Pek uzun olmayan bir süre önce çok sevdiğim bir dostum İstanbul’dan taşındı. Doğrusu hiç beklemiyordum ve üzüldüm. Kısa bir süre sonra ise dünyanın en iyi üniversitelerinden birinde doktora yapan bir başka genç arkadaşım ailesiyle birlikte İstanbul’da yaşamaya gücünün yetmediğini yazdı Twitter’da. Doğrusu bu habere de çok canım sıkıldı, kendisini aradım ve biraz dertleştik.
Bu gelişmeler üzerine zaten bir süredir aklımda dolaşan düşünceleri kısa bir tweet serisi halinde paylaştım. Vaziyetten rahatsızdım, hem bunu paylaşmak istedim, hem de alt-orta sınıflardan gelen kimselerin üniversite ve bölüm tercihlerinde daha dikkatli olmaları gerektiğini hatırlatarak gençlere ve ailelerine bir uyarıda bulunmak istemiştim. Bunları yazarken, sonrasında ne ortalığın karışacağından, ne de büyük bir infialle karşılaşacağımdan haberdardım. Yazdıklarımda politik polarizasyonu tetikleyecek bir unsur da yoktu. Ancak farkında olmadan insanların bam teline dokunmuşum.
Tweetler binlerce beğeni aldı, çok fazla hakarete maruz kaldım ve aynı zamanda çok sayıda övgü de aldım.
Peki ne demiştim, neyi murat etmiştim?
Biraz daha detaya inerek bir kez daha anlatayım..
Alt-orta sınıflardan gelenlerin, yani hayata başlarken onları güvende hissettirecek güçlü maddi desteklerden mahrum olanların, yani hayatta kalmak ve temiz gelirlerle refah seviyelerini artırmak için canını dişine takıp çalışmaktan başka çaresi olmayanların, ergenlikten çıkıp ilk gençliğe girerken çok uyanık ve bilinçli olmak gibi bir sorumlulukları olduğunu iddia ediyorum. Bu gençlerin havai olma gibi bir lükslerinin ise hiç olmadığını söylüyorum.
Bu noktada yaşları büyük, dolayısıyla tecrübeli aile mensuplarının da bu gençlere daha soğukkanlı ve rasyonel bir tavırla yol göstermeleri icap ediyor.
Bu dönemde yapılacak akıl yürütmenin ilk basamağı şu soruyu sormak olmalı:
Ben hangi ülkede yaşıyorum ve bu ülkenin genel ekonomik tablosu ne minvaldedir?
İnsanlar aynı sosyal sınıftan gelseler bile hayata atılmadan önceki kritik kararlarını oluştururken yaşadıkları ülkelere göre farklı yönelimlerde bulunmaları gerekiyor.
Mesela İngiltere’de bir taksi şoförü her sene ailesiyle yurtdışı tatili yapar ve yine kendisini yoksul hisseder. Türkiye’de ise bu artık orta sınıfın çok büyük bir kısmı için bile hayal.
Yahut, bir genç alt-orta sınıflardan geliyorsa, “yarın bir gün çocuğum engelli olursa ne yapacağım” diye düşünmesi gerekir. Özel çocuklar için haftada kırk saatlik eğitimi ücretsiz sağlayan bir Batı ülkesinde yaşıyorsa, stres seviyesi haliyle daha düşük olacaktır ve iş imkanları görece sınırlı olan, felsefe, sosyoloji, edebiyat, arkeoloji, antropoloji gibi bir bölüme girmesinde büyük bir sakınca olmayabilir.
Tabii sadece bu kadar değil.
Bu ülkelerin uzun vadeli ekonomik performanslarına baktığımızda ilk gördüğümüz olgu istikrar. Bu bilgi de üniversitede bölüm tercihi sırasında epey rahatlatıcı bir faktör.
Bir de az gelişmiş ülkeler var malum, isim isim saymaya gerek yok. Böyle bir ülkede yaşıyorsa bir kişi ve alt-orta sınıflardan geliyorsa, meslek edindirmeyen, okunduğunda işsiz kalma ihtimali yüksek olan bu neviden bölümleri hiç tercih etmemeli, bütün dünyada geçerliliği olan bölümlere yönelmeli.
Peki Türkiye?
Türkiye az gelişmiş bir ülke değil pek tabii ki, ancak refah seviyesi ve gelişmişlik düzeyi açısından Almanya ve Hollanda gibi ülkelerle aynı cümlede bile anılamaz.
Türkiye’nin belki de en önemli özelliği, dışarıdan bakanlara şaşkınlık, içinde yaşayanlara ise dehşet veren zikzaklı istikrarsız yapısı. Bunun birçok alanda böyle olduğunu söylemekte beis yok sanırım.
Doksanlı yılları hatırlayanlar ekonominin halini de bilirler. Korkunçtu. Ekmeğe bile sık sık zam gelirdi. Devalüasyonlar, Türk Lirasına güvensizlik, politik istikrarsızlık ve saire.. 2002 sonrası ise ekonomi o düştüğü çukurdan yukarılara doğru çıkmaya başladı. 2010’lu yıllarda altın çağlarını yaşıyordu. 2014’te İngiltere’de doktora yapıyordum. “Shining star” nitelemesini orada doktora yapan dostlarımdan bizzat duydum. Dışarıda bile böyle söyleniyordu.. Fakat aynı Türkiye’nin 2018 yılının Ağustos ayından beri yaşadıkları da ortada. Türk Lirası tahmin edilemeyecek kadar değer kaybetti, enflasyon doksanlara rahmet okutacak boyutlara ulaştı, ev kiraları artık iyi sayılabilecek maaşlarla bile ancak ödenebilecek bir hal aldı.
Sporda da durum farklı değil.
2002 yılında dünya üçüncüsü olan Türk milli futbol takımı, sonrasındaki birkaç mevzi başarısının haricinde kayda değer bir performans sergileyemedi. Hatta bazen şampiyonalara dahi katılamadı.
Biraz geniş bir zaman aralığını esas alarak bu ülkenin bir resmini çektiğimizde ilk göze batan şey bu oluyor: İstikrarsızlık, öngörülemezlik, dramatik çıkış ve inişler.
Grafiğin ne altında, ne üstünde istikrar. Aksine sürekli dalgalı bir performans.
İşte, bu hengamede, bir alt-orta sınıf aile ve bu ailenin mensupları, hayata atılmanın arefesinde bu çıplak hakikatin farkında olmak durumunda.
Yani, bölüm ve üniversite tercihlerinin yapılacağı esnadaki vaziyetin ötesinde daha geniş bir bakış açısına sahip olmaya mecbur. Çünkü, o sırada ekonomik göstergelerin hepsinin çok olumlu olduğu bir zamana denk gelebilir ve bu sınıfın mensupları kendilerini sanki bir Batı ülkesindeymiş gibi tahayyül edip rehavete kapılabilir ve sorumsuz tercihler yapabilirler. Halbuki bu ülkenin şakası yoktur ve bugün abat ettiğini yarın berbat edebilir.
O yüzden mezkur sınıfın mensupları, kanaatimce, muhakkak surette bütün dünyada geçerliliği olan mesleklere yönelmeliler. Böylece kriz durumlarında kendileri ve ailelerini koruyabilirler. Bu açıdan baktığımızda Hukuk bölümlerinin bile riskli olduğunu söyleyebiliriz, zira mezunlarının birçoğu İngilizce konuşamıyor ve bölümlerin çoğunda Türk hukuku öğretiliyor. Türkiye özelinde alınabilecek bir risk olmakla beraber, yine de risk olduğunu akıllardan çıkarmamak lazım.
Halbuki her türlü mühendislik, tıp, hemşirelik, tasarım, marangozluk, terzilik ve el sanatları gibi alanların uzmanlarına bütün dünyanın her zaman ihtiyacı olduğu için, ailesinden ciddi maddi desteği olmayan gençlerin bu ve benzeri bölümleri tercih etmelerinde fayda olduğunu düşünüyorum.
Bunu ne zaman söylesem şöyle itirazlar duyuyorum.
– Sırf meslek için sevmediğimiz bir bölümü mü okuyalım?
Evet ve tabii ki.
Bu soruyu soran kişilerin gerçek anlamda geçim sıkıntısı yaşamadığı o kadar aşikar ki..
Hayatta kalmak bütün canlıların en birinci kaygısı ve hedefidir. Tartışmaya mahal bile yok.
– Gönlümüzün götürdüğü yer..
Gönlünüzün götürdüğü yer dahil, hiçbir yere maalesef aç karnına gidilemiyor. Bu türden yakınmaları aşırı romantik buluyorum. Hayat aşırı realist, çok soğuk ve köşelidir. Oyuna gelmez. Yaşamadan tedbir almakta büyük yararlar var.
– Üniversiteyi meslek edindirme kurumları olarak düşünmemek lazım..
Meslek edindiren bölümler var, edindirmeyen bölümler var.
Maddeten zayıf ailelerden gelenlerin en geniş geçerlilikte bir meslek edinmeleri gerektiğini savunuyorum. Bunu üniversiteye gitmeden yapabiliyorlarsa o seçenek de gayet makul. Evet, zordur, ama hayatta kaldıktan ve maddeten belli bir seviyeye geldikten sonra üniversite okumak mümkündür, ama otuzlu yaşlarında işsizlik, düşük maaş gibi sorunlar yaşayan kişilerin bu hayati problemi çözmeleri çoğunlukla mümkün olmuyor ve içine düştükleri yoksulluğu çocuklarına miras bırakıyorlar.
Evrensel ihtiyaçlara cevap verecek meslek edinme hususundaki bütün bu ısrarlarımla beraber şunu da ifade edeyim. İlle felsefe, sosyoloji ve benzeri bir bölüm okuyacağım diyenler, bu bölümleri dünyaca bilinen, marka değeri yüksek üniversitelerde okurlarsa makul bir karar vermiş olurlar. Bu, hem alt sınıflardan gelenlerin normalde ulaşamayacakları networklere onların ulaşmalarını sağlar, hem de yurtdışına çıkmalarını mümkün kılar. Benim başıma gelen tam olarak budur ve dolayısıyla kararımdan pişman değilim.
Ancak bu yol da garantili ve kolay değil. Bölümünüzde ülkenin her yerinden gelen kalbur üstü öğrencilerle yarışıp sivrilmeniz, iyi ortalamalar yapmanız ve hocalarınızdan iyi tavsiye mektupları almanız gerekir. Bütün bunları yapabilirseniz dediğim gibi bu bölümler de okunabilir. Ancak yine de risktir, onu da hatırlatayım.
Son olarak, yazının başında dediğim gibi çok fazla eleştiri ve hatta hakaret aldım. Ancak daha önemlisi şu oldu. Bu tweetler şuyu’ bulunca, mezkur bölümlerdeki her biri birbirinden başarılı, Dr. Öğr. Görevlisi, Doçent ve Profesör bazı dostlarım ne kadar haklı olduğumu söylediler ve yaşadıkları sıkıntıları anlattılar. Karşılıklı dertleştik. Bu alanlarda akademik kariyer basamaklarının en üst noktalarına gelmiş bu bilim insanlarının kanaatlerini, tahmin edilebileceği üzre, hariçten gazel okuyanların görüşlerinden daha fazla önemsiyorum.
Doğrusu haklı olmamayı yeğlerdim ancak gerçek şu ki hayat hakikat üzere müesses ve söz konusu olan hayatta kalmak ise madde manadan önce geliyor. Kısacası, Marx haklıdır.
* Ahmet Abdullah Saçmalı 2002 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ne girdi. 2006’da Sosyoloji ve Tarih bölümlerinden mezun oldu. Akabinde aynı üniversitenin Tarih bölümünde yüksek lisans yaptı. 2013 yılında Arizona Üniversitesi Middle Eastern and North African Studies bölümünden ikinci yüksek lisans derecesini aldı. 2014 yılında doktorasını yapmak üzere bu sefer İngiltere’ye gitti. 2019 yılında ise Durham Üniversitesi’nin School of Government and International Relations Bölümü doktora programından mezun oldu. 2017 yılında İbn Haldun Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başladı. Doktora çalışmaları sürerken, 2016 yılında, dünyanın en başarılı üniversiteleri tarafından kullanılan, Osmanlıca el yazması metinlerdeki kelimeleri çözmeyi kolaylaştıran LexiQamus isimli web uygulamasını geliştirdi. Dijital beşeri bilimler alanındaki çalışmalarına halen devam etmektedir.