Türkiye’de son 25-30 yılını komada geçirmemiş, az çok siyasi ilgisi olan herkesin, “sol-laik” kesimin desteğiyle sınırlanmış bir CHP’nin iktidar şansı taşımadığını fark etmiş olması beklenir.
Peki, neden bu bir türlü gerçekleşmiyor? Nasıl oluyor da CHP belli bir coğrafyaya sıkışarak, %25-30 bandını asla aşamıyor?
Üzerine düşünmek gerekir.
Kimileri bu tıkanmışlığı, muhafazakarlığa açılımla; partinin “sağcılaştırılması”yla açıklıyor. İttifak siyasetini “sağcılaşma”, helalleşme söylemini “kimliksizleşme” olarak yorumluyor. Böyle bir “sol” ezbere insan şaşırmadan edemiyor. Sormak gerekmez mi; Türkiye’de tarih boyunca, “sağ” olarak nitelenen siyasi aktörler karşısında hangi “sol” çoğunluğu kazanabildi? Sadece 1977 seçimlerinde Ecevit’in başarısını hatırlıyoruz. Yüzde 41.4 oranıyla diğer partileri geride bırakmıştı. (Tabii sağ partilerin toplamının yine altında kalmıştı). Üstünden tam 46 yıl geçmiş. Arada yaşanan onca seçimlerde bu oranın yanına yaklaşamadı bu parti ve türevleri. Neden böyle oluyor?
Demek ki “sol” olarak tanımlanan kimlikte bir sorun var. “Aman sağcılaşmayalım” denildiğinde belki de o sorun yeniden üretiliyor. Nedir bu sorun? Sanıyorum şöyle ifade edilebilir: Türkiye’de sol kimliği inşa eden; ona karakterini veren unsur, siyaset değil, kültür. Ezilen sınıfların sözcülüğü, sosyal devlet arayışı, eşitsizliklere, ayrımcılıklara karşı duyarlılık… Bunlar elbette sol söylemin parçaları. Fakat bütün bu duyarlılıkları geriye iten; sola asıl rengini veren bir kültürel aidiyet var. Kendisini modernliğin temsilcisi gören, muhafazakâr varoluşu “geri” bulan bir kültürel kimlikten söz ediyorum. 60’larda Aybar TİP’inin sınıfa seslenen, ardından Ecevit halkçılığıyla önemli yankı yaratan bir siyasi kimlik olmaktan hangi kırılmalarla uzaklaştığı ayrı tartışma konusu. Fakat günümüzde artık, yediği içtiğiyle, giyim kuşamıyla, estetik değerleriyle, inançla kurduğu ilişkiyle; kısacası bütün yücelttiği ve aşağıladığı benlik duygularıyla kendisini açığa vuran bir kültürün adıdır Türkiye’de “sol”.
Eğer solun, bütün yerellik, çeşitlilik özelliklerine rağmen ortaklaştığı tek bir evrensel iddiasından söz edebileceksek, o da, toplumdaki hiyerarşik ilişkilere itirazdır. Oysa Türkiye’de sol, kültür üzerinden kendisi hiyerarşi üreten bir kimliği ifade etmektedir. Bu yüzden, bütün iddiasına rağmen ezilenlerin, yoksulların, ayrımcılığa uğrayanların siyasi temsilini başaramamaktadır.
Son 30-40 yılda olağanüstü sosyolojik değişimler yaşandı. Geleneksel yaşantının çözüldüğü, kentlileşmenin damga vurduğu bir değişim bu. Eğitime ulaşım imkanlarıyla, meslekleşme oranıyla, iletişim hızıyla, eskisiyle kıyaslanmayacak bir ülke olduk. Fakat siyasete ezberimizdeki “sağ-sol” şeması üzerinden baktığımızda, yelpazedeki dağılımın değişmediğini görüyoruz. En iyimser durumda 3 seçmenden 1’i sol 2’si sağ partileri tercih ediyor.
Toplum modernleşiyor fakat solculaşmıyor. Üstelik gelir dağılımı daha da bozulmuş. Birbirine yakın imkanlarla yaşayan bir tutumluluk toplumundan, eşitsizliğin göz çıkarttığı, çok katmanlı tüketim toplumuna dönüşmüşüz.
Çok ironik değil mi; herhalde “sol” denildiğinde en keskin kenarlarından sayabileceğimiz TİP %10’ları aşan desteği Bağdat Caddesi’nde bulurken, işçi deposu mahallelerde Ak Parti ezip geçiyor solu. CHP, belli bir hayat tarzının hâkim olduğu coğrafyada kabul görürken, “yatağa aç giren çocukların” yaşadığı şehirlerde, mahallelerde başarısız. Ayrımcılığa maruz kaldıklarını düşünenler, alt gelir grupları, emekçiler sağ partilere giderken; toplumsal statüsü yüksek, meslekli, iyi kazanç sahibi, (tesettürlülere bakıp) “buralara kadar geldiler” diye hayıflanan hanımefendiler; çocuklarını pahalı kolejlere gönderen, yurt dışında yaşamaya teşvik eden hali vakti yerinde beyefendiler “sol” partileri seçiyorlar? Bu nasıl “sol-sağ” ayrımı? Bu işte bir terslik yok mu?
Denebilir ki “sol da yoksullara, ayrımcılığa uğrayanlara” ulaşabiliyor. Nerede? Dersim’de mi? Alevi mahalleleri mi kastediliyor? Eğer öyleyse; bu durum solun siyasi değil, tam tersine kültürel bir kimlik olduğunun kanıtıdır.
Sonuç olarak “sol” dediğimiz kimlik, kültürel olmayı aşıp kültür-üstü, kapsayıcı bir siyasi kimliğe evrilmedikçe yıllardır tanık olduğumuz “makus talihini” yenemez. Dışladığı, kendinden saymadığı muhafazakâr kültüre de seslenen dil kuramadıkça; bunu yapmaya yönelen siyasetleri “sağcılaşma” olarak etiketledikçe “cemaatsal”lıktan çıkıp “cemiyetsel” bir yapıya dönüşemez.
Bu fark edilebilirse, geçmişi tartışmanın önemi de anlaşılacaktır. Bu kimliğin yarattığı duvarlar, yol açtığı derin yabancılaşma, yeni tarih değerlendirmesi yapmadan aşılabilecek bir durum değildir.
Çünkü bir tarih hafızası olan, yaralanmış, öfkelenmiş, hiçbir güven taşımayan kitlelerden söz ediyoruz.
Elbette güçlü bir gelecek hikayesi olmadan siyaset yapılamaz. Hangi sorunu nasıl çözeceğinizi akılları yakalayan anlatıya dönüştürmedikçe rıza üretemezsiniz. Ama bu yetmez. Önce kalpleri yakalamak gerekir. Yıllar içinde oluşmuş kaskatı yargılar var. “Bunlar değişimde samimi” dedirtebilmek, sadece geleceği işaret etmekle başarılacak iş değil. Dün yapılanlarla yüzleşmedikçe gönüllere ulaşılamaz.
Kılıçdaroğlu “Türkiye için küçük, CHP için büyük bir adım” attı. Helalleşme istedi. Bu bile içeride, medyasıyla, siyasetçisiyle homurtular yarattı. Oysa zaten çok yetersizdi. Fakat gerekliydi.
Alper Görmüş son iki yazısında Kılıçdaroğlu döneminin CHP’de Baykalizm ile Baykalizm arasında geçici bir dönem olup olmayacağını soruyordu. Endişesinde haksız değil. Kendi sorusuna verdiği cevap da karamsar olduğunu gösteriyor. Çünkü, Kılıçdaroğlu’nun parti tabanını dönüştüremediğini düşünüyor. Değişimin derinleştirilmesine yöneldiğinde tabanın partiyi cezalandıracağına inanıyor. Yeni yönetimin, dönüp dolaşıp Baykalizmin yeni versiyonuna dönüşmeye mecbur kalabileceğine işaret ediyor.
Bu ihtimal var elbette. Çünkü, solculuğu kültürel birinşa olarak tanımlarken haksız değilsek; doğallaşmış, içselleşmiş bir benlik yapısından; bir tür “habitus”tan bahsediyoruz demektir. Bunun kolay değişebileceğini düşünmek fantezi olur. Fakat bu sorunu fark etmek; gündemine almak, siyaset yapıcılar için çok önemlidir.
Düğünlerine Atatürk’ün “dublörleri”ni çağırıp, asker üniformasıyla boy gösterdiğinde alkışlayan sosyolojinin farkındayız. Ama ana akım olmanın; tarihsel gücü taşımanın, bagajları yanında avantajlarının da olduğunu kabul etmek lazım. Kopup gidenler marjinalleşirler. İşte Muharrem İnce. Daha önce de sarışın bir kadın siyasetçi denedi bunu. Ben dahil kimse hatırlamıyor ismini. Kurultayda eski katı Kemalist kadronun esamisi bile okunmadı.
Atatürk imgesiyle barışık olmanın hiç sakıncası yok. Fakat onunla özdeşleşmenin akıl çelen “ideolojik avantajlarına” sığınmaya kalkmanın; tarihi orada dondurup yakın yılların üstünden atlamanın, iktidar olmaya yeteceğini düşünmek gerçekçi değil. Tarih tartışmasını güncel siyasetin önüne geçirmek de hiçbir partiden beklenmez. Önemli olan yeni bir bakış oluşturmak; tarihe yeni yorum getirmektir. Bunun genel söyleme yerleştirilmesi; hangi bağlamda, hangi zaman ve zeminde, nasıl ifade edileceği siyasetçinin maharetine kalmış bir iştir.
Yapmak zor. Ama zorunlu.
Erdoğan yola çıkarken arkasında taşıdığı tarihe dair görüşünü tek bir cümleye sığdırdı: “Milli Görüş gömleğini çıkarttık”.
Bu, o dünyaya ilişkin cesaret isteyen bir kimlik ilanıydı.
Solun da bu cesarete ihtiyacı var…