süpürülüyor ve sonra (Enis Doko’nun Türkiye simülasyonuna hoş geldiniz: Baudrillard, Çığ ve Altaylı’yla tanışıyor yazısında anlattığı türden) çeşitli uyanış şokları yaşanıyor. Türk Tarih Tezi’ne muhalefet, insanların hayatına malolmadı gerçi (çünkü Kemalizm, Komünizmden daha esnek ve geçirgen bir ideoloji, Tek Parti de Stalinizmden hayli daha yumuşak bir diktatörlüktü kuşkusuz). Ama pekâlâ kariyerlerine maloldu ve kişilerin ödediği bedelden daha önemlisi, sahte-bilim geriye, akademinin her durumda iktidara biatı gibi zehirli bir tortu, çürütücü, utanç verici bir alışkanlık bıraktı.
Birinci Türk Tarih Kongresi, ilk basamaklarından biriydi bu tefessühün. 2-11 Temmuz 1932’de Ankara’da yapıldı. Amaç, yeni tezin öğretmenlere tebliğ edilmesi; artık bunları öğreteceksiniz, böyle öğreteceksiniz denmesiydi. Bunun için, Âfet İnan ve ekibince yazılan Türk Tarihinin Anahatlaıı – Medhal Kısmı’ndan 80,000 basılıp bütün okullara dağıtılacak hale getirilmişti. Kongrenin hazırlanmasında baş rolü, Kemalizmin Jdanov’u diyebileceğimiz Reşit Galip oynadı. Tarihle ve tarihçilikle hiçbir ilgisi yoktu. Aslen doktordu. Genç ve ateşli bir militandı. Dönemin İttihatçılıktan süzülüp gelen birçok başka doktoru gibi, bilim adına bilimci (bilimperest) ve hayli haşin, acımasız bir tarafı vardı. Müthiş çalışkan ve becerikliydi; görevden göreve geçiyor, her emri yerine getiriyordu. Şeyh Sait İsyanı ve Takriri Sükûn Kanunu sonrasında kurulan Şark İstiklâl Mahkemesi’n tâyin edildi. Türk Ocaklarının, 25-28 Nisan 1930’da toplanan VI. Kurultayı’nda kurulmasına karar verilen “Türk Tarihi Tetkik Heyeti”nin, 4 Haziran 1930’da yapılan ilk toplantısında yer aldı. Atatürk’ün onayı ile, 15 Nisan 1931’de Türk Ocaklarının kapanması üzerine müstakil bir kurum hâline gelen Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin (bugünkü Türk Tarih Kurumu’nun) ilk genel sekreteri oldu. Çünkü Türk Tarih Tezi’ne toptan inanmış ve bağlanmıştı. Zaten tek önemli kıstas da bilim değil buydu, bu ideolojik sadakat ve aidiyetti. Kongre sonrasında, 19 Eylül 1932’de gene Atatürk’ün isteğiyle Maarif Vekili (Millî Eğitim Bakanı) atandı. 14 Aralık 1932 – 19 Ağustos 1933 arasında Türk Dil Kurumu’nun da fahrî başkanlığını yaptı. 23 Nisan 1933’te resmîleşen “Andımız”ı da o yazdı. Gene bu arada, kanunu 31 Mayıs 1933’te çıkarılan Üniversite Reformu’nun da başını çekti. Kapatılan Darülfünun’dan yapılan büyük tasfiyeleri hararetle savundu. 1 Ağustos 1933’te yeni İstanbul Üniversitesi’nin açılışında konuştu (bkz Mete Tunçay ve Haldun Özen, ”1933 Darülfünun Tasfiyesi veya Bir Tek Parti Politikacısının Önlenemez Yükselişi ve Düşüşü”; Tarih ve Toplum, cilt 2, sayı 10 (1984), s. 10-15). Fakat bu tırmanış çok erken sona erdi. Moda açıklarında geçirdiği bir deniz kazası sonucu yakalandığı zatürreden kurtulamadı. 1934’te vefat etti.
Birinci Türk Tarih Kongresi’ne dönelim. 2 Temmuz’da açıldığını söylemiştik. 3 Temmuz 1932’de Reşit Galip de (Atatürk’ün huzurunda) bir tebliğ sundu Kongreye. Orta Asya’da (güya) eski bir Türk uygarlığı varken neden sona erdiği ve Türklerin bir bölümü dışarıya göç ederken kalanların neden atlı göçebe olduğunu (yani bu aslî tabiatları değilken, aslî tabiatları medeniyetken, neden oradan göçebe hayvancılığa döndüklerini) açıklamaya çalıştı. Geçmişteki efsanevî uygarlık ile İÖ 1000 – İS 1400 arasının bilinen atlı göçebeleri ve bozkır imparatorlukları arasında bir köprü kurulmak zorundaydı. Reşit Galip’in payına, Orta Asya’da büyük bir iç deniz olduğunu ve iklimi ılımlılaştırdığını, bu yüzden tarım yapılabildiğini, fakat sonra bu iç denizin kuruduğunu ve iklimin sertleşip kara iklimine dönüştüğünü anlatmak düştü.
Bu kadarı, Kongre’ye dâvetli, yukarıda resimlerini gördüğünüz ciddî tarihçilerden en az birine çok fazla geldi. Fuat Köprülü (1890-1966) çok cesur bir adam değildi. Yeni Teze muhalefetini, daha çok araştırma yapılması lâzım gibi cümlelerle geçiştirmeye çalıştı. Bu pasif tavrına rağmen şiddetli hücumlara uğradı. İtibarını ve CHP içindeki konumunu manevî anlamda diz çökerek koruyabildi. Zeki Velidî Togan’ın(1890-1970) daha güçlü bir kişiliği vardı. Hem 20. yüzyıl başlarının Rus üniversitelerinde sağlam bir formasyon, hem de ne İttihatçılara, ne Kemalistlere borçlu olduğu apayrı bir siyasî kimlik edinmişti. Bu kimlik ve çizgiyi ayrıca tartışabilir ve eleştirebiliriz. Ama önemli olan, iktidardan bağımsızlığıydı. Birçok Avrupa ülkesi ve üniversitesinin peşinde koştuğu bir bilim adamı iken, Türkiye’ye gelmeyi kendisi tercih etmişti.
Ümit Hassan (1943-2023), Robert Kolej’den ve sonra solculuk yıllarımızdan arkadaşımdı. İkimiz de Ankara Siyasal’da asistanken, sürekli konuşurduk bu konuları. Reşit Galip’in iç deniz konuşmasına Zeki Velidî’nin reaksiyonunu o anlatmıştı, duyduğu, öğrenebildiği kadarıyla.
Kafkas, Başkırt şivesiyle “Siz hiçbir şey bilmirsiz” demiş ve kendisine öyle saldırılmıştı ki, salondan da, akabinde Türkiye’den de çıkıp gitmişti.