Lord Louis Mountbatten, Britanya Kraliyet Ailesinin önde gelen bir üyesiydi. Kraliçe II. Elizabeth’in uzak kuzeni, Prens Philip’in ise dayısıydı. Philip küçükken aile reisliği rolünü o üstlenmişti.
Kral Charles’ın de gençken mentoruydu ve hayatındaki gerçek baba figürü gibiydi.
1979’da IRA, Mountbatten’in balık tutmak için açıldığı küçük tekneyi patlattı.
Saldırıda, Mountbatten, 14 yaşındaki torunu Nicholas ve aile arkadaşları öldürüldü.
Bu olay, Britanya kamuoyunda ve kraliyet ailesinde çok derin bir acıya neden oldu.
Saldırıyı yapan IRA’nın komutanı Martin McGuinness’di.
Martin McGuinness, bu olaydan sonra siyasi alanda IRA’nın barış süreçlerindeki baş müzakerecisi oldu.
90’lerin ortasında Kuzey İrlanda meclisine seçilince büyük kıyamet koptu.
Bir teröristin mecliste ne işi vardı?
McGuinness, İngiliz hükümetiyle gizli görüşmelere devam etti. IRA’nın askeri kanadı ise hala faaldi.
1997’de Hayırlı Cumalar anlaşmasının arkasındaki isimlerden biriydi.
1997’de İngiliz parlamentosuna seçildi. Yine bir kıyamet koptu. Sinn Fein mensupları Kraliçe’ye bağlılık yeminini etmemek için Meclis’e gitmediler.
Ama Kuzey İrlanda’da hükümete girdiler.
2012 yılında Kraliçe Elizabeth, Belfast’a geldi.
Lyric Theatre’de bir kültürel etkinliğe katıldı ve Kraliçe ile McGuinness karşı karşıya geldi.
Kraliçe elini uzattı ve tarihi bir an yaşandı.

Bu tokalaşma, Kuzey İrlanda barış sürecinin en sembolik adımlarından biri olarak kabul edilir.
Kraliçe, hem hayatında yaşadığı en büyük trajedilerden birinin arkasındaki bir teröriste elini uzattı hem de bu trajedileri bitirme iradesi göstermiş bir barış müzakerecisine.
Kraliçe’nin bir lüksü vardı.
Üzerinde bu seçimi için hesap vereceği bir kamuoyu baskısı yoktu.
Risk alabilirdi ve bunun için koltuğunu kaybetmezdi.
Ama aynı zamanda o bir Kraliçe’ydi, bütün hayatı kişisel olandan vazgeçerek, ülke için ona düşen görevleri yapmaktan ibaretti.
Crown izleyenler bundan kastedileni daha net anlıyor.
Ama herhalde en büyük fedakarlığı o an yaşadı.
Kişisel olan öfkesiyle, kamusal sorumluluğu arasında bir tercih yaptı.
Mutlaka ona verilen görevi seçti.
Kraliçe bile elini uzatınca artık bu kavgayı daha fazla sürdürmek anlamsız hale geldi.
İşte bu süreci adım adım yaşamış iki ismi haftasonu İstanbul’da dinledik.
“Barış Süreçlerinde Dilin Önemi ve Medyanın Rolü” konulu çalıştayı Demokratik Gelişim Enstitüsü (DPI) ve Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası (DTSO) düzenledi.
Oturumda, Kuzey İrlanda’daki çözüm sürecini yakından takip eden eski BBC muhabiri Brian Rowan ve eski Guardian muhabiri Owen Bowcot konuştu.
Rowan, salonda Türkiye’deki süreçle ilgili eleştirileri dinledikten sonra akılda kalan saptamalar yaptı:
“Tavizsiz barış olmaz. Herkes taviz verdiğinde barış mümkün olabiliyor.”
“Barış teslim olmak değildir.”
“Barış gerçekleşene kadar imkansızdır.”
“Barış bir sözlük gibidir. Biz bu sözlüğü 30 yıl kullandık. Doğru sıralama ve önceliklendirme çok önemli.”
Rowan, medyanın rolünü anlatırken ise yine çok dikkat çekici bir şey söyledi:
“Eğer 1998’de sosyal medya olsaydı, Hayırlı Cumalar anlaşması olmazdı.”
Çünkü her zaman çatışmanın, öfkenin, anlaşmazlığın alıcısı daha fazla. Çok fazla çaba sarfetmenize, kimseyi ikna etmenize gerek yok.
Dal budak sarmış bir sorun, karşılıklı öfkeler, intikam hisleri, yerleşmiş kanaatler var. Sorunla yaşamaya herkes bir şekilde alışmış.
Onun olmadığı bir zaman artık unutulmuş ve tahayyül de edilemiyor.
Sorunun çözümü için görmezden gelmek, taviz vermek, sabretmek gibi insana zor gelen erdemlere ihtiyaç var.
Karşıt duyguları harekete geçirmek için sadece geçmişi hatırlatmak yeterli.
Geleneksel medya burada ilk akla gelen en ilkel hisleri filtreleyen bir rasyonel zemin, duygu öldürücü bir mesafe yaratabiliyordu.
Bu da insanların sürekli duygularının kaşınmasını engelliyordu.
Ama sosyal medyada o filtre yok.
Aşırı şeffaflık, herkesin elindeki mikrofonlar ve bunun yarattığı kakofoni sağduyunun yerine intikamın ve öfkenin yeşermesine neden olabiliyor.
Savaşmak kolay, milyonlarca gerekçe var. Barışmak ise zor, geri adım atman gerekiyor.
O yüzden barış çabalarına toplumu ikna etmek kolay değil. Güvensizlik esas, olabilir hissini yaratmak ekstra iyiniyet istiyor.
Ancak çözümün somut faydalarının görülmesi, bunun için de işlerin pişmesi gerekiyor.
Yani sosis yapımı mide bulandırıcı ama sosisin tadı güzel.
Türkiye de benzer bir deneyimi yaşıyor.
Çözümün bir gün sonrasında herkes tatmin olacak ama o güne kadarki kısma toplumu ikna etmek kolay değil.
Belki de toplumun ikna olmasını beklemek de doğru değil.
Hiçbir barış toplumun tam onayıyla gelmedi.
Liderler buna öncülük ettiler, risk aldılar, toplum hep sonra ikna oldu.
Hatta bazen liderlerin öncülüğü biler yetmedi. Kolombiya’da referanduma giden barış anlaşması reddedildi.
1924 yılında Türkiye’de bir referandum yapılsaydı muhtemelen Lozan da reddedilirdi.
Ama Lozan bir zorunluluktu. Hayırlı Cumalar da öyle.
Ve son çözüm süreci de….
O yüzden bazen başına gelecekleri düşünmeden elini uzatacak Kraliçelere ihtiyaç var.
Bunu yapmak için ille de soylu olmak gerekmiyor ama barış için adım atmanın soylu bir davranış olduğu çok açık.
Atatürk ve İnönü Lozan’da bunu yapmıştı. McGuiness, Ahern, Blair Hayırlı Cumalarda İngiltere’de bunu yaptı.
Türkiye’de de Erdoğan, Bahçeli, Öcalan, Demirtaş, Özel, Bakırhan, Kurtulmuş, Kalın bunu yapıyor.
Bu soylu davranışa karşı herkesin buna yaraşır saygıyı göstermesi gerekiyor…

