Olguyu ve teoriyi ayırmak lâzım demiştim, birbirinden. Bir süreç yaşanıyor, insanlara çeşitli nedenlerle yeni ve değişik geliyor, dolayısıyla tartışmalara ve açıklama denemelerine yol açıyor. Tartışma deyince, bunu çok formel bir tartışma, bir tür sempozyum gibi düşünmeyin (1950’ler ve 60’ların Feodalizmden Kapitalizme Geçiş Tartışması, ya da onu izleyen Brenner Tartışması misali). Biz böyle organize ediyor ve yığınla nutku, konuşmayı, gazete haberini, kitabı, makaleyi birkaç ana soru etrafında özetliyoruz, onyıllar sonra.
Ne gözüküyor, bunu yaptığımızda? Bir kere, hiçbir ülkede kamuoyu yekpare değil, yönetici sınıflar içinde bile. “Emperyalist ülke, öyleyse hepsi tekdüze emperyalist.” Hayır, yok böyle bir şey. Bu da, Leninist emperyalizm teorisinin yarattığı ve bilgisizlikle elele giden bir illüzyon. “Emperyalizm eşittir tekelci kapitalizm” deyince, böyle bir yekparelik zannı doğuyor. Oysa gerçek hayatta, siyasî-askerî anlamda emperyalist pratiklerin görüldüğü hemen bütün ülkelerde, hâkim sınıflar, yöneticiler, politikacılar, devlet adamları, kabaca “emperyalistler” ve “emperyalist olmayanlar” diye iki gruba ayrılıyor. Bu deyimlerin o günkü, o çerçevedeki anlamı şöyle: Emperyalistler, imparatorlukçu (fetihçi, yayılmacı) politikalardan yana olanlar; bu politikaları uygulayan ve savunanlar. Emperyalist olmayanlar ise, 19. yüzyılın ikinci yarısında henüz devirmeci, ayaklanmacı yerli halklar değil. Doğrudan doğruya metropol ülkelerde, imparatorlukçuluğa karşı olanlar; bu tür politikaları derece derece yanlış (maceracı, pahalı, israf, gereksiz, yararsız) bulanlar. Vazgeçilmesi ve mevcut sömürgelere de en kısa zamanda bağımsızlık (veya en azından kendi kendini yönetme hakkı: self-rule veya self-government) tanınmasını savunanlar. Örneğin İngiltere’de, Benjamin Disraeli, Joseph Chamberlain, Lord Rosebury, Lord Milner, Lord Palmerston, (Mısır valisi) Lord Cromer, (Hindistan genel valisi) Lord Curzon, (belki en büyük savaşağası) General Kitchener, (orta ve güney Afrika fatihi, adını Rodezya’ya veren) Cecil Rhodes, Britanya İmparatorluğu’nun edebiyattaki en güçlü savunucusu Rudyard Kipling, emperyalistler grubunda yer alıyor. Buna karşılık Liberal Parti’den, 1868-1894 arasında dört defa ve toplam 12 yıl başbakanlık yapan William Gladstone’la birlikte Lord John Russell, Lord Henry Thring, Lord Bury ve tarih profesörü Goldwin Smith, emperyalist olmayanlar arasında sayılıyor. ABD’de, 1898’de kurulan Amerikan Anti-Emperyalist Birliği (American Anti-Imperialist League), sömürgeci yayılmacılığın ve özellikle Filipinler’in ilhakının karşısına dikiliyor. Emekçi sınıfların Marksist örgütü sanmayın. Kurucuları ve üyeleri arasında, emekli banker Gamaliel Bradford, eski maliye bakanı George Boutwell, çelik sanayicisi Andrew Carnegie, Stanford Üniversitesi rektörü David Starr Jordan, felsefeci John Dewey, psikolog William James, (kardeşi) romancı Henry James, keza çok ünlü ve popüler edebiyatçı Mark Twain yer alıyor. Almanya’da Otto von Bismarck, emperyalist olmayanların herhalde en önde geleni. Prusya başbakanı olarak 1862-1870 arasında güttüğü politikalarla Alman Birliği’nin kurulmasını sağladıktan sonra, 1870-1890 arasındaki şansölyeliği sırasında, hep kuvvet dengesi politikalarından ve Avrupa içinde barıştan yana. Denizaşırı yayılmacılığa ise karşı ve milliyetçi kamuoyu baskısı karşısında ancak kerhen ve kısmen kabulleniyor. Ama sonuçta, 1888’de tahta çıkan asıl emperyalist II. Wilhelm’in saldırgan, savaşçı “Yeni Rota”sına köstek olmaması için yeni imparator tarafından istifaya mecbur ediliyor.
Bu dağılım, zaten birinci soruya, “iyi mi, kötü mü (ve kimin için) sorusuna verilen cevaplarda somutlanıyor. Bunun da iki kademesi var: (1) Metropol ülke açısından iyi mi, kötü mü? (2) Emperyalize edilen ülkeler ve halklar açısından iyi mi, kötü mü? İlkinden başlayalım; “emperyalistler” dediğim hâkim sınıf kesimleri tabii gayet net bu noktada. Şüphesiz yararlı buluyorlar, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Rusya, Japonya vb için — hem (ucuz hammadde kaynakları, ihracat pazarları, yatırım alanları gibi) ekonomik, hem (kilit önemdeki kıyı ve limanları ele geçirmek gibi) stratejik, hem de Büyük Devletler katına tırmanmak gibi ideo-politik gerekçelerle. Zaten bunun için “emperyalist” (= emperyalizm savunucusu) deniliyor. Ama yalnız değiller. Yukarıda da işaret ettim; elitlerin bir kesimi de emperyalist politikalar izlenmesini yanlış (çünkü pahalı, maceracı, israfçı, gereksiz, yararsız) buluyor. İngiltere’de, örneğin 1902 tarihli Imperialism: A Study (Emperyalizm: Bir İnceleme) kitabıyla J. A. (John) Hobson çok önemli bu açıdan. Lenin’le ilişkisini (daha doğrusu, Lenin’in Hobson’la ilişkisini), bu dizinin 21. bölümü ve devamında daha ayrıntılı tartışacağım. Şimdilik şu kadarı yeterli: Hobson’a göre (a) emperyalizm (koloniler) İngiliz burjuvazisini kolay kârlara, dolayısıyla bir tür tembelliğe alıştırıyor. Tersten söylersek, imparatorluk olmasa İngiliz sanayisi teknolojik gelişme yoluyla verimlilik artışları sağlamaya belki daha fazla önem verecek ve (yükselen Almanya karşısında) eski teknolojiyle çalışır duruma düşmeyecek. (b) Hobson emperyalizmin maliyeti ile kârının asimetrik ve eşitsiz dağılımından da şikâyetçi. Britanya İmparatorluğu’nun getirisi, daha çok silâh ve savaş sanayicilerinin cebine giriyor. Bedelini ise, vergi yoluyla bütün vatandaşlar ödüyor.
Hemen altını çizeyim; İkinci Enternasyonal’in sol kanadında yer alan (Lenin ve Rosa Luxemburg gibi) radikal Marksistler yok, bu ilk sorunun ilk kademesi tartışmasında. Onlar bütünüyle anti-sistemik; dolayısıyla metropol ülkenin emperyalizmden yararlanıp yararlanmadığını irdelemek yerine, yararlandığını ve zaten emperyalizmin de bundan kaynaklandığını varsayıyorlar. Buna karşılık birinci sorunun ikinci kademesinde, yani emperyalizmin emperyalizme maruz kalanlar için iyi olup olmadığı tartışmasında mevcutlar, hem de kuvvetle ve ciddî aykırı, itirazcı bir tavırla mevcutlar. Bu konuda emperyalist görüş, tabii yerli halklar için de iyi olduğu şeklinde. Avrupa-merkezci vizyon, “bu ilkeller,” diyor, yani “vahşet” (savagery, avcılık-toplayıcılık) veya “barbarlık” (barbarism, devletsiz tarım) aşamasında olanlar, binyıllar boyu geçememişler uygarlığa. Şimdi “biz Batılılar” geliyoruz ve kendi kapasiteleri içinde yer almayan bir medeniyet sunuyoruz onlara: liman tesisleri, enfrastrüktür, depolar, madenler, plantasyonlar, yollar, demiryolları, telgraf hatları, hastaneler, okullar, öğretmenler, eğitim, din (Hıristiyanlık), kültür (Avrupa kültürü), hukuk, modern meslekler, kanun ve nizam (kabilesel savaşlara karşı).
Hemen ekleyeyim ki sosyalistlerin önemli bir bölümü için de geçerli bu argümanlar. Marx ve Engels dahil, onların da ne kadar modernist ve Avrupa-merkezci olduğu, ya da “ilkellere” (primitives) nasıl baktığı, ayrı bir tartışmanın konusu. Fakat işte bu noktada, İkinci Enternasyonalin sol kanadındaki radikaller ayrılıyor diğerlerinden. “Medeniyet misyonu” apolojisini reddediyor; kapitalizme karşıtlıklarını emperyalizme karşıtlık pozisyonuna taşıyor; doğrudan doğruya haksız, adaletsiz diye, kimsenin başka ülkeleri sömürge edinmeye, başka halkları boyunduruk altına alma (ve bu uğurda birbirleriyle yarışmaya) hakkı olmamalı diye, emperyalizmin içerdiği zulüm ve sömürüye cepheden karşı çıkıyorlar.
21. bölümde, asıl ikinci soruya: “neden oluyor?” sorusuna verilen cevaplarla devam edeceğim.