Türkiye’de Sol’un geçmişiyle ilgili yayınların sayısında son dönemde bir artış gerçekleşti. Özellikle 1960-80 arası solun tarihi uzun yıllar boyunca kıyıda köşede kalmış rivayetler, dedikodular, tek tük monografi çalışmaları ve daha çok Nihat Behram’ın yazdığı türde koçaklamalardan ibaretti.
Son yıllarda çıkan yayınlardaysa dönemin tanıklarının bellek kaydı doğrudan ortaya dökülüyor. Nehir söyleşiler, anı kitapları, arşiv çalışmaları, derlemeler… Belki de artık solgunlaşan ateşin alacakaranlığında bazı ayrıntılar belirmeye başlıyor.
Aslında solun tarihini ‘içeriden’ bir bakışla yazmaya cesaret eden ilk isim – en azından benim deneyimimde – Gün Zileli olmuştu. Bir dönem Aydınlık hareketinin liderleri arasında yer alan Zileli; Yarılma, Havariler ve Sapak başlıklı üç kitabında solun 60’ların başından itibaren tarihini şaşırtıcı eleştirel ayrıntılarla kaleme alan belki de ilk isimdi. Bana göre bu kitaplar düşünce dünyamızda Tutunamayanlar ya da Saatleri Ayarlama Enstitüsü kadar önemlidir; elbette Zileli’nin okuru yazarın 68 kuşağından pek çok isimle barışık olmadığını da hesaba katarak okumalı. Kendi adıma öznel değerlendirmelerin olduğu kitapları severim; zaten bir anı kitabı başka nasıl olabilir? Yazdıklarında öznel izlenimlerin payını inkar etmeyen bir yazarın dürüstlüğü de bir ölçüdür.
Zileli, adını andığımız kitapları görece eski bir tarihte, galiba 90’larda kaleme almış, ancak 2000’lerde şöyle böyle okundular. Maalesef Türkiye’de bir meseleye yakın olmak o meseleyle ilgili ketum olmak anlamına gelmiyor. Zileli’ye kadar, solun tarihi üstüne yazılmış pek çok kitap herkesin bildiğini sığ şiirsel ifadelerle tekrar etmekten ibaretti. Bir kahramanlar tarihi, bir ‘bizim çocuklar’ güzellemesi… Kuşkusuz eleştirel metinler de vardı, ama… Eh işte.
Solun Türkiye’deki hikayesinin en çetrefil düğümlerinden biri sonu gelmeyen bölünmeler… Çoğu zaman bir hareketin bir diğerinden bölünmesinin nedenlerini anlamak imkansız. İdeolojik nedenler ararken karşınıza bir anda bir zamanlar aralarında su sızmayan iki önderin incir çekirdeğini doldurmayan sürtüşmesi, alelade bir mesele nedeniyle küfürleşmeleri, hatta uzak kalmaları gibi şeyler çıkıyor. Belki sol hep genç kalmaya mahkum olduğu için bu açmazda kilitlenip kalıyor.
Ayrıntı Yayınları, son yıllarda solun tarihi üstüne gözden kaçmaması gereken bir seri oluşturdu. Bu seri 68 kuşağının öne çıkan isimleriyle ilgili monografiler, söyleşiler ve detaylı kayıtlardan oluşuyor. Öne çıkan dediysem, kitapların bir kısmı benim ilk kez duyduğum isimlerle ilgili. Henüz serinin tamamını hakkını vererek okuyamadım ama geciktirmeden değinmek istiyorum:
Ulaş Yoldaş, Ulaş Bardakçı üstüne Musa Kaplan’ın hazırladığı bir monografi. Yansız denemez, ama olgulara dayanan, ciddiyetle hazırlanmış bir metin. Olayların akışı zamanın yayınlarıyla desteklenmiş, tanıkların kayıtlarına başvurulmuş. Görünüşte basit ama benzeri olmadığı için değerli bir çalışma.
Adsız Kahramanlar serisinden “Gülay Ünüvar (Özdeş) Kitabı”, Ahmet Tuncer Sümer’in hazırladığı bir kitap. OKurken yığınla not almışım, hepsini kendime saklayacağım. Ama devrimci harekete fon sağlamak için kampüste köfte satma projesine değinmemek olmaz. Banka soymaktan iyidir. Kadınların toplumsal mücadelede dönem içindeki rolü noktasında ilginç olabilecek bir çalışma. Keşke fazlası çıksa…
Ayrıntı’dan çıkan çokça kitap var. Örneğin Hüdai (Hüdai Arıkan’ın Yaşamı ve Mücadelesi), Dev-Yol’un önderlerinden Oğuzhan Müftüoğlu ile gerçekleştirilmiş Bitmeyen Yolculuk başlıklı nehir söyleşi, Fırtınalı Denizin Yolcuları bunlardan bazıları… Atladıklarım olduysa affola. Mahir Çayan’la ilgili olarak Hüseyin Solgun’un hazırladığı Kızıldere’den Önce 10 Ay, bana kalırsa dijital platformlara belgesel fikri sunmak isteyenler için biçilmiş kaftan. Bu kitap sadece solun tarihini değil, dönemin istihbarat dünyasını ve taşra/siyaset ilişkilerini de ele alıyor.
Bunlarla birlikte dipnot yayınları’nın Kurtuluş hareketi üstüne “Kurtuluş Kendini Anlatıyor” başlıklı bir dizisi var. Dev-Yol’dan kopan Kurtuluş hareketi 70’lerin sonuna doğru Dev-Yol’dan sonra en geniş etkiye sahip örgüt olmuştu. Bu seri Kurtuluş’un öncü isimleriyle gerçekleştirilen hacimli söyleşilerden oluşuyor. Zaman zaman bir öz eleştiri tonu da hissediliyor; ama özellikle söyleşi türündeki metinlerde konuşan kişi – bunu sadece Kurtuluş için değil, bu tür bütün söyleşiler için not edebilirim – hem kendini hem de galiba sevdiklerini sakınıyor. Bazen dehşet verici hatalar ya da ağır sonuçları olan yanlış kararlar naif bir dille geçiştiriliyor, ya da hiç dile gelmiyor.
İletişim, uzun süredir sözlü tarih ile anı arasında gidip gelen kitaplardan oluşan bir seri yayınlıyor. Yayınevlerinin bir karakteri var, İletişim için yakın tarih öteden beri pergelin sivri ucunun saplandığı noktalardan biri, hatta bu yayınevinin edebiyat/kurmaca tercihlerinde bile deneyim ile güncel tarih ilişkisine kıymet verildiğini düşündüren şeyler var. Vardı. İletişim’den çıkan tek bir kitaba değinebileceğim: Faruk Eren’in kaleme aldığı Kayıp Bir Devrimin Hikayesi. Eren, 70’lerin Hasköy’ünü arkaplana aldığı anılarında aslında 1980 darbesi sırasında ‘faili meçhul’ kayıplara karışan ağabeyini, Hayri Eren’i anlatıyor. Bu kitabın ötekilere göre özel bir yanı var, çünkü sol hareketin ‘öncü’ isimlerinden birini değil, tabiri caizse askerlerinden birini anlatıyor. Bu kısa metin, Cumartesi Anneleri’ne kadar geliyor.
Melek Ulagay ve Oya Baydar’ın karşılıklı söyleşisinden oluşan Bir Dönem İki Kadın da bence dönemle ilgilenenlerin listesine almasına gereken hikayeler arasında. İstanbul’da varlıklı bir ailenin el üstünde tutulan güzel kızı Melek’in İbrahim Kaypakkaya’nın peşinden Malatya’ya, oradan Filistin’e uzayan akıl almaz hikayesi… Ve her kelimesi gerçek. Oya Baydar’ın gözünden dönemin üniversitesi ve yayıncılık faaliyetleri üstüne çok şey öğreniyoruz.
Kitaplardan söz eden bir yazı yazmanın en büyük zorluğu şu: Burada saydıklarım bu literatürün tamamını oluşturmuyor, belki tadımlık bir listeden fazlası değil. Ama bir hatırlatma olması açısından değinmemek elde değil. 70’lerin ortalarına kadar Türkiye’de sol siyasetin iki önemli nirengi noktası var: Birincisi, hareket çok büyük ölçüde gençlere dayanıyordu- 70’lerin başında yaş ortalaması muhtemelen 30’un altındaydı. 70’ler boyunca harekete lise çağlarında gençler katılmaya devam etti ve bu çocuklaşarak büyüme hali meyve veremedi. İkincisi bu anıları okudukça muazzam bir telaş ve acelenin olduğunu görmemek elde değil… Sanki devrim ellerinin ucundan kaçıvermiş gibi. Halbuki tarihe bugünün penceresinden bakınca aslında hiç yaklaşamadıklarını ama umutlarının değerli bir yanı olduğunu görmek mümkün.