Haftalardır sokak hayvanlarının akibetini konuşuyoruz. Halbuki Türkiye’de yaygın ve büyük bir sokak insanı sorunu var.
Evsizlerin oranı memleketimizde belki ABD’ye kıyasla düşüktür. Hindistan’daki gibi kaldırımlara ya da balta girmemiş orman içlerinde köyler de yoktur. Ya da azdır.
Ama şehirlerde sokakta olmakla ya da sokağın sunduklarıyla geçimini sağlayan insanlar azımsanacak gibi değil. Ara sıra aklımıza gelen derin ve dolaylı yoksulluğu gözümüzün önünde yaşıyorlar.
Bu yoksulluk, bu sokağa bırakılmışlık hali sadece eğitimsiz kesimlerde karşımıza çıkmıyor. Üniversite mezunlarına, hem de büyük şehirlerin kalburüstü üniversitelerinde okumuş çocuklarımıza kadar yayılıyor.
Örneğin büyük şehirlerde atık toplayıcılarla karşılaşmayan var mıdır? Kocaman bir torbayı bağladıkları çekçek arabalarıyla bu insanlar hayatını sokaktan kazanıyor. Çöp konteynırlarını, öteye beriye bırakılmış atıkları karıştırıp torbalarını dolduruyorlar. Gün içinde o torba kaç kez doluyor ve boşalıyor? Kaç saat sokaklarda dolaşıyorlar?
Yeri geldiğinde iş güvenliği konusunda mangalda kül bırakmayan devlet bu insanları atıkların içinde hayat kavgası vermeye terk etmiş. Eldiven bulabilen eldivenle idare ediyor. Bazen COVID-19 döneminde kullandığımız dandik maskeleri takanlar oluyor. Risk altındalar. Her türlü hastalığa açıklar.
İçlerinde çocuklar da var. Bazen arabadaki torba ağır basıyor, çocuğu tahteravalli gibi yükseltiyor.
Kimileri dilenmeyi deniyor. Kimileri dilenme işini göz korkutarak yapmayı… Tenha bir köşede bir anda çorba parası isteyen atıklarla uğraşmaktan kararmış bir adam. Yoksulluk maalesef romantik duygularla yaşanmaz. Aksine bütün kötülüklerin anasıdır. Ortadaki ekmekten ince bir dilim alabilmek için insan her şeyi yapar.
Bu insanlar bağımsız atık toplayıcıları olarak yerel yönetimlere başvurup bir kart alıyormuş. Yani sokak insanlarını da kayda geçirmekle yetinmişiz. Ne de olsa bir şeyi bir yere yazınca devletin işi orada bitiyor. Dosyayı rafa kaldırıyor. Artık gerçi raf da kalmadı. Tıklıyorsun, kaydediyorsun.
Belki içlerinde kimileri asgari ücretten daha fazla kazanıyordur. Kim bilir? Ama bu mudur? Geçim için sokağa sürülmüş, sayıları giderek artan insanlar. Sadece emek vermiyorlar, sağlıklarını da tüketiyorlar. Kim için? Ne için?
Sonra mevsimlik tarım işçileri var. Biz şehirlilerin gözü önünde olmadıklarından ancak ölünce akla geliyorlar. O da biraz gösterişli, iç burkan bir ölüm olursa… Hani şöyle okul çağında bir kızcağız makineye kolunu bacağını kaptırırsa birkaç muhalif gazetede haber oluyor. Emekli olması gereken yaşta tarlada yığılıverenleri kimsenin gördüğünü sanmıyorum.
Yevmiyeleri 500 TL civarındaymış. Ne yer ne içerler? Yoksa zaten tarlada bahçede bulduklarıyla beslensinler diye mi düşünülüyor?
Hani pahalılıktan yakınıyoruz ya… İşte bu insanlar bu ücretlere çalışmasa, hakça ücretler alsa karpuzun, kavunun, pırasanın, biberin fiyatı ikiye belki üçe katlanacak.
İçlerinde sığınmacılar varmış, sayıları artmış. O nedenle pek o tarafa bakmasak da olur. Olmaz mı?
Dahası var. İnternet’le birlikte teknolojinin gelişmesini, insanların teknoloji yoğun işlerde konforlu bir meslek hayatı sürmesini ummuştuk. Halbuki İnternet’le ticaret birleşince başka tür bir sokak insanı yarattı: Kuryeler.
Eskiden sokağa çıkmak bir zorunluluktu. Artık değil, canımız gofret de çekse açıyoruz bir uygulamayı, ekliyoruz, getir diyoruz, 15 dakikada Robocop gibi bir adam – çoğunlukla adam evet, kadınlar çok az – kapımıza getiriyor. Sonuçta istihdamdır. Öyle değil mi?
Değil. Bunca insanın sadece şekerli su veya dondurma taşımak için caddelerde, kaldırımlarda, ara sokaklarda kendilerini (ve başkalarını da) tehlikeye atacak şekilde vızır vızır motor gezdirmesi normal değil. Bizde şıkır şıkır işleyen bu model niyeyse Batı’ya gittikçe kötürümleşiyor. Çünkü işsiz stoğumuz yüksek, çünkü emek hala en ucuz şey.
Farkında mısınız? İşçiliğin de formu değişti. Örneğin kuryelere dayalı dağıtım modeli ekonomiye bir bütün olarak katma değer sağlamayan, sadece önemsiz bir konfor için harcanan geniş bir insan kaynağı. Nitelikli insanları bir çeşit angaryaya sürüklüyoruz. Üstelik Türkiye’de bu alt yapıyı oluşturan kuruluşların örneğin Amazon gibi teknolojik bir katkıları ya da yan yatırımları da bulunmuyor. Aslında otomasyonla yönetilen bir çeşit bakkal çıraklığı yaptırıyorlar.
Dürüstçe çalışan insanın kazancı anasının ak sütü gibi helaldir. Doğru. Emek veren insan emeğinden utanmaz. Bu da doğru… Ama insanları geçim için sokağa mahkum etmek reva mıdır?
En beteri de bir insanı potansiyelinin çok altında bir angaryaya sürükleyerek hem onun hem de ondan çok daha değerli katkı alabilecek toplumun imkanlarını daraltmak.
Giderek sokaklaşan bir ekonomimiz var.
Bir de tabi başıboş sokak insanları var. Korkmayın, onlar da pek ısırmıyor. Bunların bir bölümü işsizler. Artık üniversite de bir çeşit işsizliğe hazırlık kursu haline geldi. Bir bölümü de emekliler. Ellerine geçen maaşla hiçbir şey yapamadıklarından sokakları arşınlıyor, parklarda bakınıyor ve sessizce evlerine dönüyorlar. Ara sıra onlara sövüyoruz. Kesin şu partiye oy vermişlerdir diyoruz.
Sokak giderek genişliyor. Üstümüze geliyor. Geçmişte “küçük burjuvazi” dediğimiz orta sınıfı da muhasara altına alıyor. Enflasyonla birlikte kiralar o kadar yükseldi ki… Geçmişte öğretmenlerin ya da memur ailelerinin iyi kötü yaşayabildiği semtlerde her yanı dökülen 50 yıllık dairelerin kiraları dudak uçuklatıyor. Gecekondu mahallesi diye yüzüne bakılmayan yerlerde bile fahiş bedeller konuşuluyor.
Eskiden insanların belki dönebilecekleri köyleri olurdu. Hatta köylerinden anaları babaları az buçuk erzak gönderirdi. O da tükendi.
Atadan babadan kalan bir şeyi yoksa, genç bir insan için ev sahibi olmak bugünkü faiz oranlarıyla imkansız. Orta sınıf da eşikte, bir dokunulsa kendini sokakta bulacak.
T.S. Eliot mı demişti? Dünyanın sonu büyük bir patlamayla değil incecik bir sızlanmayla gelir diye.